Her Mekkeli için Kâbe, sadece inandığı Tanrı’nın evi değil, bir sıla kıblesi. Hicret eden Müslümanlar açısından ise dinleri tamamlanırken Kâbe yeniden tanımlanıyor. Hacc Suresi 26-27. ayetlerde geçen “Bana hiçbir şeyi ortak koşma. Evim olan Kâbe’yi, tavaf edenler, civarında oturanlar, rükû edenler ve secdeye varanlar için temizle. İnsanları hacca davet et ki gerek yaya olarak ve gerekse uzak yollardan gelen çeşitli vasıtalarla sana varsınlar” şeklindeki talimatlar muhacirlere göçtükleri şehir ve Kâbe’yle ilişkilerini yeniden gündeme almalarını hatırlatıyor. Büyük güçlüklerle terk edilen Ümmü’l Kura’ya dönüş sebebi umre ziyareti, barış arzusunun da bir ifadesi. Geçen yıllar içinde Mekkeli müşriklerle savaşlar yaşanmış, bu savaşların dışında da Kureyş, Müslümanları yenerek yok etmek için her yola başvurmuştu. Müslümanlar barış elini uzatarak, giyindikleri ihramlarla da savaşı asla düşünmediklerini de dile getirerek Mekke’ye doğru yola çıktılar. Yanlarına, Mekke’deki yoksullara hediye niyetine kesimlik hayvanlar almışlardı.
Umre, sebebi anlamlı bir barış dalı. Fakat yanı sıra başka sebepleri de taşımıyor mu? Müslümanlar Mekke’den ayrılalı altı yıl geçmişti. Onca sevilen şehir onlara eziyetin, işkencenin mekânı olsa bile özlemle yâd ediliyordu. “Dönebileceğim bir adrese sahip olsaydım bildiğim bütün kelimeleri unutmaya razı olurdum” diyor, ağır metal grubun şarkısı. Sevgili yurdun adresi belli, ama işte, dönülemiyor. Onlar türlü tehditler yüzünden ve vahyi gerektiği şekilde hayata geçirme arzusuyla ana-ata ocaklarını terke mecbur edildiler fakat hiçbir zulüm sahiplerini umdukları hedeflere ulaştırmıyor. Muhacirlerin umre niyetlerini dile getirmesi bir yükseliş dönemi göstergesiyken onları hicrete zorlayan Kureyş müşrikleri kesin bir çöküşe özgü yozlaşma ve umutsuzluğun tepkilerini sergilemeyi sürdürüyordu.
Hicreti kültür oluşturan, medeniyet kuran bir yolculuğa dönüştüren, güçlü ayrılma sebepleridir zaten. Vahiy ve vahiyden kaynaklanan cümleler artık o şehirde muhatabına ulaşamaz olmuştur. Bir adım daha atılamayacaktır sanki, bir sonraki cümleye geçilemeyecektir. Söylenmiş her söz sahibini bulmuşken yeniden dillendirilip özgürce hayatın seslerine açılmalıdır. İşkence altında dile gelmiş hakikat kendisine kör ve sağır kalan duvarları aşarak azade bir iklimde varlığını somutlaştırmayı isteyecek. Bunun kolay olduğunu kim söylemiş?
Köle muamelesiyle duaları kana boğulanlar, yolları kesilerek aşağılananlar, dinlerini terk etmeleri için tehdit edilenler, işsizlikle ve açlıkla cezalandırılanlar, mecnunlukla, ajanlıkla suçlananlar elbet yanlarında taşıdılar zorunlu göçün yaralarını ve gittikleri beldede de duyurdular ağrılarını sızılarını. Ve şimdi taze bir yeniden kurma enerjisiyle dopdolu, belki bu enerjiyi terk edilen –çöküş içindeki- yurda da iletmenin sorumluluğu içinde Kâbe’yi ziyarete gelmek istiyorlar. Kâbe’nin sahip olduğu bir tür masuniyet, kamusal özerklik bu ziyarete izin veriyor olsa da Mekke, oligarşisinin yaşadığı çürüme nedeniyle kurallarının istismarının garipliği içindedir.
Göçmek parçalanmaksa, geri dönmek, parçalara ayrılmış varlığı bütünlemenin tamamen mümkün olmayacağının da ayırtına varmaktır. Döndüğümüz yeri bıraktığımız gibi bulmayız, sevincimiz hüznümüze karışır, terke mecbur edildiğimiz hayat düzeninin hoş bir karşılama sergilemeyeceği de aşikâr. Yine de dönme zamanı üzerine düşünmekten kendimizi alamayız, bir sürü sebebin yanı sıra hatıralarımızı ve çocuklarımızın hafızasını hesaba katarak, bir söyleşide yarım kalmış cümleler hatrına, bir kabrin terk edilmişliğinin hüznünü yakından duayla gidermeyi vazife bildiğimiz için de…
Ve Medine muhacirleri için daha büyük sebep, vahyin genişleyen içeriğini Kâbe’yle bütünlemeyi vazife edinme bilinci olmalı…
Umre seferi niyeti kesin bir dönüşe dair bir umudu yansıttığı için de Mekke’de bir rahatsızlığa yol açmıştı. Çürümeye devam eden oligarşi, varlığını yağma ve talana olduğu gibi tecride de dayandırmayı çare sayıyor olmalıydı. Medine etrafındaki bedevilerle her yerde rastlanan münafıklar, Kureyş’in bu umreye izin vermeyeceğini öne sürüyorlardı. Bu umre tehlikelerle doluydu, savaşa yol açacaktı, bu sebeple, gitmemek daha hayırlı olmalıydı. Feth Suresi 11 ve 12. Ayetlerde bedevilerin bu konudaki zanna dayalı kuşkulu halleri konu edilmiştir.
Hicret'in altıncı yılı, Zilkâde ayında umre yolculuğuna istekli, sayıları bin dört yüz civarında olan Müslüman, Muhammed (sav)’le birlikte yola çıktı. Kavurucu sıcak altında hep birlikte telbiye getirerek çölü geçtiler, bozkırı aştılar. “Asfan” diye isimlendirilen Mekke’ye iki duraklık mesafede, Mekkelilerin Müslümanları şehre sokmamak için yemin ettikleri ve savaşa hazırlandıkları haberi geldi.
Bu umreye yeni, barışla damgalanan bir başlangıç umuduyla niyet eden Hz. Muhammed (sav), savaş tehdidi karşısında şunları söyledi: “Yazıklar olsun Kureyş’e! Harp kendilerini yemiş bitirmiş. Benim ile diğer Arapların arasına girmeseler ne olurdu! Beni öldürseler istediklerine kavuşurlardı. Ama Allah beni onlara galip kılarsa hepsi toptan İslam’a girerler. İslam’a girmezlerse de kuvvetli oldukları sürece savaşırlar. Kureyş kendilerini ne zannediyor? Allah’ın beni gönderdiği din üzere ölünceye kadar cihadı sürdürürüm. “
Fakat şimdi umre niyetiyle yola çıkılmıştı, yanlarına kılıçlarını almışlardı elbet ama kınlarında kalmasını istiyorlardı; kafile yolunu değiştirdi. Hz. Ebubekir (ra)’in barışı korumaktaki ısrarı, Peygamberimizin niyetini pekiştirdi. Eslemli bir rehberin yardımıyla kayalıklı bir yolu zorlukla aşıp, vadinin bitiminde bir düzlüğe aktılar. Mekke’nin alt tarafındaki Hudeybiye mevkiine ulaşmak için sağa dönüp ilerlediler. Bunu fark eden Mekke savaşçıların harekete geçtiği haberi geldiğinde Peygamberimiz şehre doğru yola devam etmeye niyetlendi. Ancak devesi ansızın yere çöktü ve bütün uğraşmalara rağmen kalkmaya yanaşmadı. Etraftakilerin “Kusva inatlaştı” şeklindeki yargısına karşılık Peygamberimiz farklı bir yorum getirdi: “Fili Mekke’ye girmekten men eden onu da men etti.” (Muhammed Gazali, Fıkhu’s Sîre/Resulullah’ın Hayatı, Risale, 351, 352)
Öyleyse tam orada konaklamaları gerekiyordu. Mekke bir adım ötede, yine de ulaşılamazdı. Bir kuyu ve kocaman bir ağacın bulunduğu arazide belirsiz bir bekleme sürecine girildi.
Gerçi Kureyş daha fazla huzursuzdu. Bir taraftan itibarlarını zedeleyeceği iddiasıyla Müslümanların Mekke’ye girmesini kabule razı olamıyorlardı. Öte taraftan ise açılacak bir savaşın nasıl sonuçlanacağı konusunda güvensizlik içindeydiler. Üstelik halkın önemli bir bölümü Hz. Muhammed (sav)’le uzlaşmak istiyordu. Neticede görüşmeler yapmak için Hudeybiye’ye aracılar gönderdiler. Aracıların hepsi de Müslümanların barışçıl niyetlerle geldiği izlenimiyle döndüler. Hatta içlerinden biri, Huleys, “Tazim için Beytullah’a gelenler engellenir mi” diye sorarak, Kureyş ileri gelenleriyle tartıştı. Sonuncu aracı Urve içlerinde en titiz davranan oldu, ancak o da Mekke’ye geri döndüğünde Müslümanların savaş amacı taşımadığı izlenimini dile getirdi. Urve, özellikle Müslümanların Hz. Muhammed (sav)’e bağlılığından, gösterdikleri saygıdan etkilenmiş ve bir savaş çıktığı takdirde ashabının onu asla terk etmeyeceğine emin olmuştu.
Buna rağmen Kureyş’in sözcüleri kibre kapıldılar, neye mal olursa olsun Müslümanların umre için şehre girmesine izin vermeme kararı aldılar.
Müslümanlar Hudeybiye’deki karargâhta sabırla beklerken, kimi tahrikçiler savaşı kışkırtacak yollar aradılar. Mekkelilerin gönderdiği casuslar bulundu aralarında. Peygamberimiz karargâha taş ve ok atmış olan bu casusları affetti. Feth Suresi’nin 26. ayetinde geçtiği üzere, Peygamberimiz ve müminler kalplerine inen bir huzurla bir bekleyiş içine girmişlerdi. Bir tür barış kahramanlığı sergiliyorlardı. Kureyş’in gönderdiği elçiler, aracılar sağ salim bir karşılamanın ardından geri dönerken bu barışçıl muameleden etkileniyorlardı. Buna karşılık Müslümanların Kureyş’e gönderdiği elçiler canlarını zorla kurtararak, araya birilerinin araya girmesiyle geri dönebiliyorlardı.
Kureyş büyüklerin saplandığı inat karşısında peygamberimiz daha etkili bir aracılık üzerine düşündü. Ömer b. Hattab (ra), Mekkelileri ikna edebilirdi. Ancak Ömer (ra) kendisi için Mekke’nin güvensiz olduğunu ve başına bir şey geldiği takdirde kimseden himaye görmeyeceğini belirtti. Oysa Osman (ra) aşireti hâlâ Mekke’de olduğundan, daha rahat bir gönülle tebliğ yapabilirdi. Böylelikle Mekke’ye Hz. Osman (ra) gitti ve kendisinden beklenileni tam olarak yerine getirdi. Bıraktığı iyi izlenimle tavaf için izin verildiği halde, Allah’ın Rasûlü (sav) yapmadan kendisinin de tavaf yapamayacağını söyledi.
Bu ikna turunun şehirdeki yankıları Kureyş’te yeni bir korkuya yol açtı. Bunun başlıca sebebi Hz. Osman (ra)’ın Mekke’deki kendilerini gizleyen Müslümanlarla görüşmesi olabilir. Haddi aştığını düşünerek onu hapse attılar. Bu haber Müslümanlara, öldürüldüğü şeklinde ulaştı.
Barış kahramanlığı, savaş kahramanlığından daha kolay değildir, Hudeybiye umresi süreci bunu anlatır. Peygamberimizin barış sabrının elçiye zeval olması durumunda tükenmiş olduğu görülüyor. Umre yolcularını dalları birbirine girmiş bir ağacın altında kendisine biat etmeye çağırdı. Onlar da ölünceye kadar savaşmak üzere yanında olmaya ve savaştan kaçmamaya biat ettiler. Yine zor bir dönemeçten geçiliyordu. İmanı zayıf ve yüreği korkuyla sıkışmış olan Mekke’ye kaçabilirdi.
Hz. Osman (ra)’ın tutuklanması karşısında gösterilen kararlı dayanışma Mekke’de kısa süre içinde bir yumuşamaya yol açacaktı gerçi. Osman (ra)’ın yokluğunda sayıları bir kişi eksilen –yaklaşık olarak bin dört yüz kişiyi bulan- umre yolcularını dalları birbirine geçmiş bir ağacın altında Peygamberimize biat ederken gözlerimin önünde canlandırmaya çalışıyorum.
Bir sonraki yazımda Hudeybiye karargâhında gerçekleşen bu biatın anlamı üzerinde durmak ve bunu takip eden gelişmeleri ele almak istiyorum.