Hâtıb b. Ebû Beltea (ra) miladi 586 yılında dünyaya geldi. Aslen Yemenli olup babası Amr b. Râşid b. Muâz el-Lahmî’dir. Genç yaşında Yemen’den Mekke’ye gelip yerleşmiştir. Cahiliye devrinde şairliği ile tanınan Hâtıb (ra) ilk Müslümanlardandır. Kuvvetli bir hitabete ve ikna edici bir konuşma kabiliyetine sahipti. Sözleri çok tesirliydi. Dinleyenleri hemen etkisi altında bırakıyordu. İslam’ın ilk tebliği yıllarında Mekke’de kalarak Hz. Peygamber’in yanında yer aldı. Allah Rasûlü (sav)’nün hicrete izin vermesi üzerine ashabdan Zübeyr b. Avvam (ra) ile birlikte Medine'ye hicret etti. Hâtıb (ra), hicretten sonra Medine’de Hz. Peygamber’in bütün faaliyetlerinde aktif bir şekilde yer aldı. İlk önce Bedir savaşına iştirak etti. Uhud gazvesi sırasında düşmanı kontrol altına almak için Ayneyn tepesine yerleştirilen okçulardan biri oldu. Savaşın seyri Müslümanlar aleyhine değişince Hz. Peygamber'i düşman hücumuna karşı koruyan sahabilere katıldı. Allah Rasûlü (sav)’nün çarpışmalar esnasında yaralandığını ve dişinin kırıldığını görünce hiddetlenerek bunu yapan müşrik Utbe b. Ebû Vakkâs'ın üzerine saldırıp onu öldürdü. Peygamberimiz bu kahraman sahabiyi takdir etti. "Allah senden razı olsun, Allah senden razı olsun" diyerek onun için duada bulundu.
Hâtıb (ra) ayrıca Benî Mustalik gazvesinde ve daha sonra Hudeybiye’de gerçekleşen Rıdvan Biatı’nda bulundu. Hz. Peygamber Hudeybiye Barış Antlaşması’nın imzalanmasının hemen ardından Arap Yarımadası’nda bulunan kabilelere ve ardından komşu devletlere İslam’a davet mektupları göndermeye karar verdi. Allah Rasûlü (sav) bu mektuplarda muhataplarına güven ve himaye sözü vererek, onlara elleri altında bulunan toprakların ve hazinelerin, vergilerin, imar edilmiş yerlerin kendileri ait kalacağını garanti etmiştir. Namazı kılıp zekâtı verdikleri sürece bu haklarının korunacağını, dinden dönmeleri halinde ise artık güvencelerini kaybedeceklerini bildirmiştir. Hz. Peygamber bu amaçla Hâtıb b. Ebû Beltea (ra)’yı da aşağıdaki davet mektubuyla Mısır Mukavkısı Cüreyc b. Mînâ'ya gönderdi: Esirgeyen ve bağışlayan Allah’ın adıyla! Allah’ın kulu ve elçisi Muhammed’den, Kıptîlerin büyük başkanı Mukavkıs’a: “Allah’ın selamı hakikat yolundan gidenlerin üzerine olsun! Ben sana İslam’ın daveti ile sesleniyorum. İslam’ı kabul edersen esenliğe ulaşırsın ve Allah seni iki kez sevapla ödüllendirir; ama bundan kaçınırsan tüm Kıptîlerin günahını da sen üstlenmiş olursun. Ey kendilerine Kutsal Kitap verilenler! Gelin sizinle bizim aramızda ortak olan bir kelime üzerinde, “Allah’tan başkasına kulluk etmemek, ona hiçbir şeyi ortak koşmamak ve aramızda Allah’tan başka kimseyi efendi olarak kabul etmemek konusunda” birleşelim. Artık yüz çevirip bundan kaçınacak olurlarsa şöyle deyiniz: “Siz şahit olun ki bizler kesinlikle(Allah’a) teslim olmuş Müslümanlarız.” Mektubun okunması tamamlanınca Mukavkıs Allah Rasûlü (sav)’nün elçisi Hâtıb (ra)'e bazı sorular sordu: "O gerçekten peygamberse, kendisini öz yurdundan çıkarıp başka bir yere sığınmak zorunda bırakan kavmine neden beddua etmedi?" Hâtıb (ra)’ın bu suale verdiği cevabı susturucuydu: "Sen Hz. İsa'nın peygamber olduğunu kabul ediyorsun değil mi? O gerçek bir peygamber olduğuna göre, kavmi kendisini asmak istediği zaman, Allah onu semaya kaldırıp yükselteceğine, kavminin helak edilmesi için Allah'a dua etseydi olmaz mıydı?" Mukavkıs bu cevap karşısında muhatabını şu sözleriyle takdir etti: "Sen bir hâkimsin, yerli yerinde konuşuyorsun. Hâkim ve yerli yerinde konuşan birinin de yanından geliyorsun" dedi. Sonra da suallerine devam etti: "Muhammed insanları neye davet ediyor?" "Yalnız Allah'a ibadet etmeye, beş vakit namaz kılmaya, ramazan ayında oruç tutmaya, haccetmeye, verilen sözü yerine getirmeye, ölmüş hayvan eti ve kan yememeye davet ediyor." Mukavkıs bunun üzerine şu itirafta bulundu: "Ben İsa'dan sonra bir peygamber daha gönderileceğini biliyordum. Fakat onun Şam'dan çıkacağını sanıyordum. Çünkü daha önceki peygamberler hep oradan çıkmıştı. Bununla beraber son peygamberin sertlik, darlık ve yoksulluk ülkesi olan Arabistan'dan çıkacağını da yine kitaplarda okumuştum. Bizim vasfını Allah'ın Kitabında yazılı bulduğumuz son peygamberin gönderilme vakti, işte tam bu zamandır. Biz onun vasfını, 'İki kız kardeşi bir nikâh altında birleştirmez. Hediyeyi kabul eder, sadakayı kabul etmez, fakirlerle oturup kalkar' diye de kitaplarda yazılı bulmuştuk. Evet, O peygamber ülkelere hâkim olacak. Kendisinden sonra arkadaşları buralara kadar gelip fethedecekler. Bunları açıkça biliyorum. Fakat ona uymak hususunda halkım beni dinlemez. Ayrıca ben de saltanatımdan ayrılmayı da göze alamam. Bu hususta çok hırslıyım. Ben halkıma bundan ne bir kelime bahsederim, ne de bu konuşmamı onlara bildiririm." Hâtıb b. Ebû Beltea (ra) Mukavkıs’ın hakikatleri bildiğini, buna rağmen saltanatının elinden çıkacağından korkup iman etmeye yanaşmadığını görünce üzüldü. Son olarak ona şu tavsiyelerde bulundu: "Senden önce geçenlerden birisi olan Mısır kralı Firavun bu topraklarda kendisinin büyük rab olduğunu iddia etmiş ve 'Ben sizin yüce rabbinizim' diye bağırmıştı. Cenâb-ı Hak o Firavun'u dünya ve ahiret azabıyla yakalayıp cezalandırdı. Sen başkalarından ibret al, fakat kendin başkalarına ibret olma" dedi.
Daha birçok tavsiyede bulunduysa da Mukavkıs'ıbu hususta ikna etmeyi başaramadı. Mukavkıs davete olumsuz cevap vermekle birlikte Hz. Peygamber’in elçisi Hâtıb (ra)’a ikramda bulundu. Onu beş gün sarayında misafir etti. Güzel bir şekilde ağırladı. Dönüş yolunda da Peygamberimiz’e hitaben bir mektup yazdı. Aslı günümüze kadar ulaşabilmiş bulunan cevabî mektubunda kral daveti nazik bir dille reddetmiş, bununla birlikte iki cariye, bir elbise ve bir katırdan oluşan hediyeler gönderdiğini ifade etmiştir. Mısır’da gelen cariyelerden birisi de Allah Rasûlü (sav)’nün son çocuğu İbrahim’in annesi Mısırlı Mariye’dir. Hâtıb (ra) uzun bir yolculuktan sonra Mısır’dan Medine'ye geri döndü. Yanında getirdiği hediyeleri Peygamberimize takdim etti. Daha sonra da Mukavkıs ile aralarında geçen konuşmaları nakletti. Peygamber Efendimiz Mukavkıs hakkında, "Kötü adam. Saltanatına kıyamadı. Esirgediği saltanatı kendisine kalmayacak" buyurmuştur.
Hâtıb b. Ebû Beltea (ra) Müslümanlar adına gerçekleştirdiği bu kadar güzel hizmetlerinin yanında hicretin 10. yılında büyük bir hata da yapmıştı. Şöyle ki: Aslen Kureyşli olmayan Hâtıb (ra), Hz. Peygamber’in Mekke'nin fethi için gizlice hazırlık yaptığına şahit olunca orada bulunan akrabalarının hayatından endişe duydu ve Kureyş'in bazı ileri gelenlerine olayı haber verirse onların bundan memnun kalıp yakınlarını himaye edeceklerini düşündü. Hz. Peygamber ise yaptığı hazırlıkları karşı tarafın bilmesini istemiyor, dikkatleri yanlış tarafa çevirmek için Hayber'e doğru sefer planlandığını açıklıyordu. Rasul-i Ekrem (sav)'in asıl maksadını kendilerine açtığı birkaç sahabiden biri olan Hâtıb (ra), Kureyş'in ileri gelenlerine hitaben yazdığı ve o sırada Medine'ye gelen Ebû Leheb'in müşrik cariyesi Sâre'ye verdiği mektubunda Hz. Peygamber'in büyük bir orduyla onlara doğru gelmek niyetinde olduğunu belirtiyordu. Bu gelişmeyi vahiyle öğrenen Rasul-i Ekrem (sav) sahabeden Hz. Ali (ra), Zübeyr b. Avvâm (ra) ve Mikdâd b. Amr'ı (ra) Sâre'yi yakalayıp getirmekle görevlendirdi. Ayrıca onu bulabilecekleri yeri de kendilerine haber verdi. Adı geçen sahabiler Mekke-Medine yolu üzerinde ilgili kadını yakalayıp üzerinde gizlediği mektubu ortaya çıkardılar ve Hz. Peygamber'in huzuruna getirdiler. Rasul-i Ekrem (sav) Hâtıb (ra)'ı çağırtarak ele geçirilen mektubu kendisine gösterdi, ardından da niçin böyle yaptığını sordu. Hâtıb (ra), esasında Kureyş'e samimiyetle bağlı olmadığını, Muhacirlerin Mekke'deki mallarını ve ailelerini koruyacak yakınları olduğu halde, kendi yakınlarını himaye edecek kimsesi bulunmadığını, bu sebeple Mekkelileri kendisine minnettar bırakmak suretiyle akrabalarını korumak istediği için böyle bir davranışa teşebbüs ettiğini belirtti. Rasul-i Ekrem (sav) onun savunmasını kabul etti. Ashabına da, "O size doğru söyledi. Dolayısıyla hakkında hayırdan başka bir şey söylemeyiniz" uyarısında bulundu. Ancak başta Hz. Ömer (ra) olmak üzere bazı sahabiler onu hainlikle suçlayarak en ağır bir şekilde cezalandırılmasını istediler. Allah Rasûlü (sav) ise bu talepte bulunanlara Hâtıb (ra)’ın Bedir Gazvesi'nde hazır bulunduğunu, Allah Teâlâ’nın Bedir'e katılan müminlerin gayretlerini överek onlara, "Ey Bedir ehli! Bundan böyle ne işlerseniz işleyin, ben sizleri bağışlayacağım" dediğini hatırlattı. Kaynaklarda ayrıca bu gelişmenin "Ey iman edenler! Benim de sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin." (Mümtehine, 1) mealindeki ayetin nüzul sebebi olduğu da zikredilir. Daha sonra bir kölesinin Hâtıb (ra)'ı Rasul-i Ekrem (sav)'e şikâyet edip onun cehennemlik olduğunu söylemesi üzerine Hz. Peygamber’in Bedir ve Hudeybiye'de bulunan hiç kimsenin cehenneme girmeyeceğini belirttiği rivayet edilmiş, ayetin hitap şekli de Hâtıb'ın imanına Allah'ın şahadeti olarak yorumlanmıştır. Bütün bunlar neticesinde Sahabilerin Hâtıb (ra)'e karşı hiçbir kötü zanları kalmamıştır.
Eserlerinde bu hadiseye yer veren İslam âlimleri de bu hususu onu suçlamak için değil, Allah'a ve Rasûlü (sav) ’ne olan bağlılığını göstermek maksadıyla nakletmişlerdir. Mekke’nin fethinden önce dahil olduğu bu talihsiz gelişmeden sonra Hz. Peygamberle birlikte önce Mekke'nin fethine, ardından da Huneyn Gazvesi'ne katılan Hâtıb (ra)'ı ilk halife Hz. Ebû Bekir (ra) yine Mısır yöneticisi Mukavkıs Cüreyc b. Mînâ'ya elçi olarak göndermiştir. Hâtıb (r.a.) bu seferi esnasında hicretin 20. (641) yılında Hz. Ömer (ra)’in halifeliği esnasında Mısır'ın Müslümanlar tarafından fethine kadar sürecek bir antlaşmayı İslam devleti adına imzalamıştır.
Ebû Muhammed olarak künyelenen Hâtıb b. Ebû Beltea (ra), yetmiş yaşında iken miladi 650 yılında Hz. Osman (ra)’ın halifeliği esnasında Medine'de vefat etti. Onun cenaze namazını bizzat halife kıldırmıştır. Kendisinden birkaç hadis nakledilen Hâtıb (ra) hakkındaki bazı rivayetler oğlu Abdurrahman ve torunu Yahya vasıtasıyla gelmiştir.