İnanmak insana sorumluluk yükleyen bir iddiadır. İspat edilmeyi bekler. Kelam kitaplarının tartışma konularından biri olan "amel imandan bir cüz müdür" sorusu da bu nedenle önemli bir sorudur. İmanın oluşmasının şartı olmasa da muhafazasının ve tekâmülünün gereğidir amel. Buna göre davranışlara tesir etmeyen, imanlıyla imansız arasında olması gereken farkı gün yüzüne çıkarmaya yetmeyen bir iman gittikçe zayıflayan, sesi kısılan bir iddiadan ibaret kalır.
İman evvela kalpte yeşerir. Kök salıp güçlendikçe kişiliğimiz ve davranışlarımız da ona göre yeniden şekillenmeye başlar. İşte insanlar hayatlarında gerçekleşecek bu dönüşümden korktukları için inanmamayı seçerler bazen. Ya da inanırlar, ama sanki öyle bir imanları hiç yokmuş gibi yaşarlar. Sorulduğunda -tabii ki- mü'mindirler, ama hayatı yaşarken Yaratıcı'dan gelen ilkelere inandığına dair bir emare göremezsiniz davranışlarında.
"Yokmuş gibi yapmak" iletişim biçimlerinin en tehlikelisidir. İnsanı deli eder. Konuşurken Allah'a, ahirete, peygamberlere ve onların getirdiği kitaplara inandığını söyleyen; ama kazanırken, harcarken, günlerini geçirir-hayatını planlarken o inandığını söylediği ilkeleri -onlara ters düşmenin verdiği rahatsızlığı dahi hissetmeyecek denli- hiç dikkate almayan; bir imansızla arasında hiçbir fark göremediğiniz insanlardır bunlar. İman, onlar için sanki takılıp çıkarılan bir aksesuar gibidir.
Şimdi sen ey okuyucu, yukarıdaki satırları okurken kimleri hayal ettin? Etrafından bu tarz insanları bulup çıkarmaya çalıştı değil mi zihnin? Sen ve ben yok muyuz onların arasında?
Oysa bu yazı kendimiz için yazılmıştır. Parayla, modayla, bir gösteri gibi yaşanan hayatla, işler güçlerle ilişkileri söz konusu olduğunda iman ettiğini söylediği prensiplerle alakasını göremediğimiz sen ve ben...
Allah'ın Rasûlü çeşitli hadislerinde imanın alametlerinden bahsetmiş; namazı, zekâtı, yardımlaşmayı, selamlaşmayı, yemek yedirmeyi, mescitlere devam etmeyi ve daha pek çok davranışı imanın alameti olarak saymıştır.
Senin hallerin neye alamet?