Zeynep Gemuhluoğlu:
Bu konuda konuşabilmek için öncelikle doğru soruları sormamız gerekiyor zira daha bu düzeyde belli bir kavramsal çerçeveyle sınırlanıyoruz. Söz konusu çerçeve, “imge, yazı, resim, tasvir, taklit, benzetme, benzeme/benzememe (teşbih/tenzih)” kavramlarını Batı düşüncesinde kurulan ilişkileri açısından düşünmemizle belirginleşiyor ve “tasvir nedir” sorusuna bile kolayca cevap veremiyoruz. O halde meselenin hali hazırda “İslam”’ın özcü bir tanımının yapılıp yapılamayacağı, dolayısıyla da hangi “temsillerin” –mezhep, fırka, yorum geleneği, disiplin- “hakikate” daha yakın ya da uzak olacağı sorusuna bağlı olarak tartışılmasının ardında da aynı çerçeve var. Zira bir kere bu çerçeveyi kabullendiğinizde mesele ister Hz. Peygamber’in tasvir edilemeyeceği, edilecekse nasıl edilmesi gerektiği, isterse başka bir şey olsun vereceğimiz tüm cevaplar aynı çerçeveye referansla gerçekleşecektir.
İslam tarihinde hem genel olarak tasvir hem de Hz. Peygamber’in tasvir edilmesi meselesinde teori ve pratikte pek çok farklı yorum geleneği geliştiğini biliyoruz. Nitekim İran, Uygur, Selçuklu kaynaklı minyatürlerde Hz. Peygamber’in yüzünün açık olarak çizildiği pek çok tasvir varken Osmanlı’da da 16. yüzyıldan sonra sadece yüzü örtülü olarak tasvir edildiğini görüyoruz. Ancak farklılıklardaki ortak nokta, hangi biçimde resmedilirse edilsin bu tasvirlerin “temsilî” niteliğinin olmamasıdır, yani resmedilen suret Hz. Peygamber’e benzerliği esas almadığı gibi O’nu temsil etmeye de yeltenmez. Bu yüzden de özellikle şiir içinde gelişen naatlerin, mirâciyecelerin ve mevlidlerin yanı sıra hat sanatı içindeki hilye geleneği -ki Hz. Peygamber’in isteği üzerine Hz. Ali’nin “yazdığı” tasvire dayanır- ile paralellik gösterirler.
Sorumuz, bu pratiklerin hangisinin “hakikati daha iyi temsil” ettiği olduğu sürece ne İran’ı ne Selçuklu’yu ne de Osmanlı’yı anlamanın yakınına gelemeyeceğiz. Zira konuyu ele alabileceğimiz bahsi geçen kavramların Batı düşüncesindeki serüveni, bizi mutlaka epistemoloji, ahlak, siyaset ve sanatın kesiştiği ana tartışmayla yani “temsil” sorunuyla karşı karşıya getiriyor. Özellikle de sanat, bu serüvende modernizmle birlikte “diğer” temsil biçimlerinden ayrılarak ona bahşedilen bir temsil ayrıcalığıyla var oluyor: zâhirle bâtını birleştiren değil, görünmeyeni “re-presentatio” ettiği düşünülen imgeler yoluyla kurulan bir temsil. Bu nedenle belki de meseleyi temsil sorunu olarak görmekten vazgeçip doğrudan –representation karşılığı olarak- temsilin kendisini sorun olarak görmek gerek. İşte ancak o zaman “hakikat”le olan ilişkimiz gerçekten Varlık’a dair olabilir ve “Tevhid/Birlik” içre çeşitlenen yorumları, mesela neden Osmanlı minyatürlerinde Hz. Peygamber’in yüzünün örtülü olduğunu anlamaya da yaklaşabiliriz.
Turan Koç:
Sanat veya bu tür sanat etkinliklerinin, bir kültür ve medeniyetin kurucu unsurlarıyla, tarih içerisinde ulaştığı terkiplerle kendisini görünür kıldığını biliyoruz. O medeniyetin veya kültürün görünür, elle dokunur unsurları aynı zamanda bizim kendimizi görme biçimimizi, kişiliğimizi, kimliğimizi, hatta daha da ileride medeniyetin kendini görme biçimini yansıtır.
Biz, bu sanat faaliyetleri, düşünce eserleri içerisinde var oluyoruz. Böyle bir dünyada bu durum bize bir bakış açısı da kazandırıyor. Dolayısıyla buradan sanatın ne olduğu konusunda bir anlayışa ulaşıyoruz. Farklı medeniyetlerin farklı sanat anlayışları olabilir. Modern dünyanın da kendisine göre bir sanat anlayışı vardır.
Bu dünya, özellikle batı dünyası belli bir dönemden sonra olgu-değer ayrımına gitti. Yani gerçekten olan bir şeyi, doğadaki bir olayı çıplak, salt bir olay olarak algıladı ve değerden soydu. Bu bakış açısı insan için de aynı şekilde geçerli. İnsanın maddi bir tarafı var, başka bir tarafı var mı? İşte oraya gelince bakış açısında bir çoğalma oluyor, bir çeşitlenme oluyor. Burada sanat dediğimiz zaman estetik değerlerle etik değerleri ayıranların olduğunu ve bunun günümüzde belirli bir şekilde yapıldığını görüyoruz. Sanatın değer bildiği şeyler neyse o önemlidir. Bu yaklaşım buna başka bir şey karıştırmama tarafında. Böyle olunca bunlar bir yerde sanat için sanat gibi geliyor, ama diğer tarafta o sanata muhatap olan veya o sanatla bir şekilde yüz yüze gelecek olan kişiyi rencide edecek, üzecek tutum ve davranışlar içerisine girebiliyorlar.
İnsan neye güler? Karikatürlerin ve mizahın en büyük özelliği insanı güldürmek, ona çok ters bir yoldan hakikatin, varlığın, gerçeğin yüzünü göstermek. Bunu yaparken mutlaka sanatçının değer ayrımına gitmeden bu ayrımı yapması gerekir. Yapmazsa olgu-değer ayrımına gitmiş olur, ahlakla güzel olan estetiği birbirinden ayırmış olur, yollar çatallaşmış olur. Buradan baktığımız zaman zaten Fransa’da kenarda köşede yaşayan, toplumun ittiği insanların maskara edilecek bir tarafı yok. Onlara yapılacak işkence zaten gülünecek bir şey değil, bu mizah dergisinin konusu da değil. Burada komedi yok, trajedi var. Fransa’nın işi, devlet olarak yanlış yapıyoruz diyerek kendisine çeki düzen vermektir. Bizim açımızdan baktığımız zaman söyleyeceğimiz şey şu; onlar bize saldırıyorsa, biz onlara aynı şekilde o düzeyde bir saldırganlık göstermek yerine belki de daha ince yollarla yapılanın yanlış olduğu konusunda sesimizi duyurmak. Bu sanattan giderek olabilir, düşünceden giderek olabilir, eleştirel bir şekilde olabilir. Bana hakaret etti diye aynı düzeyde herhangi bir karşılık vermek yanlış oluyor.
Çok çeşitli yaklaşımlar da sergilenebilir. Çok fevri bir alınganlık gösterdiğimiz zaman "zaten bunu istiyorlardı” da denebilir. Hiç duymadığımız zaman, aşağı yukarı duyargalarımız alınmış gibi bir şey de söz konusu olabilir. Üst düzeyden gazetelerle, dergilerle, televizyonlarla bu yapılanın sanat olmadığı gösterilebilir. Sanat bir insana hakaret etmek için var değildir. Sanat insan olma yolunda yeni şeyler keşfetmek için, sanatçının o keşfettiği önemli şeyi duyurmak için, bizlerle paylaşmak için var diye düşünüyorum. Ama hiçbir değer tanımadan bir köşeye çekilip bunu alay tüfeği gibi ateş ettiğiniz zaman insanlar alınganlık gösterirler.
Bizim geleneğimizde kutlu olan şeylerin, mübarek bildiğimiz şeylerin resimleri pek çizilmemiştir. Sadece peygamberlerin değil, ulu velilerin de resimleri pek çizilmemiştir. Çizildiği zaman hoş bakılmamıştır. Bu bir edeb meselesidir. Yani bu insanın elinde kalem kamış olmadığından değil, bireylerin biraz da hayallerine bırakılmış bir konu olmasındandır. Bu çizgiler bir hakikati sınırlıyor. Hatta sınırlamanın ilerisinde kirletiyor denilebilir. Bu nedenle mübarek bildiğimiz insanların adlarını da söylemeyiz, sıfatlarıyla, daha başka müstear isimleriyle dile getirmeye çalışırız. Bu bir geometridir, kültürün geometrisidir. Bizim kültürümüzde aşina olmadığımız bir biçimde saldırıyorlar. Gelin görün ki bizim hem sanatımız, hem düşüncemiz bunlara bu düzeyden cevap vermeyi edeb meselesi sayar.
Hilal Kazan:
Asırlardır İslam dininin en tartışmalı konularından biri İslam’da resim yasağı hususudur. Kur’ân-ı Kerîm’in ayetlerinde bu mevzuda net bir yasak yoktur. Fakat Hz. Peygamber’in bazı hal ve tavırları mevcuttur. Söz gelimi çeşitli şekillerde rivayetleri bulunan Hz. Aişe (r.anha)’nin suret içeren perdesi ile ilgili olan bu hadisi en iyi bilinenidir. Buradan yola çıkarak fıkıh uleması arasında çeşitli hükümler ve görüşler mevcuttur. Hz. Peygamber’in bu hadisteki tavrından insan, hayvan gibi canlıların resimlerini ihtiva eden çeşitli obje ve eşyanın saygı gösterilecek yerlerde bulunmasında bir sakınca olduğu anlaşılmıştır. Ayrıca İslam’ın ilk yıllarında Arap halkının eski putperestlik inancını gidermek için bu konuda radikal uygulamalar da yapılmıştır. Ancak Raşid Halifeler Devrinden hemen sonra H. I / M. VII. asır sonlarında Emeviler’in meşhur Kusayr Amra Sarayı’nda zamanında çizilmiş insan figürlü çok cesur duvar resimleri bulunmuştur.
Bu tarz nadir örnekler olsa da İslam’da insan ve hayvan cinsinden canlıların aleni olarak mimaride, çeşitli eşya, obje ve kitaplarda resmedilmesi yaygın değildir. Kaldı ki böyle bir nazik konudaki hassasiyete binaen bütün Müslümanlar Hz. Peygamber’in tasvirini yapma teşebbüsünde bulunmadıkları gibi yapılmaması gerektiği hususunda da çok dikkatli olmuşlardır. Hz. Peygamber’in tasvir edildiği kitaplar umumiyetle saray kütüphaneleri ve sultanlar için hazırlandığından devirlerinde halk arasında bir yaygınlık söz konusu olmamıştır. Zaten metinde de görüleceği gibi bu eserlerin sayıları da sınırlıdır.
Esas itibariyle Hilye-i Şerife adı verilen hüsnühat levhaları İslam toplumlarında Hz. Peygamber’i en güzel şekilde tasvir eden tablolardır. Hz. Peygamber’in sahip olduğu maddi ve manevi özellikleri anlatan bu ibare Hz. Ali tarafından rivayet edilmiştir. XVII. asırda ilk kez Osmanlı Devleti’nin ekol sahibi hattatlarından meşhur Hafız Osman (1642-1698) tarafından levha şeklinde tertip edilmiştir. Günümüze kadar ve günümüzde neredeyse bütün hattatlar tarafından kaleme alınmıştır. Levhanın başında baş makam denilen Besmele-i Şerif bulunur, onu umumiyetle daire içinde Hz. Ali’nin rivayeti olan metin takip eder. Bu metnin dört bir köşesinde Raşid Halifelerin isimleri yer alır. Makam denilen kısımda da genellikle “Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik” yazılır. En alt bölümde de rivayetin geri kalan kısmı, Hz. Peygamber’e salatüselam ve hattatın ismi yer alır. Umumiyetle sülüs ve nesih yazı ile yazılan bu levhaların, ta’lik ve nadiren divani yazı ile yazıldığı da vakidir.
Bu levhalar evlerde en önemli odaların duvarlarında yer alır. Bir Müslüman için çizilmiş bir resimden çok daha fazla mana ifade ettiği gibi evi ve ev halkını bir takım olumsuzluklardan muhafaza ettiğine de inanılır.