Hz. Peygamber Ümmi miydi?

25 Eylül 2009
  • Peygamber Efendimiz bir mucize olarak Hudeybiye Musalahası esnasında ismini yazmış ve yine mucize olarak bazı şeyleri okumuş­tur.
  • Hayatının son dönemlerinde "okur-yazar" denmeyecek kadar, bazı şeyleri yazmış ve okumuştur.
  • İslam'ın ilme verdiği önem sebebiyle ve öğrenmek hakkındaki ilahî işarete itaat etmiş olmak için bir dereceye kadar öğrenmiştir.
  • Bir mucize olarak peygamberlikle beraber Cebrail (as), O'na (sav) okuma ve yazmayı öğretmişti.
  • Okumasını biliyordu, ama yazamıyordu.
  • Okumayı da, yazmayı da biliyordu.
  • Bu farklı görüşlere sahip zümrelerin kendilerine göre görüşlerini te­yit etmek üzere ileri sürdükleri deliller vardır.

    Konunun Değerlendirilmesi

    1. Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Peygamber'e verilen vasıflardan bi­risi  olarak   "ümmi"  kelimesi    genellikle  "okuma - yazma   bilmeyen   kişi" manasına alınmıştır. Ancak bu kelime Kur'ân'da çoğul olarak "ümmiyyun" şeklinde, bir kaç âyette daha geçmektedir ve bu âyetler incelendi­ği zaman bu lafzı "okuma - yazma bilmeyenler" şeklinde manalandırmanın bazen doğru olmadığı görülür. Mesela Al-i İmran: 20. âyetinde: "Kendilerine kitap verilenlerle ümmilere de ki: ‘Siz de İslam'ı kabul etti­niz mi?'" buyrulurken "ümmiyyun" ile kastedilen, Ehl-i Kitab dışında kalan kimseler, Kur'ân'ın nazil olduğu çevreye nazarla da - okuma-yaz­ma bilsin bilmesin- Müşrik Araplardır. Aynı sûrenin 75. âyetinde konu daha açıktır. Cenâb-ı Hak burada Ehl-i Kitab'ın, kendilerinden olmayan­lara karşı hiç bir mesuliyet taşımadıklarını, hak-hukuk tanımadıklarını ifade etmekledir. Yani Ehl-i Kitab'ın bu muamelelerine sebep, okur-yazar olmamak değil, kendi dinlerinden, kendi soylarından olmamaktır. Ayeti başka türlü anlamak da mümkün değildir.
    2. Ankebut: 48. âyeti, Rasûlullah'ın Kur'ân'dan önce hiç okuyup yazmadığı hususunda son derece açık ve kesindir. Ancak âyet nübüvvet­ten sonra Hz. Peygamber'in okuyup yazabileceğini nefyetmemektedir. Yalnız Allah Rasûlü'nün okuma-yazma öğrenmeye mutlak bir ihtiyacı olmamış, bilmedikleri O'na Cenâb-ı Hak tarafından öğretilmiş, yazılması gerekli şeyler de katipleri tarafından yazılmıştır. Bu sebeple nübüvvetin, hatta hicretin ilk yıllarına ait olmak üzere Peygamber Efendimiz'in oku­ma-yazma bilmediğine dair nakledilen olaylar ve getirilen deliller doğ­rudur. Ancak sahih rivayetlerle bize intikal ettirilen hicretin altıncı se­nesindeki Hudeybiye Musalahası'nda,  mecaza gitmeksizin O'nun kendi ismini yazdığını kabul etmek gerekecektir.
    3. Hz. Peygamber'in Hudeybiye'de Hz. Ali'ye "Bunun yerini bana göster.", Taif heyetine de "Elimi bu cümlenin üzerine koyun." buyurmuş olmaları da okuma bilmediğine kesin delil teşkil etmez. Çünkü biz de bir başkasının elinde bulunan bir gazete, kitap vesair evraktaki merakımızı çeken bir bilgiyi görmek istesek "Hani? Nerede? Göster! vs." deriz ve bu sözler bizim okuma bilmediğimize delalet etmez,
    4. Hz.  Peygamber'in okuma-yazma bildiğine delil olarak getiri­len diğer rivayetler ise zayıftır ve bunların zayıf olduğunu, rivayetleri ve­ren kaynaklarımız da belirtmişlerdir.
    Rasûlullah'ın nübüvvetten önce ve peygamberliğinin ilk yıllarında okur-yazar olmadı­ğını, hayatının sonlarına doğru ise okur-yazar denemeyecek derecede bir miktar okuyup yazabildiğini kabul etmek, mevcut delilleri, bir kısmını kullanıp bir kısmını red ve terk etmeksizin değerlendirmek olacaktır.

    Sonuç

    Tereddüt etmeden katiyetle kabul etmek gerekir ki Peygamber Efen­dimiz, Cenâb-ı Hak tarafından ilahî vahyi tebliğle görevlendirilmeden ön­ce okuma-yazma bilmiyordu. Zira ilim ve irfanın bulunmadığı bir vasat­ta yetişmiş, okuma-yazma bilenlerin parmakla sayılabileceği bir çevre­de büyümüştü. Cehaletin böyle kesif olduğu bir devrede O (sav), okuma ve yazma bilse, sonra da nübüvvet görevine başlasa, mülhidler şüphelere düşecekler, "Acaba daha önceki mukaddes kitaplardan okuduklarını mı bize aktarıyor ve bizi aldatıyor?" diyecekler, gönüllere tereddüt ve sapıklık tohumları ekeceklerdi. Cenâb-ı Hak Rasûlü'nü ve ilahî vahyi bu fit­neler ve şüphelerden korumak için Peygamberinin okur-yazar olmama­sını murad etmişti. Ankebut: 48. âyeti işte bu gerçeği anlatır: "Sen (ey habibim) bu Kur'ân'dan evvel hic bir kitap okur değildin. Elinle de onu yazmadın. Böyle olsaydı (hak ve hakikati) iptal (ve inkar) edenler elbet­te şüphelere düşerlerdi."

    Hem Rasûlullah'ın peygamberlikten önce yazıya ihtiyacı da olmamış, yaşadığı çevre icabı okur-yazarlarla sık irtibatı bulunmamıştı. Ama nü­büvvetten sonra durum değişti. 23 seneye yaklaşık bir süre durmadan nazil olan âyetleri tespit için vahiy katipleri Rasûlullah'ın huzurunda, biz­zat O'nun gözleri önünde yazı malzemelerini kullandılar. Özellikle Medi­ne'ye hicretinden sonra Rasûlullah'ın çok değişik çevrelerle muhtelif münasebetleri oldu. Bu münasebetler sebebiyle O'nun huzurunda antlaşmalar kaleme alındı, mektuplar yazıldı, emirnameler çıkarıldı, iktâ ka­rarları tahrir edildi. Günden güne genişleyen İslam'ın ve devletinin bu gelişmeyle orantılı olarak gittikçe büyüyen bir sekreteryası ortaya çıktı.

    Ayrıca daha ilk âyetinden itibaren ilmi yücelten, her vesile ile dü­şünmeye, bilmeye, öğrenmeye yönelten bir dinin  peygamberi olarak Hz. Muhammed (sav), hep ilme teşvikte bulundu; okuma-yazma bilmeyi ger­çek hürriyet telakki etti ve ashabı arasında âdeta bir okuma-yazma se­ferberliğine girişti.

    Yani peygamberliğinden sonra, özellikle Medine döneminde O'nun okuma ve yazma ile çok sık bir irtibatı, ilgisi oldu. Böyle bir durumda hayatının sonlarına doğru iyice öğrenmek ve bellemek şeklindeki bir te­şebbüsün neticesi olmaksızın, sadece, gözleri önünde belki de her gün cereyan eden yazışmalar sebebiyle, yazıların ve harflerin şekillerinin, peygamberliğin vasıflarından birisi olarak "fetanet" sıfatına sahip Hz. Peygamber'in dikkatini çekmiş olması ve bunların O'nun (sav) zihninde yer et­miş bulunması gayet normaldir. İslam'ın tamamen yayıldığı, Kur'ân'ın Allah tarafından inzal buyrulduğunda şüphe kalmadığı, müşriklerin Kur'ân âyetlerinden bir tanesine bile benzer bir cümle söylemekten aciz kaldıkları bir dönemde, O'nun (sav) okur-yazar sayılamayacak derecede ve kolay yazılabilen ve okunabilen bazı şeyleri bilmiş olmasına kanaati­mizce hiçbir engel yoktur; bunu kabul etmek İslami naslarla tezat teş­kil etmez.

    Gerçi Rasûlullah'ın okuma-yazma bilmediğini savunanların delilleri ile bildiğine delalet eden deliller incelendiği zaman, bilmediği hususun­daki delillerin daha kuvvetli, bildiği hususundaki delillerin ise kesin olma­dığı görülecektir. Ancak bu iki görüşü ve delilleri telif etmek mümkündür. Rasûlullah'ın nübüvvetten önce ve peygamberliğinin ilk yıllarında okur-yazar olmadı­ğını, hayatının sonlarına doğru ise okur-yazar denemeyecek derecede bir miktar okuyup yazabildiğini kabul etmek, mevcut delilleri, bir kısmını kullanıp bir kısmını red ve terk etmeksizin değerlendirmek olacaktır. Ama böyle bir telif mümkün olmazsa elbette o zaman katîye uymak, zannîden sarf-ı nazar etmek gereklidir.