Hz. Peygamber ve İnsan Onuru

Bu sebeple Kur’ân onun önüne “takva” diye bir hedef koydu ve bu hedefe göre hareket edenleri “müttaki” olarak tanımladı. Kur’an tarafından verilen bu sıfat çok özeldi ve mümini diğer insanlardan ve hatta bilinçsiz Müslümanlardan farklı kılıyordu. Çünkü takva, kendini, Rabbini, onurunu, şahsiyetini ve sorumluluğunu bilen Müslümanı ifade ediyordu. Böylece insanda doğuştan var olan en üstün olma duygusu “takva” ile karşılık buldu ve üstünlük için takva ilahî bir ölçü olarak belirlendi. Aynı zamanda takva onurlu yaşamanın da en önemli yollarından biri oldu. Takva hedefi, müminler için âdeta kalite kontrol mekanizması olarak kabul edildi. Artık üstünlük yarışı yapanlar takvada yarışmalıydılar. Nitekim sahabe içerisinde özellikle bazıları böyle bir yarışa girmiş, kendilerini biraz da sıkıntıya sokmuş ve Peygamber tarafından dengeli davranmaya davet edilmişlerdi.

Hz. Peygamber’in insanlığı kurtuluşa erdiren mesajının rahmet pınarından süzülen zülal kıvamındaki sular insanların gönül bahçelerini suladı. İslam’a girmek için tamamen bilerek, inanarak ve özgür ifadeleriyle tekrar ettikleri “la ilahe illallah” ifadesi, müminler için hem bir bağlılık yemini, hem iman akdi hem de gerçek özgürlüğün ilanı idi. Kur’an’daki ifadesiyle (İbrahim, 14/24) “şecere-i tayyibe” yani temiz, asil ve bereketli bir ağaç olan bu “kelime-i tayyibe” ile Müslümanlar bütün beşerî tutsaklıklardan kurtuldular. Aslında bu, bir farkındalık bilinciydi. Evrendeki konumlarını bilenler, insan olmak için onur ve şahsiyetin vazgeçilmezliğine inananlar bundan sonra onurlu olmanın ve onurlu yaşamanın mücadelesini vermeye başladılar. Şahsiyet ve onurlarını hiçbir şeye değişmeyerek insanlık için numune hâline geldiler. Bu yüzden asr-ı saadet aynı zamanda insanın onurunu tanımasının, bulmasının ve korumasının altın ve örnek çağıdır.

Hz. Peygamber’in mesajını doğru okuyan İslam âlimleri, insanın üç temel hakla doğduğunu tespit etmişlerdir. Bunlar, mülkiyet, hürriyet ve ismettir. Yani insan doğuştan çalışıp kazanma ve mülkiyet elde etme hakkına sahiptir. Onu yaratan hür olarak yaratmıştır. Allah’a kul olan insan hiç kimsenin ve hiçbir nesnenin esiri ve kölesi olmaz. Kölelik, sonradan olan, insanın aslına, orijinal kimliğine aykırı ve onurunu zedeleyen bir durumdur. İnsanın doğuştan sahip olduğu ismet ise, onun onur ve şerefinin Allah tarafından temin edildiğini anlatır. İnsan, temel hakları olan şahsiyet haklarını hiçbir varlıktan ve sonradan değil, doğuştan ve doğrudan Allah’tan alır. O, Allah’ın kulu olduğu için dokunulmazdır. Bunu formüle eden İslam âlimleri “masumiyet âdemiyet iledir” demişlerdir. Yani insan hak ve özgürlüklerine dokunulmama hakkını, âdemoğlu oluşundan alır. İnsana temel hak ve özgürlükleri veren sadece Allah olduğu için, hiçbir varlığın ve otoritenin onları alma hak ve yetkisi yoktur.

İnsanlık, haklarının doğuştan olduğunu, onurunun Allah tarafından korunduğunu ve onurlu yaşamanın gerçek ve müttaki müminlerin ayrılmaz vasfı olduğunu Hz. Peygamber’den öğrenmiştir. Ona vahyedilen Kur’ân’ın insana verdiği değer (Tin, 95/4), insanlık tarihinde inanılmaz bir çığır açmıştır.

Hz. Peygamber de bu ayetleri sünnetiyle hem açıklamış hem de yaşayıp örneklendirmiştir. Bu yüzden onun hayatı, onurlu yaşamanın en güzel örneğidir. İnsanlık bundan sonra ona alternatif geliştiremez. Ancak o örneği taklit eder, çoğaltır ve ona onurluca tabi olur. Kur’ân insan onuruna aykırı birtakım davranışları sayar ve yasaklar. Bu ayetlerden her biri, Hz. Peygamber’in diliyle de en güzel şekilde açıklanır ve fiili sünnetiyle örneklendirilir. Mesela, Kur’ân değişik vesilelerle insan onurunu zedeleyen davranışların temeli olan yalan söylemeyi yasaklar ve yalancıları zemmeder. (Münafıkun, 63/1) Yalanı münafıklık alameti sayan (Buhari, İman, 24) Hz. Peygamber ayrıca şu açıklamayı yapar: “Size doğru olmanızı emrederim; çünkü doğruluk iyi olmaya, iyilik (birr) de cennete götürür. İnsan, doğrulukta sebat ederek Allah katında “sıddik” diye yazılır. Sizi yalan söylemekten de menederim; çünkü yalan suç işlemeye suç (fücur) da cehenneme götürür. İnsan yalan söyleye söyleye sonunda Allah katında “kezzab” diye yazılır.” (Buhari, Edeb, 69; Müslim, Birr, 102–105)

İnsanlık hak, özgürlük, adalet ve onur adına ne elde etmişse bunu başta Allah’a, tüm Allah elçisi olan peygamberlere ve peygamberler zincirinin son ve mükemmel halkası olan Hz. Muhammed Mustafa (sav)’ya borçludur. O, yirmi üç yıllık risaleti boyunca insanlık adına bir onur mücadelesi vermiştir.

Kur’ân, bir Müslümanı küçümsemeyi, alaya almayı ve lakap takmayı insan onuruna aykırı bulduğu için yasaklar. (Hucurat, 49/11) Hz. Peygamber de bunların Müslüman şahsiyet ve ahlakına aykırı olduğunu ifade etmiştir. (Müslim, Birr, 10) Kur’ân gıybeti ölü eti yemek kadar çirkin bulur. (Hucurat, 49/12) Hz. Peygamber de ilgili hadisinde gıybetin insan onurunu zedeleyici yönüne dikkat çeker. (Müslim, Birr, 20) Kur’ân insanlara el açıp dilenmeyi alışkanlık hâline getirmeyi insan onuruna aykırı bulup tenezzülsüz ve gani gönüllü (afif) olmayı önerirken (Bakara, 2/273), Hz. Peygamber, dilenciliği meslek hâline getirmenin bir iffetsizlik olduğunu belirtmiştir. Elinin emeğiyle geçinme imkânı varken dilenerek mal biriktirenlerin, ahirette yüz etleri soyulmuş vaziyette Allah’ın huzuruna çıkarılacaklarını da ifade etmiştir. (Buhari, Zekât, 52; Müslim, Zekât, 103, 104) Böylece insanlık, gıybet, çekiştirme, lakap takma, gammazlık yapma gibi davranışların hem kötü hem de insan onurunu zedelediğini Kur’ân ile ve onun en güzel müfessiri olan Hz. Peygamber ile öğrendi. Bu sebeple bir bütün olarak insanlık hak, özgürlük, adalet ve onur adına ne elde etmişse bunu başta Allah’a, tüm Allah elçisi olan peygamberlere ve peygamberler zincirinin son ve mükemmel halkası olan Hz. Muhammed Mustafa (sav)’ya borçludur. O, yirmi üç yıllık risaleti boyunca insanlık adına bir onur mücadelesi vermiştir. Hürriyeti insanın doğuştan elde ettiği en temel hak olarak kabul eden ve öğreten Hz. Peygamber, onurları örselenmiş ve köleleştirilmiş insanların bu ezeli haklarını elde etmeleri için elinden gelen bütün gayreti sarf etmiştir. Böylece köleler, köleliğin bir yazgı olmadığının farkına varmışlardır.

Onuru zedelenen ve elinden alınan kadınlar onun yerinde ve zamanında müdahaleleriyle haklarını elde edip onurlarını korumaya başlamışlardır. Böylece erkekler tarafından her şeyleri sömürülen dişi varlıklar olmanın ötesinde, kişiliklerini ön plana çıkarmayı da öğrenmişlerdir. Allah’a kul, Allah’ın emirlerine muhatap olma noktasında erkeklerden farkları olmadığını Hz. Peygamber’den öğrenen kadınlar cemaatle ibadet edip mabet iklimini soluma bahtiyarlığını elde etmişlerdir. Hz. Peygamber’e: “Allah’ın kadın kullarını Allah’ın mescitlerinden engellemeyin.” fermanını ilan ettiren kadınlar, aynı zamanda mabet adabını, mabet ikliminden yararlanma esaslarını, vakur ve onurlu İslam kadını olmanın en güzel ilkelerini âlemlerin Efendisinden öğrenmişlerdir.