05 Ocak 2011

İslâm tarihinde “hicret” denince, öncelikle ve genellikle Hz. Peygamber zamanında Mekkeli Müşriklerin baskıları yüzünden ilk Müslümanların önce Habeşistan’a, ardından da Medine’ye göçmeleri akla gelir. Aslına bakılırsa, inançları yüzünden baskıya maruz kalan insanların kendi yurtlarını terk ederek başka mekânlara göçmeleri, insanlık tarihi kadar eskidir. Muhtelif dinlerin kutsal metinlerinde bu olgunun yansımalarını görmek mümkündür. Bu metinlerden biri olan Kur’ân-ı Kerim’de önceki peygamberlerin kavimleriyle birlikte göçlerine işarette bulunulmuş; Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. Lut, Hz. Şuayb’a bu manada atıfta bulunulmuştur.

İslâm’ın doğuşu sırasında, önce Habeşistan’a, ardından Medine’ye gerçekleşen hicret olaylarının gerisinde, hiç şüphesiz, az önce de telmihte bulunulduğu üzere, Müslümanların inançlarını açıklama ve yaşama konularında karşılaştıkları dayanılması güç baskılar yatmaktaydı. Müslümanları bu baskılardan kurtarmak, keza tebliğ faaliyeti için daha güvenli mekânlar bulmak amacıyla hicrete izin verilmiş, daha doğru bir ifadeyle hicret zorunlu hale getirilmiştir. Be nedenledir ki, Medine döneminin ilk yıllarında İslâmi­yet'i kabul eden çevredeki insanların Hz. Peygamber'in yanına hicret etmesi bir zorunluluktu ve imanla ilgili görülüyor­du. Hicret etmeye muktedir olduğu halde böyle davranmayanlar gerek Kur’ân gerekse Hz. Peygamber tarafında açık bir dille kınanmıştır. Bu keyfiyet, Hicaz coğrafyasında, hatta daha genel çerçevede Arap yarımadasında Müslümanların muktedir hale geldiklerini sembolize eden Mekke’nin fethine kadar devam etmiştir. Mekke fethedildiğinde o dönemde Müslüman’a eziyet baskının kaynağı olan Kureyş’in kendisi de çok geçmeden İslâm’a girdiğinden, Hz. Peygamber tarafından hicret zorunluluk olmaktan çıkarılmıştır.


Medine döneminin ilk yıllarında İslâmi­yet'i kabul eden çevredeki insanların Hz. Peygamber'in yanına hicret etmesi bir zorunluluktu ve imanla ilgili görülüyor­du.

Hz. Peygamber’in hicreti zorunluluğunu kaldırması, şüphesiz kendi dönemiyle sınırlı bir karardı. Dolayısıyla da sonraki dönemlerde vuku bulacak dinî baskılar karşısında hicret etmeyi engelleyen bir anlama sahip değildi. Nitekim Müslüman âlimlerin neredeyse tamamı meseleyi bu şekilde anlamışlardır. Bunun sonucu olarak İslâm hukukunda dini yaşanmaz hale getirecek kadar ağır baskıların uygulandığı Gayri Müslim topraklarından (Daru’l-harb) Müslümanların egemen olduğu topraklara göçmenin kıyamete kadar devam edecek bir vecibe olduğu görüşü benimsenmiştir. Bu genel kuralın tek istisnası, hicrete gücü yetmeyenlerdir. Onlar, tıpkı Hz. Peygamber döneminde olduğu gibi, hicret etmekten aciz oldukları için, hicret edememe nedeniyle hâsıl olabilecek sorumluluk ve günahtan azade oldukları dile getirilmiştir. Bazı âlimler, Gayri Müslim bir ülkede farzları yaşama konusunda sıkıntı çekilmiyorsa, İslâm’ın tanınmasına ve yayılmasına vesile olabileceği gerekçesiyle böyle bir memlekette yaşayan Müslümanlar için hicretin bir zorunluluk değil, müstehab olduğu görüşündedirler.

13–14. yüzyılda Sicilya’da, 11. yüzyıldan 17. yüzyıl başlarına kadar Endülüs’te, Osmanlı’nın gerileme döneminde Balkanlar ve Kafkaslarda, Rus istilaları sonucu Türkistan coğrafyasında, daha dün denecek kadar yakın bir zaman olan 1980’li yıllarda Bulgaristan’da, Bosna Hersek’te büyük ve küçük çaplı hicret olayları gerçekleşmiştir.

İslâm hukukçularının bu görüşleriyle birlikte özellikle 12. yüzyıldan itibaren İslâm coğrafyasının bazı parçalarının Gayri Müslimler tarafından istila edilmesinin ardından buralarda yaşayan Müslümanlara dinlerini yaşama konusunda çıkarılan zorluklar, hicreti bu insanlar için kaçınılmaz hale getirmiştir. 13–14. yüzyılda Sicilya’da, 11. yüzyıldan 17. yüzyıl başlarına kadar Endülüs’te, Osmanlı’nın gerileme döneminde Balkanlar ve Kafkaslarda, Rus istilaları sonucu Türkistan coğrafyasında, daha dün denecek kadar yakın bir zaman olan 1980’li yıllarda Bulgaristan’da, Bosna Hersek’te büyük ve küçük çaplı hicret olayları gerçekleşmiştir. Bütün bunlar, günümüzde ve gelecekte, baskı yapan iktidarlar ve ülkeler oldukça hicretin de var olacağını göstermektedir.

Yukarıda bir şekilde cevabını bulmuş olsa da, bu noktada günümüzde özellikle Batı ülkelerinde yaşayan Müslümanlar için hicretin gerekli olup olmadığı sorusu zihne takılabilir. Bu soruya cevap vermede istinad edilebilecek en önemli gerekçe, İslâm’ın temel farzlarının yaşanması konusunda bir hürriyet alanının bulunup bulunmadığıdır. Günümüzde Batı ülkelerinde her ne kadar zaman zaman bazı sorunlarla karşılaşılsa da, geçmişten farklı olarak, genel bir din özgürlüğü alanının mevcut olduğu ve bunun da İslâm’ın farzlarının en azından bir bölümünün yaşanmasına imkân tanıdığı bir hakikattir. Bu özgürlük alanı mevcut olduğu sürece, Müslümanların Batı ülkelerinde iş, aş, eğitim veya başka bir nedenle hayat sürmelerinin önünde dini bir mâni bulunmadığı ifade edilebilir. Dahası söz konusu özgürlük alanının, İslam’ın doğru tebliğ edilmesi ve tanıtılması bakımından iyi bir imkân sunduğu da kabul edilmelidir.


Müslümanların büyük çoğunluğu, hem dinî ihtiyaçlarını daha kolay yerine getirmek hem de kültürel kimliklerini korumak amacıyla bulundukları ülkelerde modern gettolar oluşturmaktadırlar.

Batı ülkelerinde yaşayan Müslümanlar açısından dikkat çekilmesi gereken bir husus, gettolaşma olgusudur. Müslümanların büyük çoğunluğu, hem dinî ihtiyaçlarını daha kolay yerine getirmek hem de kültürel kimliklerini korumak amacıyla bulundukları ülkelerde modern gettolar oluşturmaktadırlar. Bu durumu, hâkim kültürü temsil eden çoğunluk içinde azınlık olanın izolasyonu tercih etmesi veya buna mecbur kalması gibi sosyolojik bir olgu olarak görmek mümkündür. Fakat uzun vadede, İslâm’ın tebliği ve tanıtılması açısından olumlu bir rol üstlenebilmeleri için Müslüman toplulukların, içinde yaşadıkları toplumdan tamamen uzaklaşmak yerine, kendi kimliklerini koruyarak entegrasyoncu bir yöneliş içine girmeleri daha makul olacaktır. İslâm’ı tebliğ etmenin bir yolu anlatmak ise, bir diğer yolu yaşayarak göstermektir. Aile hayatı, komşuluk ilişkileri, arkadaşlıklar İslâmî yaşantının yakından gözlemlenebileceği vesilelerdir. Bu tür ilişkiler toplumdan uzaklaşmakla değil, yakınlaşmakla tesis edilebilir.