Doğduğunda ona adını veren Peygamber'in evinde büyüdü. Kur’ân ın nazil olduğu hanede yetişti. Bu yüzden ayetlerle ilişkisi neredeyse doğuştan başladı. Halifeliği etrafında dönen meselelerin İslam tarihi boyunca çok yer tutması yüzünden asıl üzerinde durulması gereken şey, vahiyle ne denli yoğuruluşu gözden kaçıyor.
Her şeyden önce şunu görmek gerekir ki Şii ya da Sünni bütün alimler hiçbir sahabenin onun kadar Kur’ân’a şahitlik edemeyeceğini tasdik ve teslim etmişlerdir. O doğdu ve hiçbir puta tapmadan on yaşlarında Müslüman oldu. Geçmişinde herhangi bir cahiliye izi yok. Onun Kur’ân'la temasında vahyin içinde şekil almak var, ayetlere uzaktan bakıp nesnel olarak bir bilim adamı edasıyla çıkarımlarda bulunması söz konusu bile değil. Kur’ân’ın bir bulut gibi inişine onu içine alışına bütün hücrelerine kadar onu yıkayıp arındırmasına uğradı. Ayetler hücrelerine kadar nüfuz etti. Tirmizi’nin Sünen’inde ve daha birçok kaynakta geçtiği gibi “Ben hikmet eviyim Ali de onun kapısı” dedi Allah Rasûlü.
Kızı Fatıma’nın rızasını sorarken: “Seni ümmetimden ilk Müslüman olanı, onların en bilgilisi ve yumuşak huylusu ile evlendirmemi istemez misin?” diye sormuştu. Ümmü Ebiha denilecek kadar babasına düşkün bir kızdan, vahiy ve tebliğ sürecinin, hicretin ve daha nice zor günlerin tanığı, yaraların sarıcısı hüzünlü Fatıma’dan daha kıymetli ne olabilir? Onu isteyenler vardı elbet ama o Allah’tan bir işaret beklemiş ve işaret Ali için gelmişti.
Hayber savaşı sırasında sancağı bir gün sonra Allah’ı ve Rasûlünü seven birine vereceğini ve zaferin onun eliyle kazanılacağını söylemiş, ertesi gün de sancağı büyük zafere imza atacak olan Ali bin Ebu Talib’e vermişti.
On yaşında Müslüman olarak inanan ilk erkek olan, Peygamber'in omuzuna çıkıp putları kıran, vahiy evinde büyüyen, Peygamberimiz'in bir daha yanından hiç ayrılmayan, gözünün nuru Fatıma ile evlenen, torunlarının babası, sancağın taşıyıcısı, ilmin kapısı amcaoğlundan söz ediyoruz.
Yüksek zekası ve idrak gücüyle elbette ilimden çok şey öğrendi. Sahih bir rivayette Peygamberimiz onun için “Ali’yi ancak müminlerin sevebileceğini sadece münafıkların ona kin besleyeceğini” bildirmişti. Vahyin inişine tanıklık etti, esbab-ı nüzula vakıf oldu. Hicret günlerinde O’nun yerine ölüm yatağına yattı. Kur’ân ve Sünnete tam olarak teslimdi ruhu ve bedeni.
Peygamberliğini kavmine açıklama zamanı gelince onüç yaşındaki Ali ile dertleşti bu ağır sorumluluk hakkında.
İlk gençlik çağlarında Rasûllerin ancak tebliğ görevi olduğunu, onların sevdiklerini bile hidayete erdiremeyeceklerini, aslolanın herkes reddetse bile Allah’ın rızası safında sebatla devam etmek olduğunu, bir şeyi herkes kabul etse bile O’nun rızası olmayan yerde durmamak, yerini doğru seçmek gerektiğini kavramıştı.
Kur’ân’a Bakışı, Vahiyle Parlayan Gözleri
Daha peygamberimiz hayattayken Kur’ân'a dayanarak fetva vermiş ve Rasûl tarafından bu konudaki gücünü ve ehliyetini göstermek ve desteklemek üzere onaylanmıştır. Sahabenin pek çoğu bir mesele gündeme gelince Hz. Ali’nin görüşünü arardı. Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer de halifelikleri boyunca onunla istişare etmişlerdir. Bu dönemlerde resmi bir görev üstlenmemiş olsa da gönüllü danışmanlık yapmış ve Kur’ân'dan çıkarımda bulunmada ne kadar önemli bir dayanak ve kaynak olduğunu göstermiştir. Peygamberimiz'in vefat etmiş bulunduğu son derece kritik yıllarda İslami bir devletin kuruluş aşamasında, Kur’ân ahkamının hayata geçirilmesinde İslam toplumunun temellerinin atılıp kuvvetlendirildiği bir zamanda büyük katkı vermişti.
Ali bin ebi Talip diyor ki: “Allah Rasûlü'nün gece ve gündüz yanına giderdim. Ondan bir şey istediğimde bana karşılık verirdi. Ona nazil olan hiçbir ayet yoktur ki ben onu okumamış olayım, ya da tefsirini ve tevilini öğrenmemiş olayım. Helal-haram, emir-yasak, taat-masiyet ne varsa Cenab-ı Hakk'ın bana öğrettiği hiçbir şeyi unutmadım. Nitekim Allah Rasûlü elini göğsümün üzerine koyup: ‘Allahım onun kalbini ilim, anlayış, hikmet ve nurla doldur!’ diye dua ettikten sonra yüce Allah bana senin hakkındaki duama icabet ettiğini haber verdi dedi”.
Abdullah bin Mes’ud der ki : Kur'ân yedi harf üzere indirilmiştir. Bu harflerden her birinin zahir ve batın manası vardır. Ali hem zahir hem de batın ilmine sahiptir.
Peygamberimiz de bir vesileyle “Ey ashabım! Sizden biri Kur’ân'ın tevili üzerine savaşa koyulacaktır. Nitekim ben de Kur’ân inerken (nüzulü sırasında) birileriyle savaşmıştım” demişti. Ayetlerin doğru tevili için mücadele edecek olan Ali idi. Sonra da bu uğurda canını veren oğul Hüseyin.
Hz. Ali Kur’ân konusunda derin bilgisinden yararlanmak isteyenleri soru sormaya teşvik eder, ayetlerin ne zaman ve nerede nazil olduğunu çok iyi bilirdi. Hz. Peygamber zamanında O daha hayattayken Kur’ân-ı Kerîm’in tamamını ezberlemiş ve bu konu etrafındaki bütün meselelere son derece vakıf hassas titiz nadide kişilerden biri idi. Halifeliği zamanında da hadislerin dikkatle rivayetini temin için Hz. Peygamber'e aidiyetini kesin olarak bilmediği hadisleri nakledenlere onları Rasûl-i Ekrem’den duyduklarına dair yemin ettirirdi. Çok da güzel Kur’ân okurdu.
Peygamber onu Halid bin Velid’den sonra Yemen Kadılığına atadığında ilmi durumunun böyle bir görevi yerine getirmeye elverişli olmadığını söylemişti. Peygamber elini onun göğsüne koyarak teskin etmiş, Allah-u Teala’nın ona doğruyu ilham edeceğini ve hakkı söyleteceğini belirterek tereddütlerini gidermişti. Orada nasıl hükmetmesi gerektiğini öğretmişti. Ashabın en bilgili kişilerinden biri olduğu halde ondan bize yeterince bilginin ulaştırılmaması düşündürücü. Hayatının savaşlarla geçmiş olması, hilafetinde isyan ve fitneleri bertaraf etmek için uğraşması ilmini aktarmaya fırsat bulamamasının sebebi olarak zikredilir.
Fakat her şeye rağmen hutbeleri Kur’ân'a bakışını da, O’ndan yaşamın özüne dair çıkarımlarda bulunma usulünü de gözler önüne seriyor. Örnek hilafete getirildiği gün yaptığı konuşma. Taberi’nin aktardığına göre Hz. Ali kendisine biat edilip hilafete geldiği bir Cuma günü yüce Allah’a hamd ü sena ettikten sonra Kur’ân'a bakışındaki yalınlığı sadeliği ortaya koyan şu hutbeyi irad etti :
“Yüce Allah insanları hidayete erdirecek bir kitap indirmiş ve içinde hayrı ve şerri açıklamıştır. Sizler hayrı alın, şerden de uzak durun. Yüce Allah’ın hakkı olan farzları eda edin ki o da sizi Cennet'e koysun. Yüce Allah herkesçe bilinen bazı haramlar koymuş, ancak Müslümanın can ve mal güvenliğini bu haramların hepsinden üstün ve daha ağır kılmıştır. Müslümanları tevhid ve ihlasla birbirlerine bağlamıştır. Müslüman, insanların elinden ve dilinden zarar görmediği kimsedir. Hak etmediği sürece Müslümana zarar vermek caiz değildir. İnsanlara yardım etmekte yarışın. En fazla dikkat edip de hazırlık yapmanız gereken husus ise ölümdür. Sizden önce bir sürü insan öldü, kıyamet de sizi kovalamaktadır. Yükünüzü hafif tutunuz ki hedefe ulaşasınız. Zira her insanı kendi sonu (ölüm) beklemektedir. Ey Allah’ın kulları! Allah’ın kulları ve beldeleri konusunda Allah’tan korkun. Biliniz ki topraktan ve hayvanlardan dolayı dahi hesaba çekileceksiniz. Yüce Allah’a itaat edin ve sakın O’na karşı gelmeyin. İyi bir şey gördüğünüz zaman alın, kötü bir şey gördüğünüz zaman da ondan uzak durun. Yeryüzünde az sayıda olduğunuz ve zayıf sayıldığınız için insanların sizi esir olarak alıp götürmesinden korktuğunuz zamanları hatırlayın.”
Bu hutbede bir tek süslü ve karmaşık cümle, anlaşılması güç bir kelime yok. Son cümlede Enfal 26’ya göndermede bulunuyordu. Hz. Ali’nin Kur’ân'a bakışı sade, yalın, duru ve berraktı. Büyük bir hakikat, herkesin anlayıp gereğini yerine getirebileceği kadar anlaşılırdı aslında onun dilinde. Doğrudan kalbe nüfuz eden zihinlerin karmaşasını çözen, nefisler aksine meylettirmedikçe her aklın ve kalbin kabul edip onaylayacağı hayat felsefesi. İşte işin aslını bir paragraflık hutbede açıklayacak, derinlemesine nüfuz edecek kadar tertemiz bir vahiy algısı.
Hz. Osman zamanında birçok sorun ileri sürüldü, çatışma ve tartışmalar oldu. Bunların biri de Kur’ân'ı şimdiki sure sıralamasıyla altı nüsha yazdırıp belli başlı şehirlere yollaması, başka türlü yazılanları toplatıp yaktırması ve bu konuda bir tevhid sağlamasıydı. Böylece resmi bir Mushaf vardı artık farklı şekillerde yazıp elinde bulunduran ve okuyanlara karşı. Hz. Ali de kendisine nüzul sırasına göre bir nüsha yazmış ve onu okumaktaydı. Fakat bu konuda icmaya uydu. Zaten bir muhalefeti, içine sinmeyen bir yanı olsaydı bunu dillendirmekten itirazlarını serdetmekten geri duracak, çekinecek biri değildir. Çünkü o insanlar ne yapmışlarsa Allah için yapmışlardır.
Zaten Peygamberimiz'e vahiy katipliği de yapmıştı. Birçok ayeti ilk bilen ve duyan kişi oldu. Vahyin inişine ve Cebrail(as)’ın onu getirişine tanık oldu. Engin Kur’ân birikiminin ışığında Hudeybiye Barış Antlaşması gibi önemli bir metni kaleme alan da odur. Bedir, Uhud, Hendek ve Hayber başta olmak üzere bütün savaşlara katıldı, sadece Tebuk gazvesinde Peygamber'i temsilen Medine’de kaldı. Evs, Hazrec ve Tay kabilelerinin taptıkları putları, bir de Mekke’nin fethinden sonra Kâbe’deki putları imha etme görevi de ona verilmişti.
Kur’ân'la ilişkisi öyle yakın ki hicretin 9. Yılında (631) hac emiri olarak tayin edilen Hz. Ebubekir’e Mina’da yetişip o sırada henüz inmiş bulunan Tevbe suresinin ilk yedi ayetini okumak üzere görevlendirildi. O andan itibaren müşriklerle Müslümanların hacda birlikte bulunamayacağı bildiriliyordu, hiç kimsenin Kâbe’yi çıplak tavaf etmemesi de emrediliyordu, bunları iletmek üzere Peygamber tarafından görevlendirilmişti.
Peygamberin ölümünden sonra halife olmaması asla Kur’ânî ehliyetinde bir problem olduğu için değil. Allah onu büyük ihtimal zor günler için saklamıştı. İslam devletinin savunma ve gelişmesinin sürdüğü iyi günlerde Hz. Ebubekir yaşı, yakınlığı, dirayeti, saygınlığı, Kureyş’ten gelmesi ve muhalefeti de bir şekilde kazanabilecek konumda olması yüzünden şûradan öncelikli aday olarak çıkmıştı. Ömer’in seçilişi de biraz bunun devamı olarak yorulabilir. İkisini de desteklemişti bir şekilde Hz. Ali. Hatta Ömer’e hicret edilen günü Müslümanların tarih ve takviminin başı olarak alınmasını teklif eden de odur.
Hz. Ali hakkında daima abartılı anlatımlar var. Özellikle de Şii literatürde. O, peygamberleri bile kıskandıracak meziyetlere ve kerametlere sahip. Anadolu Türk İslam kültürü için de dillere destan bir menakıbı var. Oysa bu abartılar olmadan da zaten büyük bir insan. İlim yönünden Sünni alimlerden çoğu da sahabenin en üstünü olduğunu bildirir. Mesela merhum Ömer Nasuhi Bilmen de bütün sahabe ve halifeler içinde isabetli hüküm vermede en yetkin olanıdır diye düşünüyor. Ona muhalefet etmiş olan Hz. Aişe bile bunu teslim etmişti. Mesh üzerine meshin hükmünü soran bir kişiye “Sen bunu Ali’ye sor, o Allah’ın elçisiyle birlikte çok seyahat etmiştir” demişti. Bu onun herkesten daha fazla onunla birlikte olup Kur’ân’ın hayata geçişine yakinen tanıklık ettiğine işaret eder. Peygamberimiz'in "Ben ilmin şehriyim Ali onun kapısıdır" sözünü birçok Şii Sünni alim teyit eder.
Yine de makul ve mutedil davranmak, onu ruhunun incineceği bir cahillikle tanrılaştırmamak gerekir. Böyle boğan bir sevgi tanrısız, peygambersiz bir Ali anlayışına kadar uzanan patolojik zihinsel ve kültürel yapılanmalara sebep oluyor. Cüneyd-i Bağdadi (ö. 297/909) onun aslında ledün ya da batın ilminin üstadı olduğunu ama aman vermeyen savaş yılları yüzünden bunları açıklamaya fırsat bulamadığını söylemişti. Bu gibi iddialar teyit edilememiştir bu güne kadar. Tarikatların kimi yanlış uygulamalarına Hz. Ali’yi alet etmeleri de kabul edilemez. Zaten “batın ilmi” kavramsallaştırmasının sahabe dönemi sonrasına ait olduğu düşünülüyor.
Zaten kendisi de “Şunu bilin ki ben ne peygamberim ne de bana vahiy geliyor, ben sadece gücüm yettiğince Allah’ın kitabı ve elçisinin sünnetiyle amel ediyordum” demişti. Hz. Ali’ye isnat edilen, hamledilen “cifr ilmi” de böyledir ve birçok bilim adamı bu iddiaların asılsız olduğunu düşünüyor.
Fakat Hz. Ali’nin Kur’ân'a vukufiyetiyle ilgili hiçbir kuşku yok. “Bana Allah’ın kitabından sorun. Allah’a andolsun ki ben Kur’ân daki her bir ayetin ne zaman ve ne hakkında nazil olduğunu bilirim. Çünkü rabbim bana akleden bir kalp ve çok sorup soruşturan bir lisan lütfetti” demişti. Bu rivayet birçok kaynakta farklı söylemelerle ve eş manada geçiyor.
Kur’ân'ı cem eden kimselerden biri olduğunu söyleyenler cem kelimesinin hıfzetmeye de işaret ettiğinde hemfikir. Şahsi bir Mushaf hazırlamış olması doğal. Basılı matbuat olmadığına göre kendine nüzul sırasıyla ayetleri yazıp okumuş hıfzetmişti.
Tefsir rivayeti bakımından da en fazla veri Hz. Ali hakkında. 700 civarında tefsir rivayeti var. Çoğu da esbab-nüzul hakkında. Bu dönemde halifeler sükût ettiler. Allah adına konuşmak riskli diye değildi tefsirden kaçınmaları. İlk Müslüman nesil Peygamber'le birlikte nüzul sürecine tanıklık etmişler ve doğru anlama, yanlış anlama problemiyle karşılaşmamışlardı. Şimdi teknik bir anlama-tefsir etme çabamız var. Acaba ayetleri günümüzde nasıl anlamalı, Peygamber olsa nasıl hayata geçirirdi meselesi sahabeden sonrakilerin meselesi. Onlar ayetlerin nasıl yaşadığını gözleriyle görüyorlardı canlı bir örneklik içinde. Anlamaktan çok inanmak ve gereğini yapmaktı meşrepleri. Kitaplardan kitaplara, salonlardan panellere, sohbetlerden akademik tezlere aktarılıp duran cansız emir altında bir bilgi değildi ki vahiy. Duyar iman eder ve sana neye malolursa olsun hiç düşünmeden teslim olur yaşarsın. O kadar.
Nitekim İbni Mes’ud “Biz Kur’ân’ı onar ayet olarak bellerdik. Bu on ayeti hem teorik hem he pratik olarak özümsemedikçe diğer ayetleri mütaalaya geçmezdik” diyor.
Hz. Ali’nin Kur’ân’la Dolu Sinesi
Hz. Ali Kur’ân metni üzerinde zihinsel çaba sarfetmekten öte ilahi mesajı içinde duymak, sindirmek, içselleştirmek, hayatı Müslümanca yaşamak suretiyle onu canlı bir metin haline getirmekle meşgul oldu. Bu yüzden İbn-i Hanbel’in el-Müsned’indeki ve Nehcü'l Belâgâ’daki “Allah’ın kitabına ittiba etmek, ehli Kur’ân olmak” gibi tabirler bu ruha işaret ediyor. Nesnel bir araştırma ve başkalarının faydalanması için yorumlar yapma kitabı değil vahiy. İşte Ali’nin “İlim bir nokta idi cahiller onu çoğalttı” sözünü böyle anlamalı. Bir noktadan ibaret hakikat yazılıp konuşulup aktarılarak kuşkuyla etrafa dağıldı. Yaşanmadıkça hayatiyetini kaybetti. Bu da ilmin gereğini yaşanmaz kılarak cehaleti yeniden üretti.
Nehcül Belaga’da yer alan Haris el Hemedanî’ye yolladığı mektupta da “Kur’ân ’ın ipine sımsıkı sarıl, onu kendine nasihatçı kıl, onun helal kıldığını helal, haram kıldığını haram bil” şeklindeki ifadeler, Kur’ân’dan ne anladığını çok açık olarak ortaya koymakta.
Kur’ân da sünnet de Hz. Ali için bilgi nesnesi değil emir ve yasaklarına harfiyen uyulması gereken yaşayan ve yaşatılması elzem olan kılavuzlardır. O’nun vahiyle ilişkisi ayetlerin potasında erime, teslim olma ve dünyevi iğvalardan tamamen berî olma biçiminde. Hikmetin adaletin hürriyetin ve faziletin kapısıdır bu yüzden.