İskender Pala: ''Bu Kitap O'na Hediyemdir''

11 Şubat 2015

Bu kitabı yazma fikri nasıl oluştu kafanızda?

Biri şahsi biri de toplumsal olmak üzere iki maksatla yazmaya niyet ettim bu kitabı. Şahsi sebep; “yaşımız ilerledi, yolculuk görünüyor, gidilen yere eli boş gidilmez, en azından giderken götüreceğimiz bir hediyemiz olsun” diye düşünmektir. O’nun ümmeti olduğumuzu O’na arz etmektir. İkincisi toplumsal bir sebeptir. Hz. Peygamber yaşayan bir Kur’ân’dır. Dolayısıyla O’nun hayatının bilinmesi, örnek alınması, rehber edinilmesi mutlak sebeple yaratılışımızdaki insani özellikleri olumlu şekilde ortaya çıkarır. Ve bu da toplumdaki bir takım aksaklıkları giderir diye düşündüm. Batı dünyasında yükselen bir değer olması sebebiyle İslam’ın önüne geçmek isteyenlerin onu devamlı kötülemesi; şiddetle, terörle örtüştürmeye çalışması ve maalesef bizim de Müslümanlar olarak buna çok malzeme taşımamız, Hz. Peygamber’in hayatını bilmemekten kaynaklanan bir takım aksamaları gündeme getiriyor.

Ne türden aksamalar bunlar?

Kendisini Müslüman olarak tanımlayan insanların içinde bulundukları iflah olmaz anlayışsızlıkları, dedikoduları, iflah olmaz iş ilişkilerini, sosyal hayatı, komşuluk ilişkilerini vs. göz önüne getirdiğimizde görüyoruz ki evet biz Müslümanız ama komşuluğu Hz. Peygamber gibi yapmıyoruz, ticareti Hz. Peygamber gibi düzenlemiyoruz. Sosyal hayatımızı, aile hayatımızı O’nun gibi yaşamıyoruz. Demek ki bir yerde bir aksama var. Hz. Peygamber’i bir kenara çekmiş, kendimize göre bir İslamiyet üzerinde, Allah’a kulluk yapmaya çalıştığımızı zanneder konuma düşmüşüz. Kimisi gelenekten, kimisi ta eski Şamanizm’den bugüne gelmiş bir takım uygulamaları din zannederek, İslamiyet’in özünde olmayan bir takım şeyleri de İslam’a yaklaştırarak kendi İslam anlayışımızı zedelemişiz. Böyle bir ortamda İslamiyet’i insanlara anlatmanın en güzel yolu, Hz. Peygamber’i anlatmaktır. İşte size rehber olan, eşref-i mahlûkat olarak damıtılmış, imbikten geçirilmiş, Allah tarafından korunmuş, ismet sahibi, el-emin, adalet sahibi bir peygamber var ve sizden onun gibi yaşamanız isteniyor.

O’nun gibi yaşayabilmemiz mümkün mü?

Elbette mümkün. İnsanlık hamuru bunun üzerine karılarak yaratılmış. İnsanlığın özünde kaş çatmaktan daha çok gülümseme var, insanlığın özünde almaktan daha ziyade vermek var. İnsaniyetimizin hamurunda yardım etmek, yardım almaktan daha önemli. Birileri için bir şeyler üretmek, bir şeyler yapmak; insanlıktan bir şeyleri çalmak, almak ya da tekelleştirmekten daha makbul. Öyleyse Müslümanlık hakiki insaniyettir ve bugün ekseninden kaymış olan insaniyeti eksenine oturtmanın yolu, Hz. Peygamber’i ve O’nun yaşadığı hayatı içselleştirerek yaşamaktan geçer.

“Giderken götüreceğimiz bir hediyemiz olsun” dediniz az evvel, iyi bir Müslüman olmak yeterli değil mi sizce?

Genelde şöyle düşünüyorum: Namazımız niyazımız şahsidir ve eksiktir; ama Allahu Teâlâ’nın rahmeti gazabından boldur. Bana ruz-i mahşerde namazdan, oruçtan, zekâttan, akrabalıktan, dostluktan sorarsa derim ki, “Yarabbi, ben nefis sahibiyim, bir kulum işte, ayağım sapmış, unutmuş, tembellik yapmış olabilirim; hatalıyım, hesabım eksik çıkabilir; ama senin keremin, lütfun bu eksikliği kapatmaya söz verir, Sen affediver” diye yalvarırım, O da beni affeder diye düşünüyorum, yani inşallah. Allahu Teâlâ bana “Kulum ben sana ilim vermiştim, onunla ne yaptın” derse ki “Kusura bakma, ben kul idim, eksikliğim vardı, nefsim” diyemem. Bu konuda hesabım eksik çıkmamalı. Bu konuda hesabım eksik çıkarsa diğerlerinde de O’na yalvaramam. Benden beklenen kulluğu gerçekleştirmenin yolu, kalemimle, sahip olduğum ilimle bir şeyler yapabilmektir. Konferans mı verirsin, yazı mı yazarsın, ders mi anlatırsın… Budur. Bu da bende Allah rızasını kazanmak için yapılacak bir iş gibi “Bülbülün Kırk Şarkısı”nı yazma hevesimi güçlendirdi. Sonra da vira bismillah dedik. Elimize kalemi aldık, bir şeyler yazmaya çalıştık.

Bu tür yapıtlarda pek alışık olmadığımız bir anlatım ve anlatıcı var; “Bülbülün dilinden Gül’e” doğru bir hitap söz konusu. Bunu tercih etme sebebiniz nedir?

Bir defa kâinatta açan en güzel gül anlatılacaksa O’nu bir bülbül anlatmalıydı, başka türlü olamazdı. Oradaki bülbül O’nun ashabının tamamıdır. Tek başına o bülbül yerine kendini koyup O’na övgüler, methiyeler, şarkılar söylemek durumundadır. Ben bu şarkının çeşidini şöyle yorumluyorum: Eğer bir insan, bir mümin “Ya Rasûlallah seni seviyorum” diyorsa, bu, dilinde bir cümledir. Onu sevdiğini gösterecek hangi işi yapıyor, hangi amelin peşinde, ona bakarım. Dilinle bunu söylemek kolaydır, ama eğer bir bülbül gibi seher vaktinde kalkıp Gül’ün adını anıyorsa; bir teheccüd vaktinde gözünden bir damla yaş dökülüyorsa, bir kötülükten vazgeçip bir iyilik yapabiliyorsa, işte ben bülbülün Gül’e olan aşkını o zaman anlarım.

Bana bir şiir getirseniz, hocam bu şiir kime aittir deseniz, kime ait olduğunu bilemesem bile hangi yüzyıla ait olduğunu diyebilirim size. Çoğunlukla şunun üslubuna benziyor, falan bir şair de böyle söylerdi derim. Beni yanıltan tek şiir tarzı naatlardır. Naatlara bakınca bu şiir kimin sorusu muallakta kalıyor, çünkü bütün şairleri tanıyabilirsiniz, ama iş naat söylemeye gelince hiçbirini tanıyamazsınız. Peygamber aşkı onları öyle söyletir ki sizin bildiğinizden bambaşka bir şair çıkar.

Bu arada gül imgesi de birçok mecrada estetikten yoksun, her isteyenin kafasına göre kullanarak sıradanlaştırıldığı bir hâl aldı. Kitabınızın tamamını gül imgesine dayandırmış biri olarak bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Kitabımızın kapağını yaparken bu söylediklerinizi biz de düşündük. Kapağa bir gül koyalım mı koymayalım mı? Gül bu kadar mebzul, bu kadar ucuzlatılmışken, en banal ve estetik yoksunu şeylerde gül bu kadar kullanılırken acaba nasıl olur diye kendi kendimize sorduk. Ve dedik ki ne olursa olsun böyle bir kitap gülsüz olmaz; tüm bunlara rağmen gülü burada görmeliyiz. Gül zaten çiçek demektir. Şebboy da bir güldür. Leylak da bir güldür. Gelincik de bir güldür. Ama bütün güllerin içerisinden sadece bir tanesi cins ad olan gül adını özel ad olarak kullanır. Bu kitapta Gül özel isimdir, sadece O’nu, kâinatın iftiharı olan Efendimiz’i temsil eder diye gülü kullandık. Ben gülden vazgeçmem; bütün ömrüm gülle bülbülle geçti. Dolayısıyla Gül’ün o asaletini koruyabilecek bir kitap yazdıysam ne mutlu bana.

Hz. Peygamber anlatıları klasik edebiyatımızın -özellikle şiirin- ayrılmaz bir parçasıyken modern edebiyatın içerisinde yok denecek kadar az yer alıyor. Bu tür çalışmalar bugün daha çok akademik alanda ilerliyor. Sizce neden modern edebiyatçılar Hz. Peygamber’i anlatmaktan çekiniyor?

Materyalizmin dünya üzerinde estirdiği rüzgârdan sonra tüm dinlerde Rahmani olana yönelmek ikinci plana itildi. Bütün sanatların özü kutsal sanatlardır. Bugün Batı dünyasında ne kadar sanat görürseniz hepsi ilhamını İncil’den almıştır. Ortaçağ tamamen din merkezli yaşanmış, İncil’in ve Tevrat’ın içerisinden pek çok sanat dalına dair üretim bugüne kadar gelmiştir. Ama materyalizm dünya üzerinde tanrı fikrini lâ-teşbih çöpe atarcasına, tanrıya gerek yoktur fikrini inancı zayıf insanlara yerleştirmeye başlayınca edebi eserler de ister istemez sekülerleşmeye başladı. Rahmanilik dünyadan çekilince, din merkezli sanat ortadan kalkınca ister istemez bilimsellik de din merkezli olmaktan çıktı. Böyle bir ortamda İslamiyet’ten ilham alan sanat eserlerinin üretilmesini lüks olarak görebilirsin. Ama İslam hassasiyeti bilimsel olarak üretilmeye devam etti. Bu da en fazla siyer türünde ortaya çıktı. Tefsirde o kadar gelişmedi. Hadis kitaplarının yeni yeni tenkitli neşirleri yapılıyor. Diyanet’in külliyatları vesaire daha yeni çıkmaya başladı. Ama siyer öyle değildi, Hz. Peygamber’in örnek hayatı her dönem çeşitli yönleriyle anlatıldı. Yani bilimsel olarak Hz. Peygamber’in hayatı hep incelendi ve incelenmeye devam edecek. Bu açıdan edebi metinlerin, Hz. Peygamber’e ilişkin metinlerin, siyer olsun hikâye olsun, ortaya çıkması zaman alacaktır.

“Bülbülün Kırk Şarkısı” bu anlamda nerede duruyor?

Benim kitabım bir roman ya da deneme değil. Ben kendimce ona bir siyer anlatısı diyorum. Bir edebiyat metni. Küçük tasvirler, küçücük mizansenler, birkaç yerde üslup, birkaç yerde teşbihler vs. ile bir siyer kitabını daha okunur, daha akıcı kılmak amacım. Yoksa benim anlattığım bilgiler herhangi bir siyer kitabından farklı bilgiler değil. Aynısını anlatıyorum. Ama “Bülbülün Kırk Şarkısı”nı eline alan bir insan, akıcı bir şekilde onu okuyup gidiyor. Fakat bilimsel bir siyeri eline alan kişi bir müddet sonra onu kenara bırakıyor, sonra da unutuveriyor. Onun için edebiyat eserlerinin çoğalmasını diliyorum. Ama roman yazılsın demiyorum. Hz. Peygamber’in hayatı hakkında roman yazılmamalı, çünkü roman kurgu demektir. Hz. Peygamber’in hayatı, baştan sonra kadar her şeyiyle billur gibi berrak, açık ve nettir. Orada kurguya yer yoktur. Roman biraz da kendi muhayyilemizdekileri oraya dökmektir. Bir romancının cesaret edip Hz. Peygamber’i konuşturması veyahut O’nun için böyle dedi böyle yaptı diye kurgu oluşturması söz konusu değildir.

Kitaptaki bölüm başlıkları Türk şiirinin tarih boyunca kullandığı şiir şekillerinin adlarından oluşuyor ve hepsi de kişisine özel isimler. Bu tercihinizin sebebi nedir?

35 yıl divan edebiyatı ile ilgilendim. Bana bir şiir getirseniz, hocam bu şiir kime aittir deseniz, kime ait olduğunu bilemesem bile hangi yüzyıla ait olduğunu diyebilirim size. Çoğunlukla şunun üslubuna benziyor, falan bir şair de böyle söylerdi derim. Beni yanıltan tek şiir tarzı naatlardır. Naatlara bakınca bu şiir kimin sorusu muallakta kalıyor, çünkü bütün şairleri tanıyabilirsiniz, ama iş naat söylemeye gelince hiçbirini tanıyamazsınız. Peygamber aşkı onları öyle söyletir ki sizin bildiğinizden bambaşka bir şair çıkar. O bakımdan Türk şiiri Hz. Peygamber aşkını sadece naatlarda değil, hilyelerde, mevlidde, diğer türlerde de anlatıp durmuştur. Ben de kitabımı yazarken dünya edebiyatının bütün şiir türlerini harmanladım. Kitabımda kâfir olanlara Batı dünyasının uygun şiir formlarından başlık koydum. Ninni her toplumda vardır; kuma gömülen bir kız çocuğu için ninni güzel bir şeydir. Ama mesnevi en çok Hz. Ebû Bekir’e yakışır. Taşlama, Hind için tam da yerindedir. Hiciv, Ebû Cehil için fevkalade bir başlık… İlk okuyucularım olan eşim ve çocuklar “Bir siyer kitabında bunların ne işi var” dediler. Hocalar da itiraz etti. Onun için kitabın giriş kısmına bir açıklama yazmak zorunda kaldım. O açıklamadan sonra her şey yerine oturdu.

Mesela bir hacı ağaya, bir zengin Müslüman patrona gidip “Falanca yerde bir cami yaptıracağız” deseniz, size azından çoğundan bir para verir. Ama “Filanca yerde bir sinema salonu yaptırıyoruz” deseniz zinhar para vermez. Yahut “Biz bir cami yaptırıyoruz; altında sinema, tiyatro salonu olacak, resim atölyesi, müzik atölyesi olacak” deseniz, “Böyle cami mi olur” der ve size yine para vermez. Onlar için en güzel hayır yapma biçimi bir Kur’ân kursunun ranzalarını yenilemektir.

Hz. Peygamber’i neden doğrudan değil de çevresindeki kırk farklı kişinin gözünden anlatmayı tercih ettiniz?

Çünkü güneşe doğrudan bakamazsınız, gözünüzü kamaştırır. Dolunay veyahut güneş tutulmasında bile bir film tabakasının arkasından bakarsınız daha net görebilmek için. Ben 40 kişiyi, Nûr’u görebilmenin, güneş ışığını görebilmenin perdesi olarak düşündüm. Oradan bakarak… Aslında Hz. Peygamber’i anlattım ama kırk kişinin üzerinden bir kronolojik sistem ile anlattım.

Edebi bir üslupla yazmanıza karşın kitabınızın teşekkür metninde zikrettiğiniz isimlerin çoğu akademik çalışmalarıyla tanınıyor. Bunlar eserinize ne derece müdahil oldular; eleştirileri, tepkileri, katkıları ne düzeyde oldu?

Ben 6-7 senedir tarihi roman yazıyorum ve her defasında yazdığım kitabın ilk prova baskısını konunun mütehassısı insanlara gönderiyorum. Onlara bir de kırmızı kalem gönderiyorum ve diyorum ki bu sayfaları lütfen benim için okuyun. Gelincik tarlasında ne kadar kızıl gelincik olursa benim için o kadar iyi, çizmekten, atmaktan çekinmeyin diyorum. Çünkü kitap yayınlanmadan önce hata yapmayı, kitap yayınlandıktan sonra hatalı bulunmaya tercih ederim. İş Hz. Peygamber’i anlatmaya gelince hassasiyet ister istemez zirveye çıkıyor. Bu hassasiyetle Sayın Mehmet Görmez’e, Sayın Mustafa Fayda’ya, Sayın Mustafa Öztürk’e ve Sayın Mustafa Sabri Küçükaşçı’ya “Siz Hz. Peygamber’in hayatıyla ilgili her şeyi bilimsel olarak biliyorsunuz, lütfen hatalarımı bana gösterin” dedim ve gönderdim. Sonra anlatım ve üslup yönünden tavsiyelerine güvendiğim insanlara gönderdim. Onlardan gelen düzeltmeleri tek tek satır satır işledim. İtiraz edilen kısımları çıkardım, değiştirdim vs. Bilimsel tashihten geçtikten sonra üslup işçiliği başladı; tekrar tekrar okudum kitabı. Birinde anlatım yönünden okudum, dil, üslup, tarihi bilgiler yönünden tekrar tekrar okudum. Hocaların hepsinin belirli görüşleri vardı ve ben o görüşlerin hepsini imtizac edecek şekilde düzeltmelerimi yaptım.

Sohbetimiz siyer ve edebiyat içerikli geçtiği için pek sözü edilmedi, insanlığa Peygamber Efendimiz’i başka hangi araçlarla anlatabiliriz?

Hz. Peygamber’le ilgili çok film çekilmesi gerekiyor, çok dizi film yapılması gerekiyor. O’nu göstermek zorunda değiliz. Ama meselâ ben “Çağrı” filminin son 40 yılda İslamiyet’e zarar verdiğini düşünüyorum. Söylediğimi garip bulabilirsiniz ama bakış noktam şu: 1970’lerin teknolojisiyle, imkânlarıyla çekilmiş çok güzel bir film Çağrı. O günkü bakış açısıyla da yapılması gereken bir film. Ama 1980’de, 1990’da, 2000’de, 2010’da yeni filmler yapamadığımız için her Ramazan, her kandil hâlâ aynı filmi izliyoruz. Bazen şunu söylüyorum:  Müslümanlar cennete vardıklarında Hz. Hamza diye Antony Quinn’i arayacaklar! O derece zihinlerde yer etmiş. Bu filmi yapanlar, Hz. Peygamber’in mücahit penceresinden görünümünü filme aldılar, savaşlarını anlattılar. Filmin neredeyse her sahnesinde elde kılıçlar var, savaşan insanlar var. Peygamber’in 63 yıllık hayatı boyunca savaşlarla geçen süre dört ay kadar… Siz 63 yılın geri kalanını filme almayacaksınız, sadece dört aylık savaşları merkeze koyarak filme çekeceksiniz ve onu da 40 yıl göstereceksiniz. Tabi dünya ondan sonra İslamiyet’i yanlış algılayacak; bunu yalnızca biz seyretmiyoruz.

Peki, bu algıyı değiştirmenin yöntemi nedir?

Çare o filmi yapanlara sövüp saymak değildir, onlar kendi dönemlerinde hayırlı ameller yaptılar. Çare bugün o filmlerin üzerine bugün 40 yılda 40 tane, 50 tane daha koymaktan geçer. Onun için Hz. Peygamber’in çok filmi, dizisi yapılmalı. Ramazan boyunca 30 akşamda asr-ı saadeti anlatan bir dizimiz bile yok Müslüman dünyada şu hale bakın. Bir tiyatro oyunumuz yok ki Hz. Hamza’yı, Hz. Ömer’i, Mus’ab b. Umeyr’i, Hz. Ali’yi sahnelesin. İdeolojik kavga için çekilmişleri var, ucuz Yeşilçam filmlerinde takma sakallı Hz. Ömer’ler var… Ama Müslümanlar bugün bir Hz. Ömer filmi çekemiyor hâlâ. Ne kadar bir zevk yoksunluğudur, ne kadar bir kültür sığlığıdır, ne kadar bir sanat anlayışsızlığıdır. Müslümanlar mescid deyince yalnızca namaz kılınan yeri anlıyorlar. Mesela bir hacı ağaya, bir zengin Müslüman patrona gidip “Falanca yerde bir cami yaptıracağız” deseniz, size azından çoğundan bir para verir. Ama “Filanca yerde bir sinema salonu yaptırıyoruz” deseniz zinhar para vermez. Yahut “Biz bir cami yaptırıyoruz; altında sinema, tiyatro salonu olacak, resim atölyesi, müzik atölyesi olacak” deseniz, “Böyle cami mi olur” der ve size yine para vermez. Onlar için en güzel hayır yapma biçimi bir Kur’ân kursunun ranzalarını yenilemektir. Kur’ân kursunda okuyan çocuğun kafasına bir yabancı dil koymak, o çocuğun bir sanat eğitimi almasını sağlamak, felsefe ya da sosyoloji okusun diye burs vermek aklına bile gelmez. Hz. Peygamber’in mescidi bilim yapılan, sosyal hayatın harmanlandığı, sorunların çözüldüğü, insanların toplandığı yerdi; sanat üretilen yerdi. Bizim camilerimiz, külliyelerimiz bu şekilde yapılanamayacaksa tabi ki sinemayla da tiyatroyla da güzel sanatlarla da alakamız kalmaz.