Çocukluğunuzda Muharrem ayı nasıl karşılanırdı?
Azerbaycan'dan gelen 12 imam mezhebinden bir aileye mensubum. Çocukluğumda çevremde Muharrem ayının hiçbir etkisi görülmezdi. İstanbul'da Kurtuluş'ta, belki paskalyanın, Noel'in etkisinin görülebileceği bir ortamda doğmuşum. Ancak bu etkileri pek fark edemeyecek bir yaşta, 5 yaşlarında Feriköy'e taşındık. Bu sefer de Ermeni vatandaşların çok olduğu bir sokaktaydık. Çobanoğlu Sokağı... "Nene" diye hitap ettiğimiz babaannem, Müslüman mahallede olmamasından şikayetçiydi. O zaman bizim gibi İran Azerbaycan'ından gelmiş ailelerde şöyle bir âdet vardı: Muharrem'in ilk günü radyolar kapatılır (henüz TV yoktu), ancak Safer'in sonunda açılırdı. Çünkü yalnız Muharrem'de matem tutulmakla yetinilmezdi. Safer'in yirmisine kadar her sene 40 gün matem devam ederdi -buna "İmamın kırkı" denirdi-. 28 Safer, Aziz Peygamber'in vefatı, 29 Safer de İmam Hasan'ın vefat tarihi kabul edildiği için bu günler de matem sayılırdı. Onun için matem Muharrem'de başlar, Safer ayının sonuna kadar iki ay sürerdi.
Ama şimdi İran'daki uygulamayı bilmiyorum, belki biraz hafiflemiştir. O zaman yalnız Âşûra günü değil, bütün ay matem tutulurdu ve Valide Hanı Camii'nde mersiye okunurdu. Bilhassa Muharrem'in 7'sinden itibaren matem yoğunlaşırdı. Tasua gecesinde (Âşûra'dan önceki gece, 9. gece) ve Âşûra günü çok şiddetli olurdu. Ve bilhassa o gün güneş battıktan sonraki gece... Kerbela şehitlerinin şehadetinden sonra o gece garip kalan kadınların, kızların, küçük çocukların ve İmam Zeynelabidin'den başka erkeğin kalmadığı o esir edilmiş kafilenin Kerbelâ'da acıyla geçirdikleri geceye "Şâm-ı Garîbân" yani "Garipler Gecesi" denir. Hatta Yahya Kemal'in bir şiirinde de "Şâm-ı Garîbân" ifadesi geçer:
"Son faslımızın Şâm-ı Garîbân'ında" diye.
O gece büyük bir acı yaşanmıştı. Tabii Zeynep ve Ehl-i Beyt'in hanımları Hz. Hüseyin'e çok ağlıyordu. Ama Zeyneb'in de sözlerinde dile getirdiği şu bilinçle ağlıyorlardı: "Siz Hüseyin'in başını kestiğinizi zannediyorsunuz. Halbuki kendi başınızı kestiniz. Yani "İnne şanieke hüvel ebter" gereğince kendinizin ebter olduğunu gösterdiniz. Yoksa Hüseyin'e bir düşmanlık edemediniz."
Bizim küçüklüğümüzde ve bilhassa nenem gibi İran'da doğup buraya gelen yaşlı hanımlarda ve erkeklerde Muharrem boyunca matem kuvvetle sezilirdi. Valide Hanı'nda halen böyledir. Sanıyorum şimdi Iğdırlıların camilerinde de aynı şeyler oluyor. O devirde İstanbul'da Şii olgusu olmadığı için yalnızca iki Şii camii vardı. Birisi Valide Hanı'ndaki cami, diğeri de Üsküdar'da Seyyid Ahmet Kabristanı'nın içinde olan küçük camii. O Valide Hanı Camii'nde bütün Muharrem ve Safer ayı boyunca gündüz hanımlara, gece erkeklere mersiye okunurdu. Ve orada kadın-erkek hıçkırarak ağlardı. Babam, radyo çalmazdı, ama çok fazla duygulandığını da göstermek istemezdi çocuklarına ve nedense eve Azerî şivesiyle "malla" denen din adamı çağırtıp mersiye okutmazdı. Nenem ise buna üzülürdü. Kurtuluş'ta uzaktan akraba bir Azerî ailesi vardı. Biz de nenemle birlikte oraya gidip mersiyeleri dinlerdik.
Nenem evde devamlı -kulağımda kalan- mersiyeler okuyarak ağlardı. Mesela;
"Nece gâm ağlamasın tâş bugün,
Kesilip yetmiş iki bâş bugün,
Bu gece âl-i Ali'nin işi efgân olacak,
Ki sabah kelb ü beladeşta gızılgâm olacak.
Bu gece sohbet eder Leylî (1) Ali Ekber ile
Ki sabah nâşı onun Ümmetine Kurban olacak." gibi böyle çok duygulu mersiyeler okunurdu.
Şunu da söylemek lazım ki, Sünnî olmak, Ehl-i Beyt sevgisine sahip olmaya elbette mânî değildir. Türkiye'de de tarikat yurdunda Ehl-i Beyt sevgisine sahip olanlar vardı. Seyyidnizam'da, bilhassa Sümbülefendi'de toplanarak onların da ayrı mersiye okuduklarını bilirdim. Ama küçükken beni oraya götüren olmadığı için bunlara pek katılamazdım. Daha sonraları Sümbülefendi'ye, Merkezefendi'ye de uğradım. O zamanlar Sebilci Hüseyin Efendi gibi mersiyehanlar Valide Hanı'na da gelir ve Osmanlı döneminde yazılmış mersiyeleri okurlardı.
Benim düşüncem şudur: 12 imam mezhebi yani Ehl-i Beyt mezhebi dediğimiz mezhep, zaten İslâm'ın üç ortak esasına önem verir: Tevhîd, Nübüvvet ve Mead. Geriye iki şey kalıyor. O da iman-ı kâmil meselesidir. Yoksa zahiren Müslüman kabul edilmek için değil. İman-ı kâmil'e sahip olmak için; öncelikle Ehl-i Beyt sevgisi, yani imamete, Ehl-i Beyt imamlarının önderliğine, "Usve-i hasene"yi de devam ettirdiklerine inanmak ve iman etmek. Ve iman etmekle, inandım demekle kalmayıp bu sevgiyi yaşamak. Bir de Allah'ın adaletine inanmak. Yani Allah'ın bize irade serbestisi verdiğine ve kimseyi kötülüğe zorlamadığına, bunun bir sevgi imtihanı olduğuna inanmak. Bunun dışında mesela "Emr-i bil maruf ve nehy-i ani-l münker" gibi ilkeler, sonra da tevellâ ve teberrâ ( Allah'ın velilerini, Rasul-ü Ekrem'in Ehl-i Beyt'ini sevmek ve onlara düşmanlık edenleri sevmemek anlamındadır). İşte bu bilinçte olan, ama aynı zamanda Sünnî fıkıh mezheplerinden olan çok kişi vardır. Mesela bunlardan biri "Eşref Amca" diye hitap edilen sevdiğim bir zât vardır. Ahmet Yüksel Özemre'nin "Üsküdar'ın Üç Sırlısı" kitabında bazı menkıbeleri anlatılan işte Eşref Amca, Nâfiz Baba, Ali Fâni Dede gibi isimler Hüseyin sevgisinde fani olan kimselerdir. Allah bunların emsalini çoğaltsın diyelim. Ve Hüseyin sevgisi olunca zaten bu Şiî-Sünnî ihtilafı da ortadan kalkar. Zaten fıkhî ihtilaf önemli değildir. Namazı Malikiler de eli açık kılıyor. Şiiler de kılabilir. Önemli olan Ehl-i Beyt sevgisine sahip olmak veya olmamak. İman-ı kâmil bakımından.
Aşure tatlısı pişirme geleneği İran'da yoktur; hatta pek iyi de bakılmaz. Âşûra geleneğini Emevîler'in uydurduğuna inanılır. Buna göre İmam Hüseyin'in şehadetini unutturmak için, Âşûra'nın Nuh'un gemisinin karaya çıktığı gün olduğu ve gemide kalan yiyeceklerle bir tatlı yapıldığı gibi uydurma rivayetlerle o gün matem değil, sevinç günü haline getirilmiştir. Ancak Aşure pişirme geleneği Türkiye'de Alevîler arasında yayılmıştır.
İran'da, un helvası gibi bir helva yapılıp Âşûra günü Şâm-ı Garîban'da, İmam Hüseyin'in taziyesinde dağıtılır. Aşure önemli değil bana göre. "İnneme'l â‘mâl-ü bi'n niyyât- ameller niyetlere göredir-".
Mersiye için gene "İnneme'l â'mâl-ü bi'n niyyât - ameller niyetlere göredir." denebilir. Çok güzel mersiyeler vardır. İnsanı ağlatarak ve o duygulanma yoluyla kendi kurtuluşumuzu sağlar. Ehl-i Beyt'e faydası olsun diye değil, bizim o sevgiye sahip olmamız için. Biz ona ağlamakla Hz. Hüseyin bir şey kazanmayacak. Onun için mersiye geleneğinin kökeninde İmam Hüseyin'in Kerbela'da söylediği şu vasiyeti görüyorum:
Hz. Hüseyin'in küçük kızı Sekîne'nin susuzluğuna çare olsun diye amcası Ebu-l Fazl, kılıcını çekip son bir çıkış yapar şehid olmadan önce. Ama Ömer b. Saad'ın emriyle önce bir kolu sonra diğer kolu kılıçla vurularak kesilince Fırat'a yetişerek doldurduğu deri tulumu dişleriyle tutarak taşımaya çalışır. Bu sefer de ona ok atılınca yere düşer ve çadırlara doğru "ya ehî idrik ehîk" diye bağırır. İmam Hüseyin de "El ân in kesere zahri- şimdi işte belim kırıldı." der. Ve Sekîne'nin sonradan rivayet ettiği şu vasiyeti yapar: "Ey beni sevenler! Benden sonra bir yudum tatlı su içerseniz, soğuk içimi hoştur derseniz bir de beni anın; bir garibi bir şehidi işittiğiniz zaman bir de bana yanın."
Mersiyenin anlamı şudur: Hüseyin sevgisiyle onun başına gelenlerden acı duyarak, kendi kalbini sevgiyle yumuşatmak, başkalarına Yezidlik yapmayacak hale gelmek. Onun için eğitici bir görevi vardır ve insanın şahsî kurtuluşu için de bu çok önemlidir.
Şiî yönetimler de unutturduğu için şeklen Şiî olmak önemli değil. İran'da da Hüseyin örneğinden hoşlanılmazdı. Saray çevresinde olanlara, hükümdar olanlara da niye ağlandığı, örnek alınması gerektiği unutturulmuştur. Ama ilk defa İslam devriminin İran'da gerçekleşebilmesinin sebebi, İran'da Hz. Hüseyin örneğinin anlaşılma oranının yoğunluğu sayesinde oldu. Kerbelâ devamlıdır, her yerde vardır ve her gün Âşûra'dır. Bu inanç, Hüseyin örneğine dikkat edilmesine yol açtı. Yine de çok mükemmel olduğunu söyleyemem.
Eksik bile olsa İran devriminin ilk hareket noktası Hüseyin davasıdır. Şimdi Bush'a karşı duruş da yine Hüseyin'in bereketidir. Hüseyin'in temsilinden mahrum olanlar ümitsiz, anlamsız çıkışlar yapabilirler, ama hayırları olmaz. Kendilerine zarar verirler. Boş yere kan dökülmesine sebep olurlar. Ama Hüseyin'in örneği öyle değil. Hüseyin'in örneği bilinçli olarak zillete boyun eğmemek, asla taviz vermeme örneği olarak görülür. Bir de şunu söylemek lazım. Hüseyin örneğinde Alevî olsun Sünnî olsun, Hüseyin'i sevenlere de şeytanın şu açıdan yaklaşmasına müsaade etmemek lazım. "Hüseyin böyleydi, ama Hasan o karakterde değildi." denemez. Hasan'a Hüseyinlik görevi verilseydi, o Hüseyin olurdu, Hüseyin de Hasan... İmam Hasan'ın tutumunu Hz. Ali de göstermiştir. Ve İmam Hüseyin'den sonra İmam Mehdi'ye kadar bütün İmamlar göstermiştir. İmam Mehdi de kalben göstermektedir. Çünkü Allah'ın izni olmadıkça zuhur yoktur. Ama İmam Hüseyin'in örneğine zaten Mehdî ulaşacak, dünyada İmam Hüseyin'in istediği şekilde adil, sevgiye dayanan idare kurulacak.
1) İmam Hüseyin´in oğlu, Kerbela´da şehid olan Ali Ekber-in annesi Leyla.
Prof. Dr. Hüseyin Hatemi Kimdir?
1939 yılında İstanbul'da doğan Hüseyin Hatemi,
1960 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinden mezun olmuştur.
1960 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Medeni Hukuk kürsüsüne fahri asistan kadrosuyla atanmıştır.
1961 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Medeni Hukuk kürsüsü kadrosuna atanmıştır.
1968 yılında "İslam hukuku ile mukayeseli olarak vakıf kurma işleri" konulu tezle doktor unvanını,
1973 yılında "hukuka ve ahlâka aykırılık kavramı" üzerine yaptığı çalışmayla doçentlik unvanı,
1981 yılında "Medeni Hukukta tüzel kişilik" çalışmasıyla profesörlük unvanı almıştır.
İslam düşüncesi ve hukuk konusunda 40'a yakın telif ve çeviri kitabı bulunan Prof. Dr. Hüseyin Hatemi, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Medeni Hukuk Ana Bilim Dalı'nda Kürsü Başkanı olarak görev yaptı.
Ustalardan Kerbela Mersiyeleri dinlemek için resme tıklayabilirsiniz.