“Bey’atu’r-Rıdvan” olarak tanımlanan biat, uzlaşmaya yanaşmayan Mekke oligarşisine dönük, umre niyetiyle yola çıkmış Müslümanları muhatap almaktan kaçınamayacağına dair bir bildiri niteliği taşıyor. “Ölümüne” bir biat olduğu için “Şecere Biatı” olarak da adlandırılıyor. Orada umre yolcuları, tıpkı altında toplandıkları dalları birbirine geçmiş akasya ağacı gibi ayrılmaz bir bütün olduklarını göstermişlerdi. Barış için nihai noktaya kadar direnen Müslümanların gerekirse savaştan kaçmayacağı anlaşılmıştı. Biatı konu alan ayette, kargaşa ve belirsizliğin huzursuzluğa yol açtığı bildiriliyor: “Şüphesiz Allah o ağacın altında, sana biat eden müminlerden razı oldu. Kalplerinde olanı bildi. Ve onlara huzur ve sükûnet bahşetti. Ve onları yakın bir fetih ile mükâfatlandırdı.” (Fetih, 18)
Biat gerçekleştiği sırada Hz. Osman (ra) Mekke’de tutukluydu. Peygamberimiz biat alırken bir elini diğerine vurarak, “Bu, Osman için” demişti.
Biat’ın sergilediği güç, dayanışma ve kararlılık göstergesi olarak yansıdı Kureyş’e ve Süheyl b. Amr, Hz. Peygamber ile bir anlaşma yapmak üzere elçi olarak Hudeybiye’ye geldi. Peygamberimiz Süheyl’i gördüğünde, “Bu adam barış için gönderilmiştir” diyerek yansıttı, ilk izlenimini.
Peygamberimiz’in barıştan yana ısrarı elçiye dönük iyi kabulünde dile geldi. Öyle ki Süheyl’in titiz ve inatçı bir tavırla ve ayrıntılara girerek öne sürdüğü antlaşma şartlarını kabul ederek, yazıya dökülmesini istedi.
Süheyl’in katı tavrına karşılık Peygamberimiz’in yumuşak ve sakin davranması sahabe arasında şaşkınlıkla karşılandı. Karargâhta öfke ve hoşnutsuzluk yansıtan cümleler dolaştı: Hz. Muhammed (sav), düşmanlarına nasıl bu denli uzlaşmacı bir tutum sergileyebilir? Önemli kararlar alırken her zaman yaptığı gibi dostlarına danışmaması nasıl açıklanabilir peki? Neler oluyor da Peygamber hiç de güçsüz bir durumda değilken ashabının benimseyemediği şartları tartışmaya açmadan kabul ediyor?
Bu konuyu “Fıkhu’s Sîre/Resulullah’ın Hayatı” kitabında tartışırken Muhammed Gazali Peygamberimiz’in Hudeybiye’de, “meseleyi takdir etmenin alışılagelmiş yollara terk edilmediği” şeklinde bir değerlendirme yapıyor. Doğru veya yanlışın, ak ve karanın, dost ve düşmanın çok belirgin olduğu bir sırada Peygamberimiz tavrını, “sonu hayırlı neticelere dayanan bir mübarek barış”tan yana koymuştur. Yine, haram aylarda barışı korumaya yönelik titizliğiyle Peygamberimiz, antlaşma kâğıda dökülürken kendi ilkelerini paranteze almayı bir yenilgi işareti olarak görmedi. Öteki tarafı temsil eden Süheyl’in “ben bunu bilmem, ‘senin adınla ey Allah’ım’ diye yaz” demesi üzerine anlaşmanın “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla” yazılması doğrultusundaki talebini ve yine peygamberliğini belirten ifadeleri de geri çekti. (1)
Barış mümkünse, kendini duyuruyorsa ve Peygamberimiz de buna kani olmuşsa, her türlü “taviz” diye adlandırılabilecek adımı atabilir, öne sürülen şartları onaylayabilirdi. Bu açıdan Hudeybiye tutumu sadece “İslam kılıç dinidir” diyen kesimlerce değil, barış yönünde gayreti korkaklık ve zayıflık alameti olarak saymaya yatkın Müslümanlar tarafından da iyi okunmalı.
“Bu antlaşma Muhammed b. Abdullah e Süheyl b. Amr arasında yapılan bir antlaşmadır” diye başlayan antlaşmanın şartları şöyleydi:
1- On sene süresince arada savaş olmayacak, bu süre içinde halkın emniyeti ve asayiş içinde yaşaması sağlanacak.
2- Velisinin izni olmaksızın Muhammed’e gelenler iade edilecek. Muhammed’den Kureyş’e gidenler ise iade edilmeyecek.
3- İki taraf da birbirine ihanet etmeyecek ve yekdiğerinin malını almayacak.
4- İsteyen Muhammed ile isteyen de Kureyş ile anlaşıp ittifak oluşturabilecek.
5- Müslümanlar bu sene Mekke’ye girmeyip geri dönecek. Bir sene sonra ise Muhammed ile gelip üç gün Mekke’de kalıp ibadet edebilecek. Bu süre içinde Mekkeliler şehri boşaltacak. Müslümanlar Mekke’ye yolcu silahı olan kılıç dışında bir savaş silahıyla girmeyecek.
İlginçtir, Müslümanlar Süheyl ile bu antlaşma metnini hazırlarken, Süheyl’in Müslüman olduğu için işkenceye maruz kalan, bu yüzden zincirlerini sürüye sürüye Mekke’den kaçarak karargâha sığınmak isteyen oğlu Ebu Cendel (ra) geldi. Oğlunu beklenmedik bir zamanda ve kabul edemeyeceği şartlarda karşısında görünce Süheyl çok sinirlendi ve onu tokatlamaya başladı. Ebu Cendel (ra) Müslümanlara sığınmak istiyordu, ne var ki biraz önce yapılan antlaşma gereği Müslümanlar onu Kureyş saflarına iade etmek zorunda kaldılar. Peygamberimiz Ebu Cendel (ra)’e sabır öğütledi ve Allah’ın ona ve diğer mazlumlara bir kurtuluş yolu açacağı inancını belirtti. Fakat verilmiş söz korunmalı, yapılan antlaşmaya ihanet edilmemeliydi.
Buna karşılık, ayetle de bildirildiği üzere Müslümanlar, kendilerine sığınan Müslüman kadınları Mekke’deki müşrik kocalarına vermekten kaçındılar. (Mümtehine; 10) Mesela Peygamberimiz’in halası Beyza Hanım’ın torunu ve Hz. Osman (ra)’ın -anne bir- kız kardeşi Ümmü Gülsüm Binti Ukbe (r.anha) Müslüman olduğu için 7 yıl boyunca süren eziyetten kurtulmak üzere Medine’ye sığındığında Peygamberimiz, Mekke’den gelen kardeşlerine antlaşma metninde kadınlarla ilgili bir kayıt bulunmadığı için onu geri vermeyeceğini belirtecekti. Bu tavır, Müslüman kadınların, Kureyş’e geri verilen erkekler kadar işkenceye tahammüllü olamayacağı endişesinden de kaynaklanıyordu.
Hudeybiye antlaşması ilk okumada Müslümanlara karşı cahilî yargılarla, kibir ve hor görüyle yaklaşan Kureyş’i memnun ettiği izlenimi uyandırıyordu. Söz gelimi Müslümanlar Ebu Cendel (ra)’i Kureyş’e geri vermişlerdi, ancak Kureyş Müslümanların arasında yaşarken mürted olup kendi aralarına dönenleri Müslümanlara geri vermeme hakkına sahip kılınmıştı. Peygamberimiz’in açıklaması şöyleydi: Müslüman toplum, kâfir olarak Kureyş’e dönen kişinin şerrinden kurtulmuş olurdu. Buna karşılık kendilerine iade edilen Müslüman, Kureyş’i aciz bırakan bir düzen dışı unsur olmayı sürdürürdü. Hicret edinceye kadar Peygamber ve diğer Müslümanlar da Kureyş içinde aynı şekilde yaşamış, ancak zamanla Kureyş oligarşisini çaresiz bırakan bir topluluk niteliği kazanmışlardı.
Gelgelelim kafiledeki Müslümanların çoğunluğu Mescid-i Haram’ı ziyaret etmeden dönmeyi içlerine sindiremiyorlardı. Hz. Muhammed (sav)’in, “Kalkınız, kurbanlarınızı kesiniz, sonra tıraş olunuz” diye davet etmesine ve bu daveti üç kez tekrarlamasına karşılık, kimse yerinden kımıldamadı. O da Ümmü Seleme (r.anha)’nin yanına gitti. Konuştular. Ümmü Seleme (r.anha) ona, kendisinin meydana çıkıp kurbanını kesmesini, berberini de tıraş olmak için çağırmasını, bu süre içinde de kimseyle konuşmamasını söyledi. O takdirde gecikerek de olsa davetine uyacaktı şaşkın ve kararsız topluluk. Gerçekten de öyle oldu ve Hz. Muhammed (sav)’in kurban kestiğini görünce Müslümanlar da kararsızlıktan kurtulup harekete geçtiler, hâlâ canları sıkkın olduğu halde kurbanlarını kestiler ve birbirlerini tıraş ettiler. Birkaç gün daha Hudeybiye’de kalıp Medine’ye döndüler.
Kervan, geliş yolunda olduğunun aksine heyecandan yoksundu. Özellikle Mekke’yi özleyen ve Kâbe’yi ziyaret etme arzusuyla dolup taşan muhacirler, hayal kırıklığı içinde ve üzgün görünüyorlardı. Yapılan antlaşmanın nasıl kendi hayırlarına olacağını anlamakta zorlanıyordu çoğu. Bu sırada bir vahiyle inen “fetih” müjdesi, bozuk morallerinin düzelmesine yardımcı oldu.
Nitekim çok geçmedi müşrikler, antlaşmanın şartlarından şikâyete başladı. Barışın bir bereketi var: Müslümanlar da Peygamberimiz’in ferasetli tutumunun olumlu sonuçlarına tanık oldukça hamd ediyorlardı.
Antlaşma, arada gidip gelen fitne figürlerinin silikleşmesini de sağlamıştı. Kureyş müttefik arayışından vazgeçmiş, ticari faaliyetlerine geri çekilmişti. Müslümanlar ise bu ortamda kültürel, siyasal ve askeri alanda faaliyetlerini geliştirdiler. Barış ortamında karşı cephelerden insanlar rahat bir gönülle görüşüp tartışmalar yapmaya başlamışlardı. Buna bağlı olarak birçok kabile İslam’ı kabul etti. Savaşla değil, antlaşma yoluyla elde edilen bir fetih olarak değerlendirildi Hudeybiye. Peygamberimiz Hudeybiye’ye bin dört yüz kişi ile gelmişti, iki sene sonra Mekke’ye doğru yola çıktığında ise yanında on bin kişi olacaktı.
Kaynaklar
1. Muhammed Gazali, Fıkhu’s Sîre, sf. 361, Risale, 2000.