Hızla yürüyen birine adres sormayın. Hiçbir adres onun varacağı adresten önemli değil. El ilanını boşuna uzatmayın ona. Elleri yanında değil. Selam vermeyin sakın. Antenleri uyuşmuyor dalgalarınızla. Dikkatini çekmeye çalışmayın. Duvara yapıştırılmış bir afiş değilsiniz. Konuşuyorsunuz üstelik korkabilir dudaklarınızdan. Benziniz mi soluk, doktor değil ki! Karşıdan karşıya geçemiyor musunuz? Kolunuzdan tutamaz, acelesi var. Yere mi düştünüz, eğilemez. Yerçekimi, doğal. Zamanı olsaydı çadırınıza uğrardı, kan bile verirdi belki. Bir rozet takardınız ceketinin yakasına kırmızı. Zamanı olsaydı yazınızı okurdu. Başlıklarına göz atıp vapurda bırakacak gazetesini. Gülümsemiyor mu gülümsediğinizde, karşılıksız çek. Elinizi uzattığınızda ucundan mı tutuyor, cüzzamlısınız. Telefonunu açmıyor mu, numaranız görünüyor. Hem titreşimde cihaz, kılını kıpırdatmasına gerek yok. Belki de çekmiyor, günahını almayın. Yeraltına iniyor koşarak merdivenlerden. Çelik bir yılan yanaşıyor sarı çizgiye tıslayarak. O her sabah ve her akşam yılanıyla dolaşıyor şehri. Yaşasın hız, yaşasın yılan! Varsın zehirlesin bizi, zehirlesin ki yürüyen merdivenleri bile koşarak tırmanalım nefes nefese. Yemek yemeye zamanımız yok, sofra mı kuralım! Ağır ağır mı kuralım. Düşüne düşüne mi? Zeytinlerin parlaklığını mı fark edelim? Çorbanın buğusunu mu? Aç bir çocuğun fotoğrafı mı düşsün tabağımıza? Hayır, hayır. Edison'un buluşlarından daha parlak bir buluşa imza atalım: Fast food! Ne kadar çabuk biterse yemek o kadar zaman. Ne kadar çabuk boşalırsa masa, o kadar kazanç!
Nereden çıktı bu ay, ne zaman vurdu tırpanını göğe? Bu ne saltanat! Ne zaman döküldü gökten yıldızlar? Çocuklar çığlık çığlığa topluyor yerden. Ne zaman kaldırdı beyaz eldivenli elini memur? Ne zaman durdu hayat! Yoksa durmadı mı, bize mi öyle geliyor? Tren geliyor ve metrodaki adam ilk kez sarı çizgiyi gördü. Sınırı hatırladı, sınırsızlığı. Yürüyen merdivenleri koşarak tırmanmıyor. Bir dakika geç çıkacak yeryüzüne, olsun! Ağırlık ve hafiflik paylaştı bedenini. Hem her şeyi fark edecek kadar ağır. Hem her yere uçacak kadar hafif. İşte bir çocuğun yüzüne uçtu annesinin kucağına kurulmuş. Hatta burnunu bile oynattı güldürmek için. İlk kez bir çocuk gülümsemesine tutundu, düşmeyecek yere. Birden ellerini fark etti! Hangi düğmeye bastı acaba? Kolları bir anda fışkırdı bedeninden. Ellerine baktı uzun uzun. Sonra bir âmânın elinden tuttu karşıya geçirmek için. Kaldırıma kapaklanmış bir ihtiyarı kaldırdı yerden. Bir avucun içine para koydu. Birine selam verdi uzaktan. Telefonuna baktı: Üç cevapsız çağrı. Aradı bir bir. Neler oluyor! Balkabağı arabaya, fareler beyaz atlara dönüşüyor. Hem on ikide bozulmuyor büyü. Dokuz ayda doğdu, otuz günde büyüyor insan. Gözleri büyüyor en çok. Ağaçları gördü bugün, üzerinde avizeler gibi sallanırken narlar! Martıları gördü, sarı paletli ayaklarını sokarken dalgalara. Bir ekmek gördü fırından çıkan, üzerinde dost buğu. Aldı o ekmeği ikiye böldü. Ekmek büyüdü. Yaşasın, ekmek büyüdü!
Küçük adam büyüdü. Yetişeceği yeri fark etti çünkü. Fark etti ve ağır ağır yürüdü yetişeceği yere. İnsan yetişeceği yere yavaş gider mi? Gider. Küçük adam, içinden otomobillerle geçtiği şehirde ağır ağır yürüyor. Bir seyyah gibi süzüyor uzun uzun, yolları, köprüleri, evleri… İlk defa görüyor gibi bakıyor denize hayretle. Hız kesilince şehir büyüdü. Kamburu düzeldi. Omuzları dikleşti. Ayaklarına can geldi. Feri kaçmış gözlerine yıldırım düştü. Küçük adamın aklına düştü uçmak. Üzerinden uçaklarla geçtiği şehrin üstünde bir uçurtma gibi yükseldi bu kez, rüzgâra bırakarak kendini. Ne güzeldi yeryüzü. Ne güzeldi açlık. Ne güzeldi susuzluk. Bir cevapsız çağrı Ramazan! Nasıl çağırıyordu onu, her minareden seslenerek. Müezzinler bir kelimeyi binlerce minarede dolaştırıyorlardı tek duysun diye o. Bir kez gördü. Artık görmemiş olamaz. Bir kez duydu. Duymamış olamaz artık. Yere bıraktı kendini kurtulmak için boşluktan. İşte orada! Küçük adam parçalarını topluyor yerden. Bu gözleri, bu elleri, bu ayakları... Büyük adam kalbini yerden kaldırıyor. Gümbür gümbür atıyor ellerinde.