Kendisi Rahman ve Rahim olan Allah, merhamet ve şefkat duygusunu yarattıklarının en üstünü olan insanın fıtratına da koymuştur. İnsanlara şefkat ve merhamet duygusu en üst düzeyde Allah’ın hidayet rehberi olarak gönderdiği peygamberlerde bulunur. Allah'ın kalplerine yerleştirdiği bu şefkat hissiyle peygamberler bütün gayretlerini ümmetinin kurtuluşu yolunda sarf etmişlerdir. Ümmetine acıma ve şefkat konusunda en fazla öne çıkan Allah elçisi ise şüphesiz son peygamber olarak görevlendirilen ve âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed (sav)'dir. Her güzel haslet ve ahlâkta olduğu gibi Allah Resûlü şefkatte de zirve şahsiyettir.
Allah Rasûlü (sav), Cenab-ı Hakk’ın engin rahmetinin yeryüzündeki temsilcisi sıfatıyla bütün hayatı boyunca insanların İlahi rahmetten istifade etmesi için olağanüstü çaba harcamıştır. Dünya ve ahiret saadetine götüren, Allah’ın engin rahmetinden istifade etme yollarını gösteren mesajına bîgâne kalan, hatta inkâr edenlerin bile hidayete ermeleri için iki çok gayret göstermiştir. Mekke liderleri zaman zaman onu zor durumda bırakmak ve bu sayede gerek toplum, gerekse inananları nazarında etkisiz hale getirmek için Hz. Peygamber’le (sav) münakaşaya girişmişlerdir. Müşriklerin bu ve benzeri girişimlerinin asıl hedefi hakikati ortaya çıkarmak değil, Hz. Peygamber’i (sav) müşkül durumda bırakmak gayesine matuf olduğu anlaşılmaktadır. Ancak buna rağmen Allah Rasûlü (sav) büyük ümitlerle onların görüşme çağrılarına olumlu cevap vermiştir. Çünkü lider konumundaki şahısları kazanabilirse davetini daha alt statüdeki Mekkelilere hiçbir zorlukla karşılaşmadan ulaştırabilirdi. Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Peygamber’in (sav) Mekke liderlerini davet yolunda kazanmak adına çok istekli davrandığı, onların gönüllerini almak için aşırı gayret gösterdiğine işaret eden âyetler bulunmaktadır. Nitekim bütün gayretlerine rağmen netice alamaması üzerine üzülmesi ve ümitsiz hale gelmesi üzerine “Hayır, böyle yapma! Çünkü bu (Kur’ân) bir öğüttür. Dileyen ondan öğüt alır”[1] âyeti uyarı ve teselli mahiyetinde nâzil olmuştur. Buna ilave olarak Hz. Peygamber’den (sav) liderleri kazanmak için çok aşırı gayret gösterip kendisini üzmemesi, nefsini harap etmemesi istenmiştir:
“Demek sen, bu söze (Kur’ân’a) inanmazlarsa, arkalarından üzülerek âdeta kendini tüketeceksin!“[2]“ Ey Muhammed! Mü’min olmuyorlar diye adetâ kendini helak edeceksin! Biz dilesek, onlara gökten bir mucize indiririz de, ona boyun eğmek zorunda kalırlar. Rahmân’dan kendilerine gelen her yeni öğütten mutlaka yüz çevirirler. Onlar (Allah’ın âyetlerini) yalanladılar, fakat alay edegeldikleri şeylerin haberleri başlarına gelecek”.[3] “Kötü ameli kendisine süslü gösterilip de onu güzel gören kimse, ameli iyi olan kimse gibi mi olacaktır? Şüphesiz Allah dilediğini saptırır, dilediğini hidayete erdirir. (Ey Muhammed!) Onlar için duyduğun üzüntüler yüzünden kendini helâk etme! Şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını hakkıyla bilendir”.[4]
Allah Rasûlü (sav) diğer taraftan kendisine inananların memnuniyetini temin etmek, onları huzurlu ve mutlu kılmak için de çok hassasiyet göstermiş, ashabının üzülmemesi ve zarar görmemesi hususunda çok titiz davranmıştır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de bu hususa açık işaret bulunmaktadır. “Size kendi aranızdan öyle bir peygamber geldi ki sıkıntıya düşmeniz O’na çok ağır gelir. Kalbi sizin için titrer, müminlere karşı pek şefkatli ve merhametlidir”.[5] Bu âyet, Peygamber Efendimiz’in (sav) ümmetine olan şefkat ve ilgisini, onlar için nasıl endişelendiğini, kendisini inananların sıkıntılarına tahammül edemediğini, bunların kendisine çok ağır geldiğini, müminlere olan şefkatini ve merhametini çarpıcı bir şekilde ifade etmektedir.
Allah Rasûlü’nin (sav) insanlara engin rahmeti öyle boyutlara ulaşmıştır ki inkâr edenlerin bile hidayete ermeleri için çabalamıştır. Allah-u Zülcelal Kur'an'da şöyle buyurmuştur: “Bu söze (Kur’an’a) inanmıyorlar diye neredeyse kendini telef edip bitireceksin”[6]. Nitekim o, Allah’ın dinine davet etmek için yurtlarına gelen Allah elçisini feci bir şekilde karşılayan ve şehrin ayak takımı insanlarını üzerine salan Taif halkı için beddua etmek bir yana Allah’a şöyle yalvarmıştır:
“Allahım, kuvvetimin yetersizliğini, çarelerimin tükenişini ve insanlarca horlanışımı sana havale ediyorum. Ey acıyanların en merhametlisi, sen horlananların Rabbi, Sen beni kime bırakacaksın? Üstüme saldıran uzak birilerine mi, yoksa başıma geçirttiğin bir düşmana mı? Eğer bana bir kızgınlığın yoksa aldırmıyorum, ancak benim için afiyet vermen daha etkin ve etkileyicidir. Yüzünün, kendisiyle karanlıkların açıldığı, dünya ve Âhiretin düzgünleştiği nuruna sığınırım. Bana gazabının inmesinden, kızgınlığına düşmekten sana sığınırım, sadece senin rızanı isterim, yeter ki sen razı ol, çare de ancak seninle, güç de ancak seninledir”.[7]
Bir keresinde çok ağır hakaretlere maruz kalmış, melek imdadına koşmuş, eğer isterse bir dağı kaldırıp bu âsî kavmin tepesine indirebileceğini söylemişti. Ama o şefkat abidesi insan ellerini kaldırarak;"Allah'ın, onların neslinden (kıyamete kadar) yalnızca Allah'a ibadet edip O'na şirk koşmayan birilerini çıkacağını ümit ediyorum" demiş ve onlara herhangi bir belanın gelmesini istememişti.[8]
Peygamber Efendimiz (sav), ümmetine öyle düşkündür di, ümmetinin dünyada ve ahirette sıkıntıya düşmesi O’nu çok müteessir ve mahzun eder. O’nu en çok düşündürüp mahzun eden de ümmetinden cehennem azabına düşecek olanların halidir. Ümmetini cehennem azabına götüren bir yola düşmemesi için bir baba şefkatiyle ikaz eden Allah Rasûlü (asv), onların hep hayırlara, güzelliklere mazhar olması hususunda da çok hırslıdır. Ümmetini cehennem azabına götüren bir yola düşmemesi için bir baba şefkatinin ötesinde ikaz eden Rasûlüllah (sav), bizlerin hep hayırlara, güzelliklere kavuşması hususunda hep ısrarlı olmuştur. Nitekim Şefkat Peygamberi (sav) ümmetine olan bu düşkünlüğünü şöyle ifade etmişti: “Hiç şüphesiz ben size bir babanın evlatlarına olan durumu gibiyim”. [9]
Görüldüğü gibi İslâm Peygamberi (sav) müminlere olan şefkati, bir babanın evladına olan şefkati gibidir. Bu son derece şefkatli bir babanın “evladım” diyerek gönül meyvesini ve ciğerparesini bağrına basması gibi O daha dünyaya teşrif eder etmez “ümmetim” demişti. Onun merhameti sadece dönemindeki insanları değil, kıyamete kadar gelip geçecek bütün ümmetini de içine almaktadır. Onun ümmetine düşkünlüğü onu her gece sabahlara kadar ümmeti için dualarla Rabbine yakarmasına sebep olurdu. Nitekim bir gün, ellerini kaldırmış, "Allah'ım, ümmetimi koru, ümmetime acı!" diye ağlayarak dua ederken, Yüce Allah, Cebrail'e buyurdu ki: "Ey Cebrail! Gerçi Rabbin her şeyi bilir; ama sen git, Muhammed'e niçin ağladığını sor." Cebrail geldiğinde, Peygamberimiz, ona, ümmeti için ağladığını söyledi. Cebrail Allah huzuruna dönüp durumu anlattı.
Yüce Allah buyurdu ki: "Ey Cebrail, Muhammed'e git ve şunu söyle: Biz seni ümmetin hakkında hoşnut edeceğiz ve asla üzmeyeceğiz”.[10]
Hz. Peygamber (sav) müminlere kendi nefislerinden daha yakın ve önceliklidir. İnananlara dünya ve ahirette hayırlarına olanı göstermiştir. Bir hadis-i şerifte; "Ben müminlere kendi öz canlarından daha yakınım. Allah Rasûlü (sav), müminlere kendi canlarından daha azizdir."[11] buyurmuş ve sonra da sözüne şöyle devam etmiştir: "Kim bir mal bırakırsa o akrabalarınadır. Fakat kim de bir borç veya bakıma muhtaç kimse bırakarak giderse, borcunun ödenmesi ve geride kalanların bakımı bana aittir, onların velisi ve koruyucusu benim”.[12]
Hz. Peygamber (sav) Uhud savaşı esnasında düşmanın ani hücumu karşısında dişi kırılıp yüzüne miğferinin bir parçası saplandığı ve yüzünden dökülen kan yere düşeceği esnada, hemen ellerini kaldırarak "Allah'ım kavmime hidayet et, çünkü onlar (beni) bilmiyorlar" niyazıyla can düşmanı olan kâfirlerin başına gelmesi muhtemel bir belayı önlemeye çalışmıştı. [13]
Şefkat Peygamberinin (sav) hane-i saadetinde birlikte yaşama bahtiyarlığına eren Hz. Aişe (rah) annemiz, dinin emir ve yasaklarında Efendimizin ümmetine olan şefkatini şöyle ifade etmiştir: “Allah Resûlü iki şey arasında muhayyer bırakıldığında mutlaka kolay olanı tercih etmiştir”.[14]
Peygamber Efendimiz (sav), ashabına hitap ederek imkanı yerinde olanların hac yapmalarının farz olduğunu bildirmiş, onlardan hac görevini yerine getirmelerini istemişti. Orada bulunanlardan biri "Her sene mi hac yapacağız”? diye sual ettiklerinde Allah Rasûlü (sav) sessiz kalmıştı. Bunun üzerine, soru soran kimse üç kere sorusunu tekrar eder. En sonunda Peygamber Efendimiz (sav): "Eğer evet deseydim her sene hac yapmanız farz olacaktı ve siz de buna güç yetiremeyecektiniz." buyurmak suretiyle ümmetinin altından kalkamayacağı bir hükmün farz kılınmasını istememiştir.[15]Hz. Peygamber (sav) başka bir hadislerinde bu konuda "Eğer ümmetime zorluk vereceğimden çekinmeseydim, her namazın başında onlara misvak kullanmalarını emrederdim" demişlerdir.[16]
Allah Rasûlü (sav) birkaç gece mescidde ashabına teravih namazını kıldırmış daha sonra cemaat halinde kıldırmayıp odasında tek başına kılmıştı. Ashab, Efendimizin çıkıp kendilerine teravih namazını kıldırmalarını arzu etmişlerdi. Rasûlüllah (sav) onların bu arzularını gördüğünü fakat bu şekilde cemaatle devam ederse teravih namazının ümmetine farz kılınabileceğini, farz kılındığında da ümmetinin bunu yerine getirmekten aciz kalacağını, ifade buyurarak cemaatle kıldırmayıp tek başına kılmıştır.[17]
Hz. Peygamber (sav) namazlarını oldukça uzun kılardı. Bilhassa nâfile namazları, sahabenin takatını aşacak mahiyette idi. İşte O, böyle bir namaz kılma niyetiyle namaza duruyor, sonra da namaz esnasında bir çocuk ağlaması duyunca, hemen namazı hızlandırıyordu. Çünkü o günlerde kadınlar da Allah Rasûlü’nün (sav) imamlığında namaz kılmak için cemaate iştirâk ediyorlardı. Efendimiz, ağlayan çocuğun annesini böylece kadını rahatlatıyordu.[18]Bu itibarla Şefkat abidesi namazda imamlık yapanlara şu tavsiyede bulunmuştu:“Sizden biri insanlara namaz kıldırırken cemaatin durumunu nazar-ı itibara alarak cemaate ağır gelmeyecek şekilde namaz kıldırsın. Zira cemaat içinde zayıf, hasta ve yaşlı olanlar vardır. Kendi başına kılarken ise istediği kadar namazını uzatabilir”.[19]
Yeni müslüman olmuş birisi, Efendimizin yanına gelerek O'ndan yardım talep etmişti. Allah Rasûlü (sav) adama bazı şeyler vermesine rağmen adam hoşnutsuzluk izhar edip edep sınırlarını zorlayınca, Sahabe Efendilerimiz (sav) o şahsın üzerine yürümüş ve saygısızlığını cezalandırmak istemişlerdi. Fakat, Peygamber Efendimiz (sav) onlara mani olmuş ve başka şeyler de verip o adamı memnun etmişti. Sonra da ashabına dönüp şöyle buyurmuştu: “Benimle bu köylünün durumu kaçan bir deve ile sahibinin durumu gibidir. İnsanlar devenin peşinde koşmuş, hep beraber onu yakalamaya çalışmışlardır ama deve kalabalıktan daha çok ürkmüştür. Sonunda deve sahibi, “Devemi benimle baş başa bırakın. Ben onu sizden daha iyi bilirim, ona karşı sizden daha yumuşak davranırım” diye seslenmiş; eline bir tomar ot alarak ona ön tarafından yavaş yavaş yaklaşmış ve sonuçta devesini sakinleştirerek boynuna yuları vuruvermiştir. Eğer siz de o adamı bana bırakmasaydınız onu ateşe atmış olurdunuz. Benimle ümmetimin arasına girmeyin, ashabımı bana bırakın”.[20]
Allah Rasûlü (sav) ümmetinin hata ve kusurlarını affederek kırmadan, incitmeden şefkatle kucaklayarak irşat etmiştir. Helal dairesi keyfe yeterli iken şeytani cazibesine kapılarak haramlara ve günahlara sürüklenmelerini ve böyle bir durum karşısında kendisinin onları kurtarmak için gayretini bir temsille şu şekilde ifade etmiştir:
"Benimle sizin misaliniz, ateş yakan bir adamın misali gibidir ki; hemen pervaneler, kelebekler o ateşin içine düşmeye başlarlar. O bunları kovar. Ben de ateşten korumak için sizin eteğinizden tutuyorum. Halbuki siz elimden kaçıyorsunuz".[21] Bir diğer hadis-i şerifte; "Rabbimin nezdinden bir melek geldi ve ümmetimin yarısını Cenab-ı Allah cennete koymak ile şefaat arasında bir tercih yapmamı istedi. Ben şefaati tercih ettim. Zira şefaat daha umumi ve kifayetlidir. Siz bu şefaatin ümmetimin müttakilerine mi olduğunu sanıyorsunuz. Hayır! O ümmetimin hata ve günah işlemiş, günahlarla kirlenmiş olanları içindir".[22] Her peygamber Allah Teâlâ'nın reddetmeyeceği duasını dünyada iken yapmış ve bu hakkını kullanmıştır. Sevgili Peygamberimiz ise reddedilmeyecek duasını, kıyamet gününde ümmetine şefaat etmek üzere âhirete saklamış ve böylece ümmetine ne kadar düşkün olduğunu göstermiştir. Nitekim ümmetinden bir kısmının cehenneme gireceğini duyduğu an mahşer meydanında secdeye kapanıp "Ümmetim! Ümmetim!" diye yakarışa geçecek, O'na "Artık başını kaldır! Şefaat et, şefaatin kabul edilecek!" deninceye kadar başını yerden kaldırmayacaktır.[23] Bu şekilde müminler Allah'ın izniyle Peygamberimizin şefaatine nail olabileceklerdir. Peygamber Efendimiz'e (sav) kimlere şefaat edeceği sorulduğunda "Benim şefaatim, dili kalbini tasdik ederek yürekten kelime-i tevhidi getirenleredir." buyurarak samimi olarak "La ilahe illallah Muhammedun Rasûlullah" diyenlerin şefaatten mahrum bırakılmayacaklarını açıkça dile getirmiştir.[24]
Müslümanların Efendimizin şefaatinden istifade nisbeti, O’na iman etmeye, O’nun getirdiği dini hakkıyla yaşamaya bağlıdır. Efendimizin şefaatinden olabildiğince istifade Allah’ın hoşnutluğu dairesinde inanmaya ve o çizgide hayat yaşamaya bağlıdır. Allah’ın hoşnutluğuna, rızasına götüren yol da Efendimizin tebliğ ve temsil ettiği mesaj çizgisinde yaşamaktan geçmektedir.
[1] Abese, 80/10-11.
[2] Kehf, 18/6.
[3] Şuarâ, 26/1-6.
[4] Fâtır, 35/8.
[5] Tevbe, 9/128-129.
[6] Kehf, 18/6; Şuarâ, 26/3.
[7] İbn Hişâm, es-Sîre, II, 60-63; İbn Sa’d, et-Tabakât, I, 210-212; Belâzürî, Ensâb, I, 227.
[8] Buhârî, Bedü'l-Halk, 7; Müslim, Cihad, 111.
[9] Ebu Davud, Taharet, 4; Beyhaki, Sünen-i Kübra, I, 91.
[10] Müslim, İman, 346.
[11] Ahzab, 33/6.
[12] Buharî, Tefsir, 33; Müslim, Feraiz, 15.
[13] Buhârî, Enbiya, 54; Müslim, Cihad, 105.
[14] Buhârî, Menakıb, 27; Müslim, Fazail, 77.
[15] Müslim, Hac, 412; Nesaî, Menâsik, 1.
[16] Buhârî, Cum'a 8; Müslim, Tahare, 42.
[17] Buhârî, Salatü't-teravih 2;Müslim, Salatü'l-müsafirin 178.
[18] Buharî, Ezan, 65; Ebu Davud, Salat, 123.
[19] Buhârî, salat, 183; Tirmizî, Salat, 61.
[20] Kadı İyaz, Şifa-i Şerif, 1/124-125.
[21] Buhârî, Rikak, 26; Müslim, Fedâil, 17-19.
[22] İbn-i Mace, Zühd, 37; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/75.
[23] Buhârî, Tevhid, 36; Tefsirü'l-Kur'ân, 5; Müslim, İman, 326, 327.
[24] Buhârî, Rikak,50; Müslim, İman, 369.