Bir Müslüman olarak, kelime-i şehadeti söylerken Hz. Muhammed’in (sav) Allah’ın kulu ve elçisi olduğunu ifade ederiz. Böylece onun peygamber olarak seçildiğini kabul etmenin yanı sıra Allah’ın kulu olduğunu, bir başka deyişle insani yönünü dile getirmiş oluruz. Kur’an-ı Kerim’de de bu hususa özellikle dikkat çekilmiş ve peygamberimizin insanlara “Ben de sizin gibi bir insanım. Ancak bana vahiy gelmektedir.” (Kehf, 18/110) diye hitap etmesi istenmiştir.
Peygamberler de diğer insanlar gibi doğar, ölür, yiyip içer, hastalanır, üzülür, sevinir, evlenir, çocuk sahibi olurlar. Tüm bu insani özelliklerinin yanı sıra her bir peygamber yeryüzünde belirli bir zaman diliminde, belirli bir coğrafya ve kültürde yetişmiştir. Dolayısıyla davranışlarının bir kısmı onların peygamberlik yönüyle ilgiliyken bir kısmı da doğal olarak içinde bulundukları toplumun bir ferdi olmalarından kaynaklanmaktadır.
Peygamber Efendimiz’in Allah’tan gelen vahyi insanlara ulaştırma, açıklama ve öğretme görevlerini kapsayan peygamberliğinin yanı sıra bir insan olarak içinde yaşadığı tarih ve coğrafyanın şekillendirdiği bireysel bir hayatı, Peygamberlik görevinden bağımsız olarak kendine özgü hassasiyetleri, beğenileri de vardı. Özellikle Medine’ye hicretten sonra yeri geldiğinde bir devlet adamı, bir hâkim ya da bir müftü olarak kendisine müracaat edilen; hükümler veren, kararlar alan yahut savaşlara kumandanlık yapan bir kimliğe sahipti. Bu nedenle bazı fiilleri onun devlet adamı yönüyle, bazı fiilleri de hâkim veya müftü kimliğiyle alakalıydı. Verdiği bazı hükümler kişiye ve zamana özgüyken bazı hükümler genel, kalıcı ve tüm Müslümanları bağlayıcı olma yani yükümlülük getirme vasfı taşıyordu. Bu nedenle fıkıh âlimleri, Peygamberimizin fillerini bağlayıcılık derecesi bakımından çeşitli kategorilere ayırmışlardır. Böylece Peygamberimizden aktarılan söz ve davranışlara hangi konularda Müslümanların da uyması gerektiğini hangi konularda ve alanlardaki söz ve davranışlarına uymanın dinî bir gerekliliği olmadığını ayırt etmişlerdir.
Hz. Peygamber’in fiillerinin bağlayıcılık değeri ile ilgili derecelendirmelerden biri dörtlü bir sınıflandırma şeklindedir. Bu sınıflandırmada onun söz ve davranışları 1) Peygamberlik gereği olan söz ve davranışları, 2) Hâkim olarak aldığı kararları, 3) Kişiye özgü dini meselelere verdiği fetva niteliğindeki cevapları ve 4) Bir devlet adamı olarak icraatları şeklinde birbirinden ayrılmıştır. Bazı âlimler ise bağlayıcılık bakımından Peygamber Efendimiz’in söz ve eylemlerini 1) Beşer olarak yaptıkları, 2) Sırf kendisine özgü olan hükümler ve 3) Dini/hukuki nitelikli fiiller olarak üçlü bir sınıflandırmayla ele almışlardır. Elbette daha kapsamlı ve detaylı sınıflandırmalar yapan âlimler de vardır. Ancak tüm bu çalışmalar, Peygamberimizin söz ve davranışlarının getirdiği dini sorumluluklar bakımından eşit olmadığını açıkça ortaya koyar. Şimdi bu durumu bazı örneklerle açıklayalım:
Peygamberimizin beşerî nitelikli fiilleri arasında bazı yemekleri, kokuları, renkleri sevmesi ya da sevmemesi ile ilgili hallerinden söz edilebilir. Bu tercihleri onun insani tarafını oluşturmaktadır ve ümmet için böylesi fillere uyma sorumluluğu getirmez. Mesela ashabıyla birlikteyken kendilerine ikram edilen yemeğin kızarmış keler yani bir tür çöl kertenkelesi eti olduğunu öğrenince elini çekmiş ve yememişti. Onun yemediğini gören Hâlid b. Velid, keler etinin haram olup olmadığını sordu. Rasûlullah da “Hayır, bizim bölgemizde olmadığı için ben hoşlanmıyorum.” diye cevap verdi. Bu cevap üzerine Hâlid, Hz. Peygamber’in yanında keleri yedi. (Müslim, Sayd, 43) Peygamberimizin keler kertenkelesi etinden hoşlanmaması ve yememesi, Hâlid b. Velid’in de elini yemekten çekmesini gerektirmemiştir.
Peygamberimizin beşerî bilgi ve tecrübeleri ile ilgili olup nübüvvet yönüyle ilgisi olmayan fiilleri de ümmet için bağlayıcı değildir. Tıp, ziraat, savaş taktikleri gibi teknik bilgi, tecrübe ve donanım gerektiren, dini bilgi ile ilgisi olmayan konularda Rasûlullah’ın (sav) ümmeti yönlendirme sorumluluğu yoktu. Mesela hasta olduğunda dönemin tabiplerine danışır, ashabını hekimlere yönlendirirdi. (Müslim, Selam, 73; Ebû Davud, Tıb, 12; Hâkim, el-Müstedrek, IV, 218) Bedir (Hakim, el-Müstedrek, VI, 247; Beyhaki, es-Sünenü’l-kübra, IX, 144) ve Hendek Savaşlarında (İbn Sa’d, et-Tabakat, II, 51) olduğu gibi savaş karargâhı ve savunma stratejileri belirleme konularında sahabenin yol göstericiliğine başvurmuştu. Hurma ağaçlarını tozlaştıran Medineli sahabilere, dünyalık işleri onların daha iyi bileceklerini söylemiş, bu hususta kendi görüşünde ısrar etmemişti. (Müslim, Fezâil, 141)
Peygamber Efendimiz’in devlet adamı olarak aldığı karar ve uygulamalara gelince bu konudaki icraatları, o dönem başta Medine halkı olmak üzere tüm tebaa için elbette ki bağlayıcıydı. Kendisinden sonraki halifeleri ise yönetim alanındaki bazı uygulamalarda maslahat gereği değişiklikler ve düzenlemeler yapmaktan çekinmemiş, bu hususta da kınanmamışlardı. Mesela Resûl-i Ekrem (sav) Medine’de başı boş gezen kayıp develerle ilgili özel bir karar almamış, şehirde gezinmelerine özellikle karışmamıştı. Oysa Hz. Osman döneminde yollarda başıboş gezen kayıp develerin sayısı o kadar artmıştı ki halife bu develerin toplanıp satılması, sahibi ortaya çıktığında da kendisine bedelinin verilmesi kararı almıştı. (Muvatta, Akdiye, 51) Yine Hz. Peygamber’in “Kim işlenmemiş bir araziyi eker ve biçerse o arazi onun olur.” (Buhari, Hars, 15) hadisini yorumlayan İmam-ı Âzam Ebû Hanife, bir araziye bu yolla sahip olmanın ancak devlet izniyle mümkün olabileceğini vurgulamış, böylece bu hadisin bağlayıcılık derecesine sınır getirmiştir.
Peygamberimizin sırf kendisine mahsus olan ama ümmete yükümlülük getirmeyen birtakım fiilleri de vardır. Mesela teheccüt namazı ona farzdır ancak ümmete müstehaptır. Visal orucu yani iftar etmeden iki gün üst üste oruç tutmak peygambere caizken ümmete yasaklanmıştır.
Aslında şunu da belirtmeliyiz ki Peygamberimizin fiillerinin büyük bir kısmı nübüvvet gereği, yani herkes için bağlayıcıdır. Ancak konunun bir başka boyutu daha bulunmaktadır. Bu da nübüvvet gereği olan her fiilinin fıkhi hüküm açısndan aynı düzeyde olmamasıdır. Peygamberimizin nübüvvet gereği olan fiilleri ümmet için yerine göre farz, vacip, mübah veya müstehap hükmünde olabilir. Bu durumu birtakım örneklerle açıklayalım:
Peygamberimiz akşam namazının farzını üç rekât olarak kılmıştır. Bizim de üç rekât olarak kılmamız farzdır. Peygamberimiz namazın her rekâtında Fâtiha suresini okumuştur, bizim de her rekâtta Fâtiha okumamız vaciptir. Peygamber Efendimiz tavaf sırasında Hacerülesved’i öpmüştür, bu nedenle Hacerülesved’i öpmek müstehaptır. Peygamberimiz zaman zaman mescitte yatmış, hatta ayaklarını uzatmıştır. Mescitte yatmak ve ayakları uzatmak mübahtır. Bütün bu örneklere bakıldığında, Rasûlullah’ın (sav) fiillerinin ümmete yükümlülük getirme bakımından farklı derecelerde olduğu rahatlıkla anlaşılabilmektedir. Hangi fiilin ne hüküm ifade ettiğini tespit etmek ise fıkıh ilminin alanına dâhil konular arasındadır. Bize düşen, hem hadis okuduğumuzda hem sünnetle amel etmek istediğimizde bu hususları göz önünde bulundurmak olmalıdır.
Not: Bu yazı, özellikle hadis, sünnet ve bu alanlarla doğrudan ilişkili diğer meselelerde Müslümanların istifade etmesi amacıyla Meridyen Derneği'nin ev sahipliğinde hayata geçirilen geniş perspektifli bir çalışmanın parçasıdır. Konu edinilen meseleler, alanlarında uzman isimlerin bir araya geldiği bir istişare grubunda tüm yönleriyle ele alındıktan sonra, her başlık müstakil olarak ilgili yazar tarafından telif edilmiştir. Çalışmaya şu isimler katkı sunmaktadır: Prof. Dr. Ahmet Yücel, Prof. Dr. Ayşe Esra Şahyar, Doç. Dr. Fatma Kızıl, Doç. Dr. Rahile Kızılkaya Yılmaz, Doç. Dr. Dilek Tekin ve Dr. Betül Yılmazörnek.