Dosyalar
Hz. Peygamber ve Çocuk
 

İngiliz Eliyle Büyüyen İdeoloji: Kur’âncılık

24 Mayıs 2023 Çarşamba Sonpeygamber.info / Röportajlar


Tarih boyunca farklı isimlerle anılsa da bugün genel olarak “Kur’âncılık” diye adlandırılan ideolojinin doğuşu ve kurumsallaşması, İngilizlerin kontrolündeki Hint alt kıtasında gerçekleşmişti. Peki bu hareketin doğuşunda İngilizlerin nasıl bir rolü vardı? Kimleri hangi yöntemlerle desteklediler? Oryantalist düşünce akımları o karmaşık coğrafyada nasıl taraftar topladı? Tüm bu soruları, İslamiyet’in Hint alt kıtasındaki seyrini en iyi bilen isimlerden Prof. Dr. Abdulhamit Birışık’a sorduk.

1750’lerden itibaren, 1900’lere kadar bölgede Müslümanlar arasında Hıristiyanlığı ciddi anlamda içeriden bilen, Batılıları tanıyan, onların maksatlarını öğrenmiş bulunan, okumuş bir kesim ortaya çıktı. Ama bununla birlikte bir başka kesim daha yetişti. Bunlar misyoner okullarında okuyan, yine İngilizlerin kontrolünde olan üniversitelerde yüksek tahsil gören Müslüman kesimdi.

Kur’âncılık denildiğinde ne anlamamız gerekiyor?

Kur’âncılık yalın haliyle ve tarihsel referanslarına bakılmaksızın güzel bir tabir. Bu bakış açısıyla hepimiz Kur’âncı olmak isteriz. Müslümanlar olarak Kur’ân temel kitabımız olduğu için bu tabire herhangi olumsuz bir anlam yüklemememiz gerekir. Fakat zamanın ruhu bu ifadeyi olumsuzlaştırmıştır. Özellikle 1500’lerin başından itibaren gün geçtikçe güçlenen misyonerlik faaliyetleri İslâm dünyasında yıkıcı etkiler bırakmıştır. Bu hareketin en yıkıcı etkisi Müslümanların Kur’an ve Hz. Peygamber (sav) algısı ve inancı üzerinde olmuştur. İşte teknik anlamıyla Kur’âncılık dediğimiz şey bir akım ve bir hareket olarak ilk defa Hint alt kıtasında ortaya çıkmıştır. Ülkemizde kullandığımız bu kelime yerine bölgede Ehl-i Kur’an veya Kur’âniyyûn ya da münkirîn-i hadîs gibi karşılıklar kullanılmıştır. Bu akımın tabii kökenlerine bakıldığında İmam Şafii zamanına kadar gittiği görülür. “Eğer Allah'ın kitabı olan Kur’an varsa din adına başka şeye ne ihtiyaç vardır?” şeklinde söylemler çok erken dönemde çıkmıştır. Fakat bu söylemler o zamanlar çok güçlü bir şekilde kendini ortaya koyamadı ve cılız bir ses olarak varlığını sürdürdü. Özellikle inanç konuları üzerinde çok duran Mu’tezilenin Kur’an’ı merkeze alan yaklaşımı da tam bir Kur’âncılık olarak adlandırılamaz. Şüphesiz onda da Kur’ancıların yararlandığı unsurlar, özellikle de aklilik boyutu vardır.  Ama söz konusu ettiğimiz Kur’âncılık hareketi Hint alt kıtasında ortaya çıkmış modern ve Batıcı bir harekettir.

Neden özellikle Hint alt kıtası?

1530’larda Cizvitler ile başlayan özellikle 1600’lü yıllardan itibaren Protestanlar ile yoğun bir şekilde devam eden misyonerlik 16-19. yüzyıllarda Hint alt kıtasının en önemli sosyal-dini gündemi olmuştur. İngilizlerin 1600 yılında imtiyaz alan Doğu Hint Şirketi bölgede ciddi bir etki alanı oluşturarak Batı dünyasına yeni bir kapı açmıştır. Bu bölgeye gelen çok güçlü misyonerler ve oryantalistler bölgenin hem kültürünü hem dinini araştırıyor hem de zaten ellerinde uzun zamandır var olan bir kısım düşünceleri toplum içerisinde, özellikle de eğitimli kesim arasında yaymaya çalışıyorlar. Adına mayalanma diyebileceğimiz 100-150 yıl içerisinde pek çok yere ulaşıyorlar. Kendi elleriyle yeni bir eğitimli kesim meydana getiren İngilizler dini düşünceye de sirayet etme ve yönlendirme imkânı bulmuşlardır.

Burayı biraz açabilir misiniz, İngilizlerin bölgedeki çalışmaları neleri kapsıyordu?

Bu yoğun faaliyetlerde iki temel konunun yer aldığını görüyoruz: Kur’an ve Muhammed Aleyhisselam. Bu ikisinin dindeki durumunu, konumunu, toplum içerisindeki yerini zayıflatma yönünde bir çabanın olduğunu görüyoruz. Bu temel değerler o dönemde ciddi anlamda bir tartışma konusu haline getirilmiştir. Tabii bu mayalanma dediğimiz zamandan sonra artık Müslüman ilim adamları da Batılıların ne yaptıklarını anlamaya çalıştılar, bu çerçevede yoğun okumalar yaptılar. Baktığımızda 1750’lerden itibaren, 1900’lere kadar bölgede Müslümanlar arasında Hıristiyanlığı ciddi anlamda içeriden bilen, Batılıları tanıyan, onların maksatlarını öğrenmiş bulunan, okumuş bir kesim ortaya çıktı. Ama bununla birlikte bir başka kesim daha yetişti. Bunlar misyoner okullarında okuyan, yine İngilizlerin kontrolünde olan üniversitelerde yüksek tahsil gören Müslüman kesimdi. Şimdi bu kesimlerden ilki İngilizlere karşı dini-fikri bir mücadele verme noktasında büyük çaba gösterenlerdi ki bunların zirve noktası Rahmetullah Hindî Efendi olarak karşımıza çıkar. Rahmetullah Hindî’nin çok sayıda eseri ve Ağra Münazarası bölgede bir kilometre taşı mesabesindedir. Bilindiği üzere Rahmetullah Efendi’nin meşhur Ağra Münazarası Sultan Abdülaziz’in talebi üzerine kendisi tarafından İstanbul'da İzhârü’l Hak adıyla kitaplaşmıştır. Bu kitapta üç temel konu vardır: İncil’in ve Kur’an otantikliği meselesi, Hz. İsa’nın ve Hz. Muhammed’in (sav) dindeki konumu, Hıristiyan şeriatı ile İslam şeriatının mukayesesi. Rahmetullah Hindî Efendi kitaplarında ve münazaralarında gerçekten İslam’ı çok iyi bir şekilde savunmakta ve Hristiyanlığın zayıf noktalarını ortaya koymaktaydı. Böylelikle bölgede yapılan çalışmalarda mahiyet ve tavır farklılıkları meydana gelmeye başladı. Bu fikri durum içerisinde bir yandan da siyasi değişimler oluyordu. İngilizler 1813 tarihinden itibaren yeni bir evreye girdiler. Çünkü o tarihe kadar bir şirket gibi davranıyorlardı. Ekber Şah zamanında yapılan imtiyaz anlaşmasını 1813’te Charter Renewal Act adıyla kendi lehlerine hükümler içerecek tarzda yenilediler böylelikle artık devlet içerisinde devlet statüsü elde ettiler. Sonuçta kendilerine ait bir askeri birliği yani ordusu olan bir yapı haline geldiler. Böylelikle 1813 tarihinden sonra Babürlü hükümdarları İngilizlerin emrinde iş gören maaşlı yöneticiler haline getirilmiş oldular.

Kur’âncılık akımı bu tarihten sonra mı görünür hale geldi?

İngilizler bu tarihe kadar misyoner okullarını, misyonerleri ve dini çalışmaları örtülü biçimde destekliyordu, bu tarihten sonra açıktan desteklemeye başladılar. İngiltere’de bulunan çok önemli kişiler görevlerinden istifa edip bu cemiyetlerin başına geçtiler. Church Missionary Society, London Missionary Society gibi çok sayıda kurum bunlardandır. Bu ister istemez okumuş kesim üzerinde bir etki meydana getirdi. İşte burada tarihler bize Seyyid Ahmed Han’ın ortaya çıktığını gösteriyor. Seyyid Ahmed Han temelde üç evreden oluşuyor. Birinci evre klasik Seyyid Ahmed Han, yani Cilâü’l-Kulûb bi Zikri’l-mahbûb (Delhi 1259/1843) adıyla bir mevlid-i şerîf yazmış olan Seyyid Ahmed Han evresidir ki daha sonra kendisi bu yazdığı mevlid-i şerîften utanacaktır. İkinci Seyyid Ahmed Han ise ortada olan, yani İngilizlere düşman olmasa da onları da savunmayan arabulucu rolündeki Seyyid Ahmed Han evresidir. Bu zamanda o, bizim geleneğimize düşman olmasa da tam olarak onu da savunmaz. Üçüncü evresi 1870’te İngiltere’ye yapmış olduğu seyahat ile başlar. O Hindistan’a dönüp Aligarh Koleji (Mohammedan Anglo-Oriental Collage/School) adıyla Cambridge Üniversitesi tarzında bir eğitim kurumu kurduktan sonra düşüncelerinde ve yaşam biçiminde ciddi bir değişim meydana gelmiştir. Bu değişimde özellikle Batı’da gelişen bilimin ve Batılı bilim adamlarının etkisi çok fazla olmuştur. Kur’âncılık dediğimiz akım onun bu üçüncü evrede ortaya koyduğu eserler ve tefsir üzerine oluşmuştur diyebiliriz.

Seyyid Ahmed Han’ın Batı etkisine bu kadar açık olmasını nasıl açıklıyorsunuz?

Kendisi klasik anlamda bir ilim adamı değildir. Yani dönemin ilim adamları gibi sistemli dini tahsil görmemiş ve bu yolla yetişmemiştir. Ailesinin güçlü yapısı sebebiyle özel dersler alarak ve kendi çabasıyla yetişmiştir. Özellikle İslami konularda fazla bir derinliğe sahip değildir, bir kültür tarihçisi ve dinler araştırmacısı gibidir. Meslek olarak hukukçuluğu seçtiği için de bu alanda uygulamaya bağlı bir derinlik kazanmıştır. Devlet adamlarına yakın olması sebebiyle özgüveni yüksekti, zekâsı parlaktı, genel malumatı ve kavrayışı güçlüydü. Bu yönleri onu Hint İslâm toplumunda öne çıkarmak için yetiyordu.

Aligarh Koleji’ni kurdu dediniz, sonrasında neler oldu?

Batı’da gelişen pozitivist, rasyonalist düşünceleri ve fikirleri aldı ve bunları Kur’an ve İslam’la ilgili pek çok konuda kullanmaya başladı. Onun üzerinde durduğu en önemli konu adına naturalizm dediği sebep-sonuç ilişkisinin her konuda etkin olması gerektiğidir. Bu sebeple sebep-sonuç ilişkisine ters olduğunu düşündüğü mucizeleri kesinlikle reddetmiştir. Ona göre tabiat kanununa ve sebep sonuç ilişkisine ters olan bir şey hiçbir zaman Kur’ânî ve İslâmî olamaz zira İslâm esasen akılcılığı, akla tutarlılığı getirmiştir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de bu vardır ve bunu Kur’an-ı Kerim fıtrat kanunu olarak ortaya koyar.

Seyyid Ahmed Han’ın savunduğu ve kolejde ders veren birçok Batılının desteklediği bu düşünce yavaş yavaş taraftar bulmaya başladı ve kendisi gibi bazı kimseler de artık bu konuda ufak tefek eserler yazmaya başladılar. Ama Seyyid Ahmed Han kadar cesuru yoktu. Bu tutumu sebebiyle 1870 tarihinden sonra İngilizler bütün güçleriyle Seyyid Ahmed Han’ı destekledi. Düşünün, daha kendisi hayattayken birçok İngiliz onun hayatı ve düşünceleriyle ilgili kitap yazdı. Biliyorsunuz böylesi bir tavır birini desteklemenin en etkili yollarından biridir. Seyyid Ahmed Han hem güçlü bir şahsiyet hem de sürekli olarak öne çıkarılan bir şahsiyet olduğundan düşünceleri kısa zaman içerisinde daha fazla etki uyandırdı. Batı’da gelişen pozitivist ve modernist düşüncelere bağlı olarak ortaya konan bilgileri aldı ve bunu İslâmî kaynaklar üzerinde uygulamaya çalıştı. İngiltere’den döndükten sonra “Translation Society” diye bir tercüme cemiyeti kurmuştu, bu kurum yoluyla öne çıkan pek çok Batılı yazarın ve fikir adamının kitaplarını tercüme ettirip yayımlattı.

Oryantalistlerin kitaplarını mı?

Evet. Hatta bunların içinde bir kısım ateistlerin kitapları bile vardır. Yani bunlar bilim ve felsefe kitaplarıdır. Böyle olunca bu durum tabii olarak yetişen gençler üzerinde önemli bir etki uyandırdı. Hadisler ile ilgili aykırı düşünceleri olan Aloys Sprenger’in (1813-1893) o dönemde Hindistan’da görev yaptığını ve etkili pozisyonlarda bulunduğunu biliyoruz. O 1843 yılında Hindistan’a gitmiş ve ilmî hayat içerisinde etkin bir rol üstlenmişti. Sir William Muir’i de özellikle anmak gerekir. 1888-1898 yılları arasında Aligarh Mohammadan Anglo-Oriental College’da felsefe hocalığı yapan Sir Thomas Walker Arnold önemli bir sosyal bilimcidir. Başkaları da var tabii ki. Oryantalistlerin ve misyonerlerin uzun zamandır yaymış oldukları “hadislerin Hz. Peygamber’e nispetinin problemli olduğu, bu sözlerin hiçbir güvenilirliğinin bulunmadığı” düşüncesini belli kesim kabullenir hale gelmişti. William Muir’in Hz. Peygamber’in hayatıyla ilgili dört ciltlik kitabının yanı sıra daha pek çok eseri var. Bunların yaymış olduğu düşünce, “bir şeyler yapacaksak hadis dediğimiz yükü sırtımızdan atmalıyız” düşüncesidir. Seyyid Ahmed Han’ın Hz. Peygamber’e müthiş bir sevgisi vardı. Mesela kendisi 1870’te İngiltere’ye Sir William Muir’in Life of Mohamet isimli eserine cevap vermek üzere bilgi toplamak için gittiğini söylüyor. Nitekim Muir’e cevap olarak Hutabât-ı Ahmediyye kitabını yazıyor. Kendisine göre Hz. Peygamber’in hayatına dair diyecek bir şeyin olmadığını ama sözlerinin (hadis) böyle olmadığını, zira isnad bakımından bunların ne kadarına güvenilebileceğini söylemiştir. Ona göre bunlar tevatür derecesinde olmayan âhâd haberlerdir. O halde bunlar bizim için nasıl bilgi kaynağı olurlar? Buradaki flaş kullanım -bu daha sonra da kullanılmıştır- şu ifadedir: Hadisler bizim için problem kaynağı olmaktan öteye gitmiyor; öyleyse biz Kur’an’ın kendisine çağırdığı şeye gitmeliyiz. O da nedir? Akıldır, sebep sonuç ilişkisidir ve tabiatta Allah’ın koymuş olduğu bu sebep sonuç ilişkisine ve fıtrat kanununa ters bir şeyin olmayacağıdır.  Böyle olunca Seyyid Ahmed Han hadisleri ciddi anlamda dışarda tuttu. İşte Kur’âncılık düşüncesini besleyen temel düşünce budur.

Seyyid Ahmed Han’ın hadislere yaklaşımında geleneğin hiç mi etkisi yoktu? Sonuçta inşası yüzyıllar sürmüş bir gelenek var, bu geleneğin hadisleri nasıl değerlendirdiğine dair bir fikri yok muydu?

Vardı ama bunların hiçbirini önemsemiyordu. Çünkü onun odaklandığı nokta, üzerinde bulunan yüklerden toplumu kurtarmaktı. Onun için de bir alan açması lazımdı. Yeni bir şey söyleyebilmeniz için alanı kendinize uygun olarak açmanız, kendinizi bazı yüklerden kurtarmanız lazım. Onun için Seyyid Ahmed Han uygulamada ve pratikte hadisleri tamamen reddediyor. Aynı düşüncesini müesses yapılar dediğimiz Hanefilik, Şafiilik, Maturidilik, Eşarilik gibi mezheplerle ilgili de ortaya koyuyor. Ona göre bunların da bir anlamı yoktur. Bu konularla ilgili çok makale yazıyor ama esas önemli çalışması Tefsir’ül Kur’an adlı tefsir kitabıdır. Bu çalışma esasen küçük bir tefsir gibi ama burada yaptığı şey problemli görmediği konularla ilgili hiçbir şey söylemeyip ağırlıklı olarak mucize, cihat, dua, peygamberlerin bir kısım kıssaları gibi konular üzerinde durmasıdır. Tefsirde diğer pek çok ayeti tefsir etmeden geçer. Tefsirine baktığımız zaman Kur’an’ın Kur’an’la tefsiri, Kur’an’ın akılla tefsiri, Kur’an’ın Batı’da gelişmiş olan bilimle tefsiri yöntemlerini kullandığını görürüz. Seyyid Ahmed Han Kur’âncılık anlamına gelen Kur’âniyyun, Ehl-i Kur’ân gibi kavramlar kullanmamıştır. Fakat yaptıkları formüle edildiğinde ortaya tam olarak bir Kur’âncılık düşüncesi çıkmaktadır.

Yeri gelmişken söyleyelim, Hindistan Ehl-i Kur’ân hareketi müesses bir yapı ve hareket olarak Abdullah Çekrâlevî tarafından 1902 yılında kurulmuştur. Adı Ehlü’z-zikr ve’l-Kur’an olarak ifade edilen bu yapı bir dernek gibi yapılandırılıyor. Zamanla bu düşünce mensuplarının kendilerine ait mescitleri ve yayın kuruluşları oluşmaya başlıyor. Esasen Abdullah Çekrâlevî eskiden Seyyid Nezir Hüseyin Dihlevî ve Sıddık Hasan Han tarafından 1860’lardan sonra oluşturulan Hindistan Ehl-i Hadis hareketinden gelen bir kişidir. Ama onların hadisler konusundaki aşırı vurgusu ve en zayıf hadisleri bile akla ve muhakemeye tercih etmesi onu bu yapıdan uzaklaştırmıştır.

Tüm bunlar yaşanırken hadisi merkeze alan isimlerin bir tepkisi olmuyor mu?

Özellikle 1860’lardan itibaren hadisi merkezi alan, “bizim için Kur’an ve hadis yeter” düşüncesinin canlandığı görülür. Bunlar hadis konusunda o kadar aşırı bir tutum ortaya koymuşlardır ki en zayıf hadisi bile pek çok akli istidlale ve kıyasa tercih etmişler ya da hadis konusuna o kadar fazla vurgu yapmışlar ki artık bu ister istemez hadisle ilgili olumsuz kanaatlerin ortaya çıkmasına sebebiyet vermiştir. Yani bu aşırılık ve hadis konusunda var olan batıcı eleştiriler bazı insanları hadis merkezli yaklaşımdan uzaklaştırmıştır. Çünkü bunlar da aynı zamanda Seyyid Ahmed Han’ın yaptığını yapmış, tasavvufi yapıları tamamen reddetmişlerdir. Fakat bölgenin en önemli gerçeği tasavvuftur. Orada İslamlaşma tasavvuf ile olmuştur. Tasavvufu şirk derecesinde tamamen reddetmişlerdir. Mezhepleri de kesinlikle reddediyorlardı. Bunu risalete şirk koşmak olarak kabul ediyorlardı. Üçüncüsü ise müesses yapı olan itikadi mezhepleri reddediyorlardı. Böyle olunca bunların ortaya çıkarmış olduğu bir başka alan oluyor ki bu da bir bakıma dolaylı olarak Ehl-i Kur’ân’ı besliyordu.

Peki onlara bu motivasyonu sağlayan şey neydi? “İngilizlerden sonra oldu” dediniz, Kur’âncılardan farklı olarak neden şeditleştiler bu kadar?

Ben bu soruları doktora seviyesinde bu çalışmaları yaparken kendime sordum. İngilizler o zaman dünyanın en büyük imparatorluğu haline gelmiş vaziyette idiler. Bu kadar güçlü bir yapı bu kadar güçlü bir şekilde bütün dünyada varlık gösteriyordu. Sadece orada değil başka yerlerde de varlardı. Böyle olunca bu ister istemez 1857’deki bağımsızlık savaşından sonra 1858’de bütün Hint alt kıtası -bugünkü Pakistan, Hindistan, Bangladeş ve Sri Lanka- oraların tamamı Britanya Krallığı’na bağlı bir eyalet haline getiriliyor. Bu Müslümanlarda müthiş bir travma meydana getiriyor, bu sebeple çıkış yolu arıyorlar. Fakat ortam iyi bir çıkış yolu üretmek için çok müsait değildi. Bunu bilen İngilizler mevcut durumu lehlerine kullanmışlardır. Mesela bazı kaynaklar diyor ki İngilizler hiçbir zaman Ehl-i Hadis düşüncesini kendileri için tehlike görmemişlerdir. Hatta o bölgeyle ilgili eserleri bulunan kültür tarihçisi Muhammed İkram’ın 3 ciltlik Âb-ı Kevser, Rûd-i Kevser, Mevc-i Kevser isimli üç kitabı vardır. O bu kitaplarda Ehl-i Hadis düşüncesinde olanların alttan alta İngilizler tarafından desteklendiğini söyler. Bir yandan da Seyyid Ahmed Han üzerinden Ehl-i Kur’an’ı açıktan destekliyorlar ama öbür tarafa da müsaade ediyorlardı. Tabii Gulam Ahmed Kâdiyânî gibi aşırıları da destekliyorlar, Birelvilik gibi tekfirci hareketlere de sıcak bakıyorlardı. Normalde bu bir çoğulculuk gibi gözükebilir ama çoğulculuk değil bir kaos meydana getiriyordu.

Kimse fark etmiyor mu bu politikayı?

Ediyor ama Hint alt kıtası öyle bir yer ki orada bir düzen oluşturmak kolay değil. Hem sayı itibariyle hem anlayış itibariyle daha mutedil bir coğrafya olsa belki bu mümkün olabilirdi.

Seyyid Ahmed Han dışında kimler öne çıkıyor bu dönemde?

Seyyid Ahmed Han’ın Kur’âncılığı besleyen düşüncesi Abdullah Çekralevî tarafından alınıyor ve bir yapı haline getirilerek kurumsallaştırılıyor. Yine Seyyid Ahmed Han’ın Muhsinü’l-Mülk, Deputy Nezir Ahmed Dihlevî gibi arkadaşları var. Bunlar da alt seviyeden bu düşünceleri savunurlar. Sonra yine yavaş yavaş bu düşünce İkbal’i dahi etkileyecek seviyeye geliyor. Biliyorsunuz Muhammed İkbal’in de hadislerle ilgili yaklaşımı biraz eleştireldir. Yani bu belli bir zaman sonra çok matah bir düşünce haline geliyor. Çünkü Kur’an’ı merkeze almak zahiren kimsenin karşı çıkacağı bir şey değildir. Seyyid Ahmet Han’la ilgili belki şöyle iyimser bir şey söylenebilir: Topluma bir şok yaşatmak gerekiyordu. İnsanları daha çok eleştiriye, Batı düşüncesine sevk etmek gerekiyordu. Seyyid Ahmed Han bunu yaptı.

Abdullah Çekralevî’den bahseder misiniz biraz?

Asıl adı Gulam-ı Nebî’dir. Ehl-i Hadîs düşüncesinden kopunca adını Abdullah olarak değiştirmiştir. Pencâb eyaletinin Çekrâle şehrinde dünyaya geldi. İlme ve tasavvufî hayata önem veren bir aile içerisinde büyüdü. İlk tahsilden sonra Delhi’de Ehl-i hadis ekolünün kurucusu Nezîr Hüseyin Dihlevî’den okudu. Buradaki eğitiminden sonra Ehl-i hadis meşrebine uygun olarak tedris ve te’lif hayatına başladı. Ehl-i hadis ekolü gereği fıkıh mezheplerine karşı olan Çekrâlevî amcası oğlu ile yaptığı bir münazaranın ardından Kur’ân dışında hiçbir vahiy bulunmadığı ve şeraitte hadislerin onun yerine konulamayacağı görüşünü benimsedi. Bu tarihten sonra hadislerle ameli bir tarafa bıraktığı gibi hadislerin İslâm’ın kaynağı olma bakımından itimada şayan olmadığını propagandaya başladı. 1899 yılında bastırdığı tefsirinde hadis ve taklîd’e karşı net bir karşı duruş ortaya koydu. 1902 yılında Lahor merkezli Ehlü’z-Zikr ve’l-Kur’ân adlı bir cemaat kurdu. Çekrâlevî, düşüncelerini konuşmalar, münazaralar, kitaplar ve İşâ‘atü’l-Kur’ân adlı dergi ile duyurmuştur. Abdullah Çekrâlevî’nin ve ekol mensubu diğer zevatın entellektüel düzeyde yürüttüğü çalışmalar sonunda harekete halk kesiminden fazla yöneliş olmadı. Çekrâlevî 1914 yılında Miyânvâlî’de vefat ederek oraya defnedildi.

Abdullah Çekralevî’nin adı daha çok Kur’aniyyun dediğimiz Kur’âncılık akımı onun tarafından başlatıldığı için öne çıkmıştır. Ama ondan sonra bazı kişiler bu düşünceyi daha fazla ortaya koymuştur. Bunlardan bir tanesi, yakın zamanda kitapları yeniden basılan İnayetullah Han Meşriki’dir. Meşriki ilginçtir ki Siretü’l Nebi diye bir kitap da yazmıştır. Ama onların ortaya koyduğu Muhammed (sav) ile bizim kabul ettiğimiz Muhammed (sav) farklıdır. Onlar sözde Kur’an'a dayalı bir Muhammed (sav) portresi ortaya koyduklarını iddia ederler. İnayetullah Han Meşriki’nin öğrenimine baktığımızda belli bir aşamadan sonra İngiltere’ye gittiğini görürüz. Cambridge Üniversitesi’nde matematik, mekanik ve tabii bilimler okumuş, ülkesine döndükten sonra çeşitli faaliyetlerde bulunmuş daha sonra da Haksâr Hareketi adıyla bir cemaat oluşturmuştur. Bu cemaat tamamen yeni tarzda bir cemaattir. Zekâtı farklı bir şekilde algılayan, haccı Mekke'ye gitmek olarak değil de Müslümanların toplanması olarak adlandıran, namazı rükunlarından arındırarak sunan bir kişi olarak ortaya çıkmıştır. Yani onlarda Kur’an’da yer alan bir kısım ritüeller bile şekil değişikliğine uğramıştır. Çünkü siz Kur’an-ı Kerim’i sünnet dışında ya da yaşanmışlık dışında bir kaynak olarak anlamaya ve yorumlamaya çalışırsanız bazen böyle uçarı sonuçlara ulaşmanız mümkün olur.

Gelenek, Kur’an’ı Kerim’de açık hükmü bulunmayan ibadetleri Peygamber Efendimiz’den öğrenmiş ve aktarmış. Bu isimlerin kaynakları ne?

Bir kaynakları yoktur. Tek kaynakları Kur’ân-ı Kerîm ve akıldır. Hatta batıda ortaya çıkan anlayış da temel referanslarından biridir.  Ehl-i Kur’an ya da Kur’aniyyun her ne kadar bir hareket gibi adlandırılıyorsa da her bir şahsın ayrı bir Ehl-i Kur’an’ı var. Her bir şahıs müstakildir. Çünkü bunlar müesses yapı oldukları takdirde, yani biri öbürünü takip eden bir yapı oldukları takdirde onlar da bir cemaat olacaklardı. Halbuki bunlar mezhebe, cemaate karşılardı. Karşı oldukları için her biri müstakil davranıyor. Baktığımız zaman mesela İnayetullah Han’ın düşünceleri temel itibariyle Seyyid Ahmed Han’a ters değil. Seyyid Ahmed Han’ın düşüncelerinin kaynaklık yaptığını görüyoruz. Net olarak, onu referans alıyorlar. Bu konuda belki en velud olan şahsiyet Gulam Ahmet Perviz’dir. Perviz esasen ciddi bir İslami eğitim almamıştır. Devlet dairelerinde çalışmış, çok okuyan, çok araştıran birisi. Yani öyle derinliğine bir eğitim almış değil fakat çok fazla eser meydana getirmiş. Aynı zamanda bir de hareket oluşturmuş. Adına Tulû-i İslam (İslam’ın Doğuşu) dediğimiz hareket. O tüm faaliyetlerini 1947 sonrası Pakistan’ında yapıyor. Mevdudi ile aynı zamanda yaşamıştır. Mevdudi bunların düşüncesine karşı “Sünnetin Anayasal Niteliği” adıyla bir kitap yazmış ve düşüncelerinin tutarsızlığını ifade etmiştir.

Mevdudi neyi vurguluyor karşı çıkarken?

Mevdudi demiştir ki, “Sünnet sizin dediğiniz gibi bir şey değildir. Tam aksine sünnet anayasal esaslar ortaya koyabilecek bir güce ve niteliğe sahiptir. Yani sen sünnetten bir İslam anayasası bile çıkarabilirsin, sünnetin merkezi bir konumu vardır” demiştir. Normalde Mevdudi biraz farklı algılanmaya çalışılır. Yani onun da gelenek ve geleneksel din konusunda bir kısım rezervleri vardır. Fakat Mevdudi sünneti gelenekten ayırmış ve Perviz hareketine bu şekilde bir karşı duruş göstermiştir. Yine bu hareket içerisinde Ahmedüddin Amritsari diye bir şahıs var ki bu misyoner okullarında okumuş, uzun yıllar öğretmenlik yapmış, sessiz sakin fakat ciddi anlamda teşkilatçı yapısı olan bir kişidir. Bu da kendisine ait bir yapı oluşturmuştur. Ümmeti Müslime diye bir yapı oluşturmuş ve bu yapı üzerinden faaliyet yürütmüştür. Bunu da tefsiri vardır. Bu bahsettiğim şahısların hepsinin tefsiri vardır ama en geniş çalışmayı Gulam Ahmed Perviz yapmıştır. Özelikle yıllarca yapmış olduğu tefsir dersleri bantları çözülerek kitap haline getirilmiştir. Bildiğim kadarıyla Metâlibü’l-Kur’an adlı bu tefsirin hazırlıkları bitmiş ve tamamı yayım aşamasına ulaşmıştır.

Anlaşıldığı kadarıyla tüm bu süreç Hint alt kıtasında cereyan ediyor. İslam dünyasının geri kalanında ilgi görmüyor mu Kur’âncılık akımı?

Yani belli ölçüde bir yayılma olmuş. Mesela biz izini sürdüğümüz zaman geliş gidişlerin çok fazla olduğunu görüyoruz. Goldziher’in İslam Tefsir Ekolleri kitabında dahi yazdığını düşünecek olursak, Hint alt kıtası çok iyi takip ediliyor. Fakat İstanbul’un kendine ait ciddi bir gelenek yapısı olduğu için oraların düşüncesinden fazla etkilenmiyor. Etkilenme var ama çok az, yüzde bir bile denemez. Mısır’da Muhammed Abduh üzerinden biraz daha fazla olmuştur etkilenme ama orada da yine çok değil. Bir devlet adamı diyor ki (bu adam aynı zamanda misyonerlik faaliyeti yapıyor) bu tür faaliyetlerin en rahat yapılacağı yer olarak Hindistan’ı gördüm, eğer bu faaliyetlerin onda birini Osmanlı coğrafyasında yapsaydık bizim canımıza okurlardı. Ama özellikle son otuz-kırk yıldır İslam dünyasının başka yerlerinde, özellikle ulaşımın artması, internet ve benzeri yollarla bu düşünceler pek çok yerde çok hızlı yayılıyor artık. Ülkemizde de Kur’âncılık düşüncesi artmış vaziyette maalesef. Hatta Ehl-i Kur’ancıları bırakalım, onun da ötesine geçildi. Buna “post Ehl-i Kur’âncılık” demek gerekiyor belki de. Mesela Ehl-i Kur’an, Kur’an'ın mahfuziyetine söz söyletmez. Ama bizde Kur’an’a söz söyleyenler çıkmaya başladı. Allah kelamı mıdır değil midir? Ya Muhammed’in (sav) sözü ise? Bu daha ileri bir boyuttur. İnsanın olduğu her yerde düşünceler olacaktır tabii ama bu düşüncelerin belli temeller üzerine oturması beklenir. Fakat bunların bir kısmında temel yok, sadece güçlü söylem var. Bu söylemlerin iyi pazarlama teknikleriyle, bazı destekçiler yoluyla yayıldığını görüyoruz. Bu tür söylemlere sahip kişilere hadi bunu bir kitaplaştır, eli yüzü düzgün bir çalışma yap dendiğinde ortaya çıkmıyorlar.

Peki Kur’an-ı Kerim’i anlamaya yönelik tarihselcilik vesaire gibi yaklaşımlarla Kur’âncılık arasında paralellik görüyor musunuz?

Onu başka kategoride değerlendirmek lazım. Yani mesela tarihselciler Esbab-ı Nüzül’e çok önem verirler. Esbab-ı Nüzul’ün rivayetlerine çok önem verirler. Çünkü Kur’an’ı tarihe hapsetmelisiniz ki alanda rahat edesiniz. Yani mesela derler ki sahabe Kur’an’ı çok iyi anladı, çünkü Kur’an zaten onlara gelmişti. O halde Kur’an’da bulunan örnekler, Kur’an’da bulunan bir kısım hükümler örneklerden bir örnektir. Bugün biz kendimize ait yeni örnekler oluşturabiliriz. O sebeple, bir kısım benzerlikler bulunabilecek olsa da bugün tarihselcilik, hermenötik gibi konular üzerinde duranlar daha çok Batı’da gelişen Kitab-ı Mukaddes incelemelerinden sonra ortaya çıkan bir kısım metin anlama, metin yorumlama yöntemleri üzerinden gidiyorlar. Böylece Kur’an’a yeni şeyler söyletmeye çalışıyorlar. Hatta bunların zaman zaman rivayetleri, başka geleneksel bilgileri kullandığını biliyoruz. Ama Ehl-i Kur’an bu noktada biraz daha farklı. Şimdi tefsirlerin içerisine bir bakıyoruz; “salat” kelimesi uçmuş. Öbürüne bakıyoruz, “resul” kelimesi uçmuş. Resul nedir diyorsunuz, “merkez-i millet, yani toplumun kendisinde temerküz ettiği kişidir” diyor. Dini otorite o gün Muhammed (sav) idi bugün başkasıdır diyor. Bu sadece bir iki tanesi, daha niceleri var. Birçok şey yavaş yavaş buharlaşıyor, yani sistemli bir bilgi karartması var. Biz buna “tahrif-i manevi” diyoruz, manevi tahribat meydana getiriyorlar. Böyle olunca Kur’âncılık bize ümit doğuracak, yarar sağlayacak bir alan olmaktan çıkıyor çünkü din diye bir şey kalmıyor ortada.