Haccın Sembolleri Ne Anlama Geliyor?

07 Ekim 2013

Kâbe: Allah için herhangi bir mekân söz konusu olmadığı hâlde, O, Kâbe için “Evim” buyurmak suretiyle orayı şereflendirmiş, çevresini de çeşitli yasakların geçerli olduğu bir “Harem” bölge ilan etmiştir (Mâ’ide, 5/97; Âl-i İmrân, 3/97).

Kâbe, yeryüzündeki ilk ibadet yeri olmasının yanı sıra, özellikle namaz ve hac ile ilgili belirli şartların yerine getirilmesi bakımından da ayrı bir öneme sahiptir. Kâbe’nin bulunduğu yöne, kıbleye doğru yönelmek namazın şartlarından olduğu gibi, hac ve umre ibadetinin rukünlerinden biri olan tavaf da Kâbe’nin etrafında yapılır. Ayrıca Kâbe’nin, bütün Müslümanlar’ı bir noktada toplayan, her birinin ortak istikameti olma gibi birleştirici, bütünleştirici sembolik bir anlamı da bulunmaktadır.

Tavaf: Sözlükte bir şeyin etrafında dolanmak demektir. Kâbe etrafında dönerek gerçekleştirilen tavaf, kâinatın ve yaratılışın özeti, teslimiyetin ve ilahî kadere boyun eğişin sembolü sayılır. Kâbe’nin etrafında tavaf eden on binlerce Müslüman’ın oluşturduğu tablo, bir galaksinin, milyarlarca yıldızıyla dönüşünü andıran bir manzara gibidir.

Bir nevi namaz olan tavafta kişi, Allah’ın huzurunda olduğunun bilinciyle, O’na yaraşan bir tazim, hürmet ve muhabbet içerisinde olmalıdır. Tavaf ederken, Hz. İbrahim ile oğlu İsmail, Allah’ın evini nasıl döne döne inşa ettilerse, hacı da aynı şekilde döne döne iman evini, gönül evini yeniden inşa etmelidir. Kâbe Allah’ın evi, kalpler de O’nun nazargâhıdır.

Hacer-i Esved: Tavafın başlama noktasını göstermek gibi pratik bir faydası bulunan bu taşın menşei, tarihçesi, mahiyeti ve manevi değeri hakkında, birçoğu zayıf, bir kısmı sembolik anlam taşıyan çok sayıda rivayet vardır.

Risalet öncesi Kâbe’nin onarımı esnasında Hacer-i Esved’i yerine kimin koyacağı konusunda kabileler birbirlerine düştüklerinde Hz. Peygamber hakem seçilmiş ve onu bir örtü üzerine koyup, her kabileden bir kişiye örtüden tutturduktan sonra, onu kendi elleriyle yerine yerleştirmişti. Hz. Peygamber, müsaitse Hacer-i Esved’i öper, değilse eliyle veya elindeki baston vb. ile selamlayarak tavafa başlardı. (1) Sünnet olan mutlaka Hacer-i Esved’i öpmek değil, onu bir şekilde selamlamaktır.

Hacer-i Esved’i selamlama, Allah’a vermiş olduğu ahdi yenileme anlamına gelmektedir. Ruhlar âleminde verdiği kulluk sözünü, amelleriyle ortaya koyduğu iman akdini kişi bu defa Beyt’te yineler.

Makam-ı İbrahim: Kâbe kapısının birkaç metre karşısında, sarı bir mahfaza içinde yer alan Makam-ı İbrahim denilen taşı, Hz. İbrahim’in, oğlu İsmail ile birlikte Kâbe’yi yeniden inşa ederken üzerine basıp iskele olarak kullandığına yahut üzerine çıkarak insanları hacca davet ettiğine inanılmaktadır.

Gerek “İbrahim Makamı’nı namazgâh edinin!” (Bakara, 2/125) ayetinin inmesi, gerekse Hz. Peygamber’in Makam-ı İbrahim’i Kâbe ile arasına alarak namaz kılması sebebiyle, tavaf sonrası kılınması vacip olan iki rekât namaz orada veya oraya yakın bir yerde kılınmaktadır. Kişi, Allah’ın nazargâhı olan kendi gönül evini yeniden inşa ederken hangi iskeleleri kullanacağını, ayağının hangi sağlam temellere basması gerektiğini düşünür.

Sa’y: Sa’y, Hz. Hacer’in oğlu İsmail için su ararken bu iki tepe arasında koşma hatırasının canlandırılmasıdır. Bu tıpkı Hacer validemizin kızgın güneşin altında susuzluktan kıvranan biricik İsmail’ine hayat verecek suyu arayışı gibi bir arayıştır. Hz. Hacer’in İsmail’i, Cebrail’in yerden çıkardığı su ile kurtulmuştu. Diğer İsmail’ler de yine Cebrail’in semadan getirdiği âb-ı hayatla, yani Kur’an ile kurtulacaktır. İşte bu duygu ve düşüncelerle yapılan bir sa’y, sembolize ettiği arayışın amacını gerçekleştirecektir.

Arafat: “Bilme, anlama, tanıma” gibi mânâlara gelmektedir. Dünyanın her tarafından gelen insanların bu yerde birbirleriyle görüşüp tanışmaları sebebiyle bu adın verildiği ileri sürülmüştür.

“Hac nasıl (olmalı)dır?” diye sorduklarında Allah Resulü: “Hac, Arafat(ta olmak)tır.” Şeklinde cevap vermiştir. (2) Hac, hakikati bilmek, tanımak, anlamak, kavramaktır. “Hac, Arafat’tır”, yani arif olmaktır, marufa, marifete, marifetullaha ermektir. Dirilişi, mahşeri, mahkeme-i Kübra öncesi bekleyişi, ölmeden önce ölmeyi, hesaba çekilmeden önce muhasebe yapmayı bilmektir. Arif olan anlar, Arafat’ı idrak eden hacı olur, Arafat’ı kavrayan marifeti bulur. Arafat, önce kendini bilme, kendini bulma deneyimidir. Ve “Kendini bilen, Rabbini de bilir.” fehvasınca, önce kendini tanıma, ardından da Rabbini tanımadır.

Arafat, zamanların en bereketlisi olan arefearife günü, mekânların en mübareği olan Arafat’ta, Hz. Muhammed gibi yüzünü Kâbe’ye çevirip, sırtını Cebel-i Rahme’nin (Rahmet Tepesi) eteklerine vererek, Rahman’ın rahmetine nail olabilmek, günahlardan sıyrılıp gözyaşlarıyla dolabilmek, cehaletten kurtulup marifetullah ile donanabilmek için bir irfan ve marifet mektebidir.

Vakfe: Duruş, bekleyiş demektir. Arafat vakfesi, bir yandan insanın dünyaya ayak basışını, diğer yandan ise kıyamette Allah’ın huzurunda bekleyişini hatırlatır. Vakfe, uzun soluklu bir duruştur, akşama kadar heyecanla, korku ve ümit arası bir bekleyiştir. O, müminin, Rabbinin huzurunda imanla, sebatla, umutla gerçekleştirdiği bilinçli bir duruştur. Vakfe, inananların, nefislerine karşı, birbirlerine karşı, başkalarına karşı ortaya koyduğu vakarlı ve kararlı bir duruştur. Bütün Müslümanlar’ın kardeş olduklarını, Hz. İbrahim’in milleti olan tek bir din ve millet olduklarını, yekvücut olduklarını ispatlayan şanlı, asaletli bir duruştur.

Allah Resulü, Arafat’a varınca meşhur Veda Hutbesi’nin bir kısmını burada okumuştur. Müslümanlar için bir çeşit ‘insan hakları beyannamesi’ niteliğinde olan Veda Hutbesi aslında Hz. Peygamber’in duruşunun en açık göstergelerindendir. O gün, yüz bin kişiye hitap eden Allah Resulü, hutbesinde hem kendi duruşunu, hem de Müslümanlar’ın duruşlarının nasıl olması gerektiğini deklare etmiştir.

Allah Resulü, Arafat’ta öğle ile ikindi namazlarını Mescid-i Nemire’de öğle vaktinde birleştirerek kıldıktan sonra, doğru Rahmet Tepesi’ne gitmiş, vakfesini kıbleye yönelerek tam güneşin batışına kadar dua ederek yapmıştır.

Arafat’ta vakfe, bütün dünya Müslümanları’nı temsilen gelen heyetlerin oluşturduğu dünyada eşi benzeri görülmeyen bir zirvedir. Sadece halkı Müslüman olan ülkelerden gelenlerin değil diğer ülkelerde yaşayan Müslümanların da katıldığı “Dünya Müslümanları Kongresi”dir. Geçmişte olduğu gibi, dinî, ilmî, içtimai ve de siyasi meselelerini konuşup çözüme kavuşturabilecekleri, modern anlamda organizeli, düzenli, disiplinli bir kongre olamasa da, orada gönüllerin, ruhların konsensüsü vardır.

“Hac nasıl (olmalı)dır?” diye sorduklarında Allah Resulü: “Hac, Arafat(ta olmak)tır.” Şeklinde cevap vermiştir. Hac, hakikati bilmek, tanımak, anlamak, kavramaktır. “Hac, Arafat’tır”, yani arif olmaktır, marufa, marifete, marifetullaha ermektir.

Müzdelife: Vakfeyi yerine getirmenin sevinciyle hacılar, âdeta bir insan seli gibi (Bakara, 2/198) Arafat ile Mina arasında kalan bu bölgeye akarlar. Ayette geçen Meş’ar-ı Haram da buradadır. Bu ayette “O’nu size gösterdiği biçimde anın” şeklinde ikinci kez zikrin emredilmesinden, bu bölgenin Allah’ın zikredileceği bir mekân olduğu anlaşılmaktadır. Arafat’ta gündüz yapılan vakfe, burada gece ve sabahın alaca karanlığında yapılmaktadır. Şeytana karşı ertesi gün girişeceği sembolik savaşta atılacak küçük taşlar da, Müzdelife’de toplanır. Hz. Peygamber Arafat’tan ayrılınca, akşam namazını yatsı vakti girdikten sonra birleştirerek burada kılmıştır. Geceyi istirahatla geçirdikten sonra, sabah namazının peşinden buradaki vakfesini yapmıştır.

Mina: Aşırı istek, arzu demektir. Mina, Hz. İbrahim ile oğlu İsmail’in, Allah’a olan aşklarının sınandığı yerdir. Bu sınavda Hz. İbrahim, ahir ömründe kendisine verilen biricik oğlunu Allah için kurban etmek; İsmail ise, bu uğurda canını vermek gibi çok ciddi bir sınavdan geçmişlerdir. Hz. İbrahim, tercihini Allah sevgisinden, ebedî aşktan yana kullanmış, kendisini Allah’a yaklaştıran yolda karşısına çıkan şeytanı, bugün taşlamanın yapıldığı yerlerde defalarca taşlamıştır. Neticede ikisi de Allah’ın emrine teslim olup bu ağır sınavı kazanmışlardır (Sâffât, 37/102-107).

İşte Mina, can, mal, mülk, mesken, evlat, eş, kardeş, ticaret, aşiret, mevki, makam, rütbe vb. fâni sevgilerin aşıldığı, Allah sevgisinde zirveye ulaşıldığı yerdir.

Şeytan Taşlama: Hz. İbrahim’in kendisine engel olmaya çalışan şeytana taş fırlatmasını sembolize eder. “Hac menasikinizi benden alınız!” (3) buyuran Allah Resulü de, bu işlemi bizzat yapmış, onu insanlara da öğretmiştir.

Taşlama, bir anlamda şeytana karşı girişilen savaşı sembolize eder. Kişi, attığı her bir taşı, nefisine, şehvetine ve şeytana karşı fırlatır. Kendisini çeşitli hatalara, günahlara sürükleyen bu farklı cepheleri yok etmeye çalışır.

Kurban: Müminin, sırf Allah istediği için malından vazgeçebildiğini belirttiği ve malını Allah yolunda kurban edebildiğini fiiliyle gösterdiği önemli bir ibadettir. Kurban, bir taraftan hac görevlerini yerine getirebilmenin şükrünü eda etmek, diğer taraftan da, şeytana karşı yapılan savaşta elde edilen zaferi kutlamak demektir. Arafat’ta bilgiye, Meş’ar’da bilince, Mina’da sevgiye ve Cemerat’ta zafere kavuşan hacı, kurban hedyi (hediyesi) ile takvaya, takvayla da Allah’a ulaşmaktadır (Hac,22/37). Allah için kesilen bu kurbanlardan akıtılan kanlar, kurban sahibinden de günahların döküldüğünü, “kirlerin giderildiğini” (Hac, 22/29) sembolize eder. Kişi Allah için kurban keserken, bunun Hz. İbrahim’den kalma bir sünnet olduğunu, Allah yolunda en sevdiği yavrusunun kurban edilmesine bir bedel olduğunu tefekkür eder. Allah’ın verdiği mal ve evlatların, Allah yolunda engel değil, tam tersine kendisini Allah’a yaklaştıracak birer vesile olduğunu düşünür.

Tıraş: Saçların kesilmesi, gerektiğinde saçını değil, canını da Allah yolunda verebileceğini temsil ederken, başından dökülen her saç teli, âdeta dökülen günahlarını simgeler. Hz. Peygamber, ihram sonrası saçlarını tamamen tıraş ettirenler için üç kez dua ettikten sonra, kısaltanlar için de dua etmiştir. (4)

Ziyaret Tavafı: Hac menasikinin son noktasını ziyaret tavafı oluşturmaktadır. Nefsine, şehvetine ve şeytana karşı giriştiği sembolik savaşını kazanan muzaffer bir askerin, gelip komutanına zaferini müjdelemesi gibi, Kâbe’ye gelen hacı da, Allah’ın huzuruna çıkarak bütün görevleri yerine getirdiğini bildirir. Hayatının geri kalan kısmında da sürekli bu hâlde olacağını bu ziyaretinde bütün içtenliğiyle tekrar ifade eder. Ziyaret tavafıyla hac tamamlandığı için, bu tavaf âdeta bir mühür mesabesindedir. Artık “mebrur bir hac” yapmış olduğu ümidi ve“annesinden doğduğu gibi bağışlandığı” inancı ile Kâbe’nin etrafında son yakarışlarını yapar.

Veda TavafıKâbe ile vedalaşmak üzere yapılan bu veda (sader) tavafı, Allah ile karşılaşıncaya dek yenilediği ahdine sadık kalacağı niyet ve düşüncesiyle Kâbe’ye veda ediştir.

Kısaca hac, dünyanın her tarafından gelen Müslümanlar’ın aynı amaç için bir araya gelmelerine ve böylece kolektif bilincin oluşmasına imkân veren evrensel bir olaydır. Dilleri, renkleri, ırkları, ülkeleri, kültürleri, sosyal ve ekonomik durumları farklı olan milyonlarca Müslüman, aynı inanç ve duygular içerisinde kardeş olduklarını, bir bütün olduklarını yaşayarak idrak ederler. Bu hâliyle hac, Müslümanlar arası etkileşim ve iletişim için bulunmaz bir fırsattır. Kısa bir sürede ortak duygu, düşünce ve amacın gizemli motivasyonuyla, aynı toplumun bireyleri olduklarının bilincine vararak, tüm hayatları boyunca unutamayacakları dostluklar kurarlar. Böylece hac, uluslararası barışın, birlikteliğin ve dayanışmanın da fırsatını bahşeder. Müslümanlar, kardeşlik duygularıyla birbirleriyle tanışıp, karşılıklı görüş alışverişinde bulunurlar, problemlerine birlikte çözüm ararlar. Bu yönleriyle hac, toplumsal bütünleşme ve kaynaşmanın bir anlamda uluslararası boyutta gerçekleştirilmesidir.

Sonuç olarak hac, bir taraftan Allah’a iman, tevhid inancı, peygamberlere iman, ahiret inancı gibi inanç esaslarını pekiştirdiği gibi, diğer taraftan da Müslümanlar’a takva, sabır, sevgi, saygı, kardeşlik, fedakârlık, cömertlik vb. ahlaki güzellikleri kazanma ve yaşama imkânı sunar. Bu yönleriyle hac, hem akaid, hem ibadet, hem de ahlak dersleri yoğunlaştırılmış olan bir eğitim merkezidir.


Dipnotlar:

1- Buhârî, “Hac”, 58; Müslim, “Hac”, 254.

2- İbn Mace, “Menâsik”, 57.

3- Nesâî, “Menâsik”, 220.

4- Buhârî, “Hac”, 127.