Onlar Böyleydi
Prof. Dr. İsmail L. Çakan'ın Yüksek İslâm Enstitüsü'nde öğrenci iken yazdığı 3 perdelik tarihî piyestir. Müslüman Kimliği'ne ait adâlet, ahde vefâ, ilâhî hükme rızâ ve affı tercih gibi üstün özelliklere vurgu yapan eser Türkiye İslâm Enstitüleri Talebe Federasyonu tarafından 1966 yılında basılmıştır.
(Piyes: Onlar Böyleydi,İsmail L. Çakan,3. Basım,Büşra Yayınları,İstanbul,1992)
ŞAHISLAR
1- Hz. Ömer (Siyah Sakallı)
2- Hz. Osman (Siyah Sakallı)
3-Elçi (Bizans Kıyafetli)
4- Hz. Abbas (Siyah Sakallı)
5- Ebu Zer-i Glfâri (Beyaz Sakallı)
6- Abdullah (Bıyıklı)
7- Büyük Kardeş
8-Küçük Kardeş (Bıyıklı)
9-Amr (Siyah Sakallı,müşrik Abdullah'ın Dayısı)
10-Sâliha (Abdullah'ın Annesi)
11-Zeyd (Abdullah'ın küçük kardeşi 8 yaşında)
12-Dilenci (Ihtiyar bir Hristiyan)
13-Hürmüzan (İran Orduları esir kumandanı,resmi kıyafetiyle)
BİRİNCİ PERDEDekor: Bir hurma ağacı gölgesi. Çöl. Arkada büyük bir çöl manzarası. Yanlarda Mekke ve Medine şehirlerinin resimleri. Sahne, çöl kumlarıyla kaplı.
Ney sesleri arasında perde açılır
SAHNE: 1
Hz. ÖMER sonra Hz. OSMAN ve ELÇİ
Hz. ÖMER- (Sol kapıdan girer, ilerler. Etrafı, gözetler. Emirlik mesuliyeti halinden bellidir. Düşüncelidir.) Bismillahirrahmanirrahim
(yüzü seyirciye gelmek üzere yatar ve uyur.)
Hz. OSMAN-(Sağ kapıdan girer.Ömer'i görünce hürmetlice ilerler.Seyirciye döner.)Ey Mü'minlerin büyük emiri! Bu mütevâzı yatışın bile, biz müslümanlara derin bir emniyet hissi veriyor.Umarım ki, kâfirlere de o derece korku ve dehşet saçar.Bütük dinimizin, kâfirlere hayret veren sadeliğini, tam manasıyla aksettiren faziletli emirimiz. Allah senden razı olsun.(Hafif hafif sol kapıdan çıkar.)
ELÇİ- (Sol kapıdan girer.Allı pullu elbiseler içinde sun'i bir azamet gösterir.Ta'zimen eğilecekken, Hz. Ömer'in uyumakta olduğunu farkeder, afallamıştır.Süzer, süzer.İyice şaşırmıştır.Köşeye çekilir, hayretle.)
Ne umdum, ne buldum! Bütün Asya'yı titreten Ömer, Müslümanların kralı Ömer, adaletli olduğu söylenen Ömer, demek bu ha? Şu kumlar üzerinde yapayalnız yatan adam ha? Yok yok. Olamaz böyle şey. Bu hal gerçek olamaz. Ben, yoksa ben rüya mı görüyorum? Hayır, hayır rüya olmasına imkan yok. Biraz evvel Medine'lerden sorup burada olduğunu öğrenmiştim. Fakat nasıl olur? Bir muhafızı bile yok. Hayır, hayır bu adam Ömer değildir. Yanlış gelmiş olmalıyım. Hele etrafı bir gözetleyeyim. Çevrede başka bir topluluk var mı? (Korku ile Ömer'e bakarak çıkar. Ney yükselir... Bir müddet sonra ürkek nazarlarla başını uzatıp Ömer'e bakar. Hâlâ uyumakta olduğunu görünce girer.) Hayret, hayret hatta dehşet. Bu ne hal? Bu çöllerde aklımı yitirip de mi gideceğim? Kimsecikler yok çevrede. Olsa olsa bu adamdır Ömer. Ama nasıl olur? Bu vaziyeti bizim def-i hacete muhafızsız gideme¬yen kral Herakliyüs görseydi ne yapardı acaba? Ne yapacak apışıp kalırdı. (Aniden) Ve, evet emrederdi celladına, uçurttururdu başını Ömer'in. Sonra da cellâdına bol-bol, çil-çil altınlar verirdi, en büyük düşmanımı öldürdün diye. (Vücuduna bakar) Kralın cellâdı benden daha güçlü değil ya. Ortalıkta kimse de yok. Krala Ömer'in başını götürürsem bu bahşişi de ben alırım. O zaman, evet işte o zaman belki de, Arabistan valisi olur, yaşarım kral gibi. Evet bu fırsat, her zaman geçmez elime. (Kılıcınıçıkarır, bir adım ilerler) Haydi ne duruyorsun? Mesih yardımcındır. (Bir adım daha atar) Evet uçurmalıyım boynunu Ömer'in. (Etrafına bakınır, indireceği zaman Hz. Ömer, sadece gözlerini açar. Elçi olduğu gibi kalır. Sendeler kılıcıyla birlikte, yere yığılır ve bayılır.)
Hz. ÖMER- (Bir şey anlamamış gibi doğrulur. Elçinin üzerine eğilir Anlamıştır Hristiyan olduğunu.) Ey dalâletin ve küfrün kölesi, aklınca hakka galip mi gelecektin? Kimsesiz gördüğün bir Müslü-manı kolaylıkla yok edeceğini mi sanmıştın? Hey koca mânâ ölüsü, bil ki, küfür cephesi ne kadar kuvvetli olursa olsun, Allah'a samimiyetle inanmış bir Müslümanın sadece bir bakışı bile o cepheyi, delmeye, parçalamaya, dağıtmaya kâfidir. Zira ina¬nıyoruz ki: "Hak geldi, bâtıl yok oldu. Zaten bâtılın İşi yok olmak, kaybolmaktır. Ney susar.)
İÇERİDEKİLER, Hz. OSMAN ve ABBAS
Hz. OSMAN - (Abbas'la sol kapıdan girer.) Esselâmüaleyküm, ya emire'l-mü'minin.
Hz. ÖMER- (Başını çevirir) Ve aleykümüsse-lam ya Osman.
OSMAN ve ABBAS- (İkisi birden) Bu ne ha! ya emire'l-mü'minin?
Hz. ÖMER- (Sükûnetle) Bilmiyorum ne haldir. Uyandım, bir de baktım, bu adam kılıcını çekmiş başımda duruyor. Daha hiç bir şey yapmadan, adam çürük hurma kütüğü gibi silahıyla birlikte dev-riliverdi. Bayılmış...
Hz. OSMAN- Elhamdülillah. Ya emirelmü'minin, bu adam Bizans hükümdarı Herakliyüs'un elçisidir. Şehrin kapısında bana rastladı, sizi sordu. Burada olduğunuzu söyledim. Acele görmesi lâzım geldiğini bildirerek hemen buraya yönelmişti.
Hz. ABBAS- Ya Osman, sen, nasıl bu Hristiyanı yalnız başına buraya gönderiyorsun? Ya, emirü'l-mü'minine bir zarar verseydi?
Hz. OSMAN- Ben de adamın hemen buraya teveccühünden şüphelendiğim için sana uğramıştım. Fakat geç kalmışız.
Hz. ÖMER- (Sükûnetle yüzlerine bakarak) Korkmayın dostlarım, "Allah Müslümanlarladır." Allah, kendisinden korkanı korkutmaz. Biz imanımızda samimi, işlerimizde Peygamber efendimizin yolu üzere olduğumuz müddetçe, değil böyle bir kâfir, bütün İslâm düşmanları hücum etseler, kılımıza bile dokunamazlar.
Hz. OSMAN- Âmenna ve saddakna ya emirelmü'minin. (Elçiyi ayıltmaya çalışırlar)
Hz. ABBAS- Ya emirelmü'minin, müsaade ederseniz, (belinden küçük bir hurma çubuğu çıkarır) şunu koklatalım, ayıIır zannederim...
Hz. ÖMER- Olur, ya Abbas! (Elçinin kollarını sallar. Bir müddet sonra)
ELÇİ- (Gözlerim açar, doğrulurken) Öldürülecek bir kimse için bu zahmet neden?
Hz. ÖMER- Bizde "elçiye zeval yoktur" Yani elçinin dokunulmazlığı vardır.
ELÇİ- Ama ben suç işledim.
Hz. ÖMER- (Sakin) Sen suç işlemedin. Daha doğrusu işleyemedin. Suç işlemeye teşebbüs ettin. Ben, suç işlemeyen kimseye ceza vermeye yetkili değilim.
ELÇİ- (Ümitli)Yani ben affedildim mi?
Hz. ÖMER-- Elbette. Sen çoktan affedildin. Kendine gelmeye çalış. (Biraz ara) Biz Müslümanlar, şahsımız için hiç kimseye eziyet etmeyiz. Müsterih ol!
ELÇİ- (Kılıcını işaretle) Alabilir miyim?
Hz. ÖMER- Hay, hay... Sizler kuvveti maddede olan kimselersiniz. (Biraz ara) Fakat görüyor¬sun ya, manevî silâhlar daha tesirli...
ELÇİ- ...
Hz. ÖMER- Şunu peşinen söyleyeyim: Müslü¬manları başkalarıyla kıyas edenler, aldanırlar. (Biraz ara) Şimdi söyle bakayım; vazifen elçilik olduğu halde, neden katil olmaya yeltendin? Yoksa cellatlık da ek görevin midir?
ELÇİ- Müslümanların kralı olarak, hayatımın emniyette olduğuna teminat verin, herşeyi söyleyeceğim.
İÇERİDEKİLER ve EBU ZER-İ GIFÂRÎ
EBU ZER- (Sağ taraftan girer) Esselâmü aley-küm.
ORADAKİLER- Ve aleykümüsselâm. (Yer gösterirler)
Hz. ÖMER- Merhaba ya Eba Zer.
EBU ZER- Merhaba ya emirel-mü'minin. (Di¬ğerleriyle de işaretle merhabalaşır)
Hz. ÖMER- (Elçiye) Teminatı daha evvel ver¬dim. Biz, verdiğimiz sözden, canımız pahasına da olsa dönmeyiz. Yalnız şunu bilmeni İsterim: Ben, Müslümanların kralı değil, emiriyim. Bizim dinimiz¬de sizin anladığınız manada babadan oğula intikal eden bir krallık yoktur.
ELÇİ- (Mahcup) Özür dilerim... (Biraz ara) Sizi yapayalnız, çölün ortasında bulunca, önce inanamadım. Etrafı gözetledim kimseler yoktu. Siz de uyuyordunuz. Her ne kadar vazifem elçilikse de, kralıma daha büyük bir hediye götürmek isledim. Sonra, sizi öldürdüğüm takdirde, mevkiimin yükse¬leceğini düşündüm. Kılıcımı çektim, fakat...
Hz. ÖMER- (Sükûnetle) Kendine göre iyi düşünmüşsün. Senin gibi düşünen de çok. Fakat bu arada hesaba katılmayan bazı hususlar oluyor.
ELÇİ- Meselâ?..
Hz. ÖMER- Meselâsını sen yaşadın. Öğrenmiş olman gerek.
ELÇİ- Öğrendiğim tek şey şudur: Sizi böyle ha¬reket ettiren ilâhınızdan korkmanızdır. Siz, ondan korkuyor, fakat ondan başkasından korkmuyorsunuz. Başta kralımız, olmak üzere biz, ilâhımızdan korkmuyor, fakat ondan başka her şeyden korkuyoruz. Hele kralımız sarayında muhafızların himaye¬sinde yaşar. Nerede böyle yapayalnız sahraya çık mak?..
EBU ZER- (Söze karışır) Madem ki, bu gerçeği anlamışsın, Müslüman olmak için daha ne bekliyorsun?
ELÇİ- Dininize girmem için gördüklerim kafi ise de biraz daha bekleyeceğim.
(Bu sırada Abdullah'ı kollarından tutmuş oldukları halde iki genç sol kapıdan girerler.)
İÇERİDEKİLER, İKİ KARDEŞ ve ABDULLAH
B. KARDEŞ- Selâmün aleyküm.
ORADAKİLER- Ve aleykümüsselâm. (Dikkatle, gelenlere çevrilir)
B. KARDEŞ- (Bir şey sorulmasını beklemeden) Ya emirel-mü'minin, biz bu adamdan şikâyetçiyiz. (Abdullah'ı ileri iter.) Babamızı öldürdü.
Hz. ÖMER- (Ciddi) Hâdise nasıl oldu?
B. KARDEŞ- Biz (Kardeşini işaretle) iki kardeşiz. Faziletiyle kabilesi arasında çok sevilen baba¬mız bugün bahçesinde dolaşmakta iken bu genç tarafından taşla öldürüldü. Hakkın yerine getirilmesi için size getirdik.
Hz. ÖMER- (Abdullah'a) Sana herhangi bir eziyette bulundu mu bu gençler?
ABDULLAH- Hayır, ya emirel-mü'minin. Kollarımdan tutuşları bile çok nazikti. Hiç incinmedim.
Hz. ÖMER- (Gençlere) Adalete ve Şeriata gösterdiğiniz güven ve saygınızı tebrik ederim. (Abdul¬lah'a) İsmin nedir?
ABDULLAH- Abdullah efendim.
Hz. ÖMER - Peki Abdullah. Sana isnat edilen suçu işittin. Ne dersin? Bir itirazın var mı?
ABDULLAH- Hayır ya emirel- mü'minin. Doğru söylüyorlar. Babalarını ben öldürdüm. Fakat müsaade ederseniz, hâdiseyi bir de ben anlatayım.
Hz. ÖMER-Buyurun, anlatın.
ABDULLAH - Ben bir çöl adamıyım. Buralara gezmeye gelmiştim. Tuttuğum yol beni bahçeler arasına şevketti. Atlarım da beraberimde idi. içle¬rinde asil bir at vardı ki, diğerlerinin arasında yürüyüşünü, endamını görüp de meftun olmamak mümkün değildi. (İçini çeker) Bahçelerden birinin duva¬rından sarkmış bir dal, hayvanın içini çekti. Uzanıp daldan kopardı. Hemen tutup çektim. Fakat bu sı¬rada duvar kenarında bir ihtiyarın öfkeli öfkeli gelmekte olduğunu gördüm. Yüzü sert, âdeta bir kaplan kadar kızgındı. Elinde bir taş vardı. Taşı ata doğru fırlattı. Gözün bakmaya kıyamadığı o güzel hayvan, o anda bir tarafa yığılıverdi, öldü. (Duraklar) Bu hal karşısında kendimden geçtim. Hemen aynı taşı alıp ben de adama attım. (Pişmanca) Keşke atmaz olsaydım. Onun da eceli gelmişmiş bir feryatta o da can verdi. Bir an için kaçmak istemedim değil, takat (gençleri işaretle) bu gençler benden atik davrandılar, tutup huzurunuza getirdiler...
Hz. ÖMER- Suçunu itiraf ettin. Kısas edileceksin. Yani sen de öldürüleceksin.
ABDULLAH - (Sükûnetle) Mademki Şeriat bunu emrediyor, razıyım ya emirel-mü'minin. Yalnız hükmü hemen mi infaz edersiniz?
Hz. ÖMER- Evet, hüküm derhal icra edilecektir. Neden sordunuz?
ABDULLAH - Bir isteğim olacaktı da...
Hz. ÖMER-Son isteğiniz olmak üzere söyleyin.
ABDULLAH - Benim küçük bir kardeşim var. Rahmetli babamız, O'na bir hayli para ayırmış; "Oğlum, bunlar kardeşinindir ve o büyüyünceye kadar bunların muhafazası sana aittir." demişti. Ben de o parayı bir yere gömmüştüm. Yerini benden başka hiç kimse bilmez. Siz, şimdi hükmü hemen infaz edecek olursanız, o emanet zayi olur. Ama bana 3 gün izin verirseniz ben gider o emaneti mü¬nasip birine teslim eder ve gelirim.
Hz. ÖMER- (Davacılara) Ne dersiniz?
K. KARDEŞ- Biz katili size getirdik. Bundan sonrası size aittir.
Hz. ÖMER- (Abdullah'a) Müsaade veremem.
ABDULLAH- Bana inanınız ya emirel-mü'minin.
Hz. ÖMER- (Düşünceli) İnanıyorum ama... (Aniden) Ancak seni, bir kefil bulduğun takdirde bı¬rakabilirim. Medine'de tanıdığın bir kimse var mı?
ABDULLAH - (Me'yus) Medine'de hiç kimseyi tanımam. (Aniden) Ama zararı yok, ben size bir kefil bulabilirim. ( Oradakileri süzer Ebu Zer'i işa¬retle) Bu zat bana kefil olur.
Hz. ÖMER- Ya Eba Zer, suçlu size kefalet teklif ediyor, kabul ediyor musunuz?
EBU ZER - (Tereddütsüz) Evet ya emirel-mü'minin. Ne kadar mühlet isliyorsa veriniz. Ben ona kefilim.
Hz. ÖMER- (Abdullah'a) Pekâlâ. İstediğin 3 gün mühleti veriyorum. Git ve gününde gel. Gelmediğin taktirde bu ihtiyarın, senin yerine öldürüleceğini unutma. O sana güvendi, sen de ona lâyık ol...
ABDULLAH - (Sevinçli) İnşallah tam zamanın¬da gelirim. Yer uzak, görüyorsunuz hava da bir hayli sıcak. Belki bir kaç saat geç kalırım. Çok acele etmemenizi istirham ederim. Allah hepinizden razı olsun. (Ebu Zer'in elini öpmek ister.)
EBU ZER - (Musafaha eder, öptürmez.) Haydi, yolun açık olsun evladım. (Sırtını okşar)
ABDULLAH - Esselâmu aleyküm. (Hızla sağdan çıkar)
ORADAKİLER- Ve aleykümüsselâm. Güle güle...
Hz. ÖMER- İnşaallah sözünde durur. Aksi halde hükmü mutlaka infaz ederim ya Eba Zer.
B. KARDEŞ - Davamızdan asla vazgeçmeyiz, ya Eba Zer. Ne diye kabul eltin onun kefaletini. (Kardeşler ikisi birden) Giden gelir mi?
EBU ZER- (Sakin) Delikanlı, İslâm'ın manasını anlamış mert bir insan. İnanıyorum ki, verdiği sözde duracaktır. Üzülmeyin. Gelmediği takdirde boynum hazırdır,
Hz. ÖMER - Şu halde mesele kalmadı. (Kalkar) Buyurun artık Medine'ye dönelim. (Hz. Abbas ve Elçi sahnede kalır. Diğerleri çıkarlar.)
Hz. ABBAS ve ELÇİ
Hz. ABBAS - Müslüman olman için bunlar da kâfi gelmedi mi?
ELÇİ - (Şaşkın) Müslüman olmam için değil ama deli olmam için kâfidir, bu gördüklerim. İnandığınız Allah için söyleyin. Ben ayrı bir dünyaya mı geldim? Siz, başka dünyanın adamları mısınız? Doğru söyleyin.
Hz. ABBAS - Neden böyle düşünüyorsunuz? Buraya gelirken gördünüz ki, Suriye'de sizinle sınırlarımız var.
ELÇİ - (Şaşkın) Zaten onu da bildiğim için tamamen şaşırıyorum ya. Komşu iki devletin yaşayışı bu derece değişik olsun, hayret...
Hz. ABBAS-Nasıl, meselâ?
ELÇİ - (Düşünceli, seyirciye doğru) Nasıl olacak. Baba katilini yakala, kılına dokunmadan kanu¬na teslim et. Suçlu ol. Şahit bulunmamasına rağ¬men öldürüleceğini bildiğin halde, suçunu inkâr et¬me, itiraf et. Üzerinde bulunan emanet için müsaa¬de iste. Verilmeyince, kefil diye rast gele birini gös¬ter. O da hiç itiraz etmeden "evet" desin. (Hz. Abbas'a) Evet, işte bütün bunları biz rüyamızda görseydik yine de "imkânsız" derdik. Zira bizim memlekette kendine güvenen herkes hâkim, herkes cellâd herkes kanun. Şayet bir kimse emanete, hıyanet etmezse, o aptal sayılır. Ya kefalet meselesi. Bıra¬kınız, hayatın mevzu-u bahs olduğu yerde kefil bul¬mayı, kardeş kardeşe en basit şeyler için bile kefil olmazlar. Daha neler, neler...
Hz. ABBAS - (Ciddi) Görüyorsunuz, aynı dün¬yanın fakat ayrı âlemlerin adamlarıyız. (Biraz ara) Bütün bu gördükleriniz ve şu anlayışınız sizi bir se-bep aramaya sevketmiyor mu?
ELÇİ - (Yere bakarak) Sebebini de düşünüyo¬rum. Fakat bunca senedir sahip olduğum kanaat ve fikirler dünyamı terk etmeyi yani dinimi değiştirmeyi düşünemiyorum.
Hz. ABBAS - (Kızgın) Bâtıla bu derece bağlılık gösteren sen gibiler oldukça elbette o yaşar. Ama unutrna ki hak, bir gün batılın kalbi olan payitahtınız Konstantiniye'ye de girecek ve oraları küfür pisliğin¬den temizleyecektir. Bunu bizzat Peygamber efen¬dimiz müjdelemiştir.
ELÇİ - (Aniden)Bu, büyük bir iddia...
Hz. ABBAS - Büyük olabilir ama imkansız değil¬dir. (Biraz ara) Mamafih her temiz, kirlenir. Hakkın yani İslâm'ın temizleyeceği o yerleriniz, zamanın geçmesi ve şartların değişmesiyle bugünkü haline döner, veya benzer bir hal alırsa, o gün de senin gibi bütün bu olanlara akıl erdiremeyecekler bulu¬nacaktır. O zaman, senin onların arasında olmanı ne kadar arzu ederdim.
ELÇİ - Merak etmeyin, tarih yazar...
Hz. ABBAS - Yazar, yazar ama onu hakkani¬yetle tetkik edebilseler...
Hz. Osman - (Kapıdan başı görünür) Ya Ab-bas, emirü'l-mü'minin, sizi soruyorlar.
Hz. ABBAS - Geliyoruz! (Elçiye işaret eder. Çı¬karlarken.)
PERDE KAPANIR
ÎKÎNCİ PERDE
Dekor: Bir ev odası. Ortada bir sedir, arkada hayvan resimleri bulunan perde. Yanda pencere deliği. Ağzı geniş bir su testisi. Ve bir put... Taban kırmızı renkte bir kilimle örtülüdür. Burası Amr'ın evidir.
SAHNE 1
AMR ve ABDULLAH
AMR- (Sedirin üzerinde oturmaktadır. Düşüncelidir. Yatar, doğrulur. Sonra öbür tarafa yatar. Yine doğrulur. Biraz sonra kalkar, kızgın gezinerek.) Ne karışık günlere kaldık. Her tarafta bir hercü-merç. Ne akıldır bilmem. Adamlar, bunca senedir sahip oldukları dinlerini bırakıp bir hâşiminin sözlerine uydular. Bu gidişle yakında putların gazabına uğrayacağız, rızkımız kesilecek. Başımıza kim bilir ne türlü belâlar gelecek... (Aniden) Bütün akrabalarım da hâşiminin söylediklerine inandılar. Bir ben kaldım... Adam ne kadar büyük sihirbazmış ki, kendisi ölmesine rağmen millet yine de ona uymakta. Kurnazlığa bak ki, kendisini ahir zaman peygambe¬ri diye tanıtmış, görünmeyen, bilinmeyen, bir Allah'a tapmak lâzım geldiğini, (putu işaretle) putların" hiç olduğunu söylüyormuş. (Biraz ara) Hayret, tüm bunlara rağmen gün geçtikçe kuvvetleniyor kurduğu devlet. Kudüs'ü de fethetmişler. Mısır'a
geçeceklermiş. (Aniden) Tamam, bu geceki gördüğüm o kötü rüya, pulların gazaba geldiklerini, onları çölün kumlarına garkedeceklerini işaret ediyor. Anlaşıldı... Zafer yine bizimdir. (Sevinir) Bakalım o zaman dönekler ne yüzle putların karşısına çıkacaklar? (Puta doğru eğilerek) Affedin ey putlarımız, diye yalvaracaklar, hah hah. (Güler) Ne rezillik, ne rezillik. Benim gibi dininde sabit kalanlara iyi bir eğlence çıktı demek.
ABDULLAH - (Dışarıdan) Dayım!...
AMR - (Aniden) Hin... (Kapıyı açar.)
ABDULLAH - (Tozlar içerisindedir. Bezgin bit hali vardır.) Selâm, doğru yolda olanlar üzerine olsun.
AMR- (Alayla) Ne o, hayrola. Erken döndün, Müslüman yeğenim. Allah'ın yardım etmedi galiba?...
ABDULLAH - (Sükûnetle) Henüz neden dön¬düğümü söylemedim. Kim bilir, belki tam bir muvaf¬fakiyetle dönmüşümdür. «Hoşgeldin. Buyur, otur şöyle.» demek yok mu sizde ey müşrik dayım?
AMR - (Alaylı bir tebessümle) Pek hoş gelmişe benzemiyorsun ki. Tam bir perişanlık içindesin.
ABDULLAH - (Kendisine bakar) Yolculuğun tesiridir.
AMR - Belki, fakat ben çölü bilirim. Bu kadar hırpalamaz insanı. Sende başka bir şeyin tesiri olmalı. Otur şöyle bakayım. (Otururlar)
ABDULLAH -Belki de iyi bir şeyin tesiridir. Veya senin gibi hâlâ sapıklıkta kalmış yakınlarımın üzüntüsüdür.
AMR - (Kızgın, kalkar) Bırak sen o beylik lafları da yüzüne bakmaktan korkmuyorsan eğer (Su testisini getirir Abdullah'ın önüne kor.) buyur, gör hali¬ni. (Oturur.)
ABDULLAH - Kendinden korkanlardan değilim, (Eğilir bakar, ağır ağır.) Hak yolda olmanın vakarı ve görevini başarmanın ümit dolu mütevazı ifadesi var yüzümde.
AMR - (Kalkar) Siz hep böylesiniz zaten. Bütün iyilikler, üstünlükler size ait.
ABDULLAH - (Tebessümle) Tabii, fazilet, hakkın şiarıdır. Kim doğru yolda ise fazilet de ondadır. Bunu bilmeyecek ne var? «Şeref, kuvvet ve galibiyet Allah'ındır, peygamberindir, mü'minlerindir. Fakat münafıklar bunu bilmezler." (Munafikun sûresi, Âyet: 8)
AMR - (Mevzuyu değiştirmek üzere ) Haa, sen evinize uğramamışa benziyorsun. (Oturur) ABDULLAH - Evet öyle oldu.
AMR - Burada olduklarını sandın galiba? Bize gelmezler. (Alaylı) Kendi din kardeşlerine giderler.
ABDULLAH - Hayır, eve hiç uğramadım. Işık vardı. Evdelerdi galiba.
AMR - (Hayretle) O halde, doğru buraya gelmende bir sebep olmalı.
ABDULLAH - (Düşünceli, kalkar, ilerleyerek) Sebep mi? Sebep ha? (Döner) Sebep şu; ben hemen Medine'ye döneceğim. Bir buçuk güne kadar mutlaka Medine'de olmam lazım. Eğer, annemlerin haberi olacak olursa geldiğimden, eğlerler beni, yetişemem zamanında, anladın mı? (oturur)
AMR - (Düşünceli) Anladım ama, bu acele dönüşün neden, bunu anlayamadım.
ABDULLAH - Henüz bir şey söylemedim ki.
AMR - (Sür'atle) Çabuk anlat, kardeşim oğlu. Ben sabır taşı değilim.
ABDULLAH - (Elini Amr'ın omuzuna koyarak) Ey anam kardeşi, babam bana Zeyd'e verilmek üzere bir miktar para bırakmıştı. Ben de o parayı, bahçedeki ihtiyar hurma ağacının bir zira' (veya metre) sağına, büyükçe bir testi ile gömmüştüm. Benim Medine yolculuğum belki uzayacak. Onu sa¬na teslim ediyorum. Ne olur ne olmaz diye yan yoldan döndüm. Hayvanları bir adama bıraktım. 3 gün izin aldım. Bir buçuk günü gitti. Onun için hemen dönmem gerekiyor. Anladın mı?
AMR - (Düşünceli) Bir şey anlamadım ben. Doğru konuşmuyorsun ey kardeşim oğlu! Ya doğrusunu söylersin, yoksa şimdi haber veririm.
ABDULLAH - (Yalvarır) Yapma, beni sıkıştırma ey anam kardeşi. Koyver gideyim yoluma.
AMR - (Düşünceli) Şimdi anlıyorum. Bu geceki rüyam demek bu anlaşılmaz işlere işâretmiş.
ABDULLAH - (Sertçe) Neden, rüyaya inandığınız kadar bana inanmıyorsunuz?
AMR - Rüyam senden daha açık konuşuyor da ondan. (Biraz ara) Hele sen bekle, ben şimdi gelirim. (Kalkmak ister)
ABDULLAH - (Eliyle Amr'ı tutar) Bizim eve haber vermeyeceksin değil mi?
AMR - Onu sonra düşüneceğim.
ABDULLAH - (Kızgın) Size Müslümanca davrandığımın cezası bu, öyle mi? (Düşünür) Söylememeliydim derdimi. (Kalkar, sahnenin önüne gelir) Evet söylememeliydim. (Bağırır) Ama akra-bamdın güya. Sevdiğini söylerdin bizi. Sevgi bu mu?
AMR - (Kalkar, elini Abdullah'ın omzuna koyar) Ey kardeşim oğlu, yorgunluk seni düşünemez hale getirmiş. Hele şöyle biraz istirahat et. Hem, emin ol ki, hareketlerimin hepsi sevgimin eseri olacaktır.
ABDULLAH - (Serî) İstirahata değil, sizinle konuşmaya bile vaktimin olmadığını bilmenizi isterim.
AMR -(Kapıya yönelir) Ne yapmamı istiyorsun?
ABDULLAH - (Seyirciye doğru) Dışarı çıkmamanı, çıkarsan bizim eve haber vermemeni. Anladın mı? (Üzgün ve kızgındır.)
AMR - (Hızla kapıya giderken.) Yapamam bunu. (Çıkar, kapıyı örter.)
ABDULLAH -(Döner kapıya koşar fakat açamaz) İşte böyle, Müslümanları bırakır, bir müşrikin yalancı sevgisine güvenerek dost bilirsen, onun ya¬pacağı bundan başka ne olabilirdi? Ah cahil kafam, ah serseri kafam ah... (Düşünür) «Ey iman sahipleri, mü'minleri bırakıp kâfirleri dost edinmeyin.» diyen âyeti hiç mi hatırlamadım. Müslümanın dostunun, yine Müslüman olacağını neden akledemedim. Tuttum bir müşrikin güler yüzüne, seviyorum demesine itimat ettim. (Biraz ara) Ne deyip, nasıl inandıracağım şimdi annemi? Hele o iki gözüm kardeşim Zeyd'i... (Düşünür gezinir.) İmanlarına sığınmaktan başka çarem yok... (Pencereden bakar, döner) Eyvah, haber verdi. Işıklar söndü evde. Hakikati söylemekten başka çarem kalmadı.
SAHNE: 2
AMR, ABDULLAH, SALİHA ve ZEYD
SALİHA - (Çırpınarak girer) Ey iki gözüm, yavrum bu ne hal?
ABDULLAH - (Güler yüzle) Ooo, anneciğim, sen misin? (Kucaklaşırlar elini öper)
ZEYD - (Abdullah'ın eteğinden tutarak) Ağabey, ben sana demedim mi, bana dayanamazsın dönersin diye. Hoş geldin.
ABDULLAH - (Tebessümle) Hoş bulduk, sevgili kardeşim. (Okşar, öper) iyisin değil mi?
ZEYD - Elbette. Hele seni gördüm daha da iyi oldum.
AMR - (Sahnenin ön tarafında kendi kendine) Ne anlaşılmaz şey, Bu kadar değişiklik de ne oluyor? Bir yüzde bir kaç adam seyretmek ne garip şeymiş...
SALİHA - (Korku-merhamet karışık bir eda ile) Gözümün nuru yavrum, neden böyle erken döndün? Evime gelmeye ne mani gördün? Daha beş gün önce Medine'ye at sürdün. Çabuk söyle derdini, kalbime ateş döktün.
ABDULLAH - (Annesinin oturmasını sağlar) Müsterih ol ey canım annem. Bu gelişimle ben tamamen Allah'ımızın emrine uydum. Başka bir sebep yok. (Zeyd, oturmuş olan Abdullah'ın dizine başını koymuştur.)
SALİHA - (Korkulu) Ey oğul, bilirim yalan söylemezsin. Fakat kalbim oturmadı yerine. Peki, ya dayın niye hapsetti seni buraya?
ABDULLAH - (Sakin ) Çok acele etti de ondan. Sabredip dinlemedi beni. Gitti çağırdı seni.
AMR - (Kızgın) Yalan caiz mi dininde, kardeşim oğlu?
ABDULLAH - (Sür'atle) Elbette değildir. Hatta büyük günahlardandır.
AMR - (Kızgın) O halde doğruyu söyle. Anam duymasın geldiğimi demedin mi?
ABDULLAH - (Kalkar Amr'ın yanına giderken) Evet ama, sen de beni sonuna kadar dinledin mi?
SALİHA - (Heyecanlı, kalkar) Dünya batsa da yalan konuşma oğul. Doğruyu söyle, tahammül ederim. Ama yalanın güzeli de olsa razı değilim. (Biraz ara) Neden dayına geldin? Yolu mu şaşırdın? Yoksa atın mı çekti getirdi seni?
ABDULLAH - (Sakin, annesinin oturmasını sağlar) Kuşkuların yersiz anne. Geçerken dayımın pencereden baktığını sandım. Gönlünü almak için uğramıştım. Küçük bir de söyleyeceğim vardı ona.
SALİHA - (Neticeye varmak İsteyen bir eda ile) Öyle kabul edelim, öyle olsun. Şimdi evde olduğunu farz et. Bu erken dönüşünün sebebi ne? Sen onu söyle. Hem sonra, yine Medine'ye gidecekmiş-sin. Ne oluyor, neler geldi başına?
ZEYD - Nee, ağabey Medine'ye mi gideceksin? Ben dayanamam. Gitmeyeceksin değil mi ağabey? (Kucağına atılır) Çok yorulmuşsun. (Eliyle Abdul¬lah'ın yüzünü siler)
ABDULLAH - (Yutkunur, okşar; annesine) Anne, Allah'ın emrine uymamı kötü mü görüyorsun? (Biraz ara) Bir Müslüman için bundan daha büyük ve mühim bir vazife bilir misin?
SALİHA - (Heyecanlı) Elbette yavrum, her Müslüman için en mukaddes vazife, Allah'ımızın emirlerine itaattir. Bu noktada bütün felaketler küçülür, hiç hükmüne erer.(Biraz ara) Fakat nasıl bir emirdir bu senin uyduğun? Sen onu söyle.
ABDULLAH - (Çaresiz) Söyleyeceğim anne, söyleyeceğim. Yalnız daha önce sana bazı şeyler sormalıyım.
SALİHA - (Aceleci) Sor bakayım.
ABDULLAH - İlâhi hükümlere boyun eğmek, rıza göstermek imanımızın icabıdır, değil mi anne?
SALİHA - (Sür'atle) Elbette yavrum. Şeriatın kestiği parmak acımaz.
ABDULLAH -(Sevinçle) Sahi acımaz mı anne?
SALİHA - Suçluya acımak, suç işlemeyi teşviktir. Böylesi bir teşviktense öylesi bir acıya taham¬mül daha hayırlıdır. Onun için de acımaz.
ABDULLAH - Hem Şeriat, adaletle hüküm verir değil mi anne?
SALİHA - (Aceleci) Tabii yavrum. Ananımızın kanunudur o.
ABDULLAH - (Tebessümle) Peki anne. Farzı muhal, sen şu anda bir katil annesi olsan, ne ya¬parsın? Beni saklar mısın, yoksa şeriata teslim mi edersin?
SALİHA - (Korkulu) Neler konuşuyorsun sen Abdullah? Yoksa sen bir...
ABDULLAH - (Sözünü keser) Yok, yok anne. Öyle anlama. Misal olarak söyledim. Bir Müslüma-nın düşünüş ve hareket tarzını öğrenmek istedim de...
SALİHA - (Düşünceli) O halde: Allah kanunlarının ölüme mahkum ettiği birine oğlum da olsa, bir lokma ekmeğimin bile nasip olmasını istemem. Onu evimde göreceğime, bağrıma taş basar, acısına tahammül eder, kendisini de kanuna teslim ederim. Gözyaşı, vicdan azabından daha hayırlıdır.
ABDULLAH- Allah'ın mahkûm ettiği kimseye, sen mi merhamet edeceksin, öyle değil mi anne?
SALİHA - Elbette.
ABDULLAH - Hem, acı - tatlı, saadet - felaket dünyada ne varsa hepsi Allah'tandır değil mi anne?
SALİHA - Tabii, Mevlâ neylerse güzel eyler oğul. (Biraz ara).Çok uzadı soruların yavrum. Çabuk neticeyi söyle. Eğleme beni... İstersen eve gidelim.
ABDULLAH - (Kalkar) Eve gitmeye lüzum yok anne... (Biraz ara) Hani en güzel bir atımız vardı ya, işte o öldü.
SALİHA - Çöle mi dayanamadı?
ZEYD - Ne kadar severdim onu. (Başını yana eğer)
AMR - Vay canına be, acıdım hayvana. Ne kadar güzel ve ne kadar munis bir hayvandı.
ABDULLAH - (Annesine) Bir kaç çöle daha dayanabilirdi ama bir uğursuz taş, çakallara yem etti onu.
ZEYD - Gökten mi düştü taş?
ABDULLAH - (Zeyd'i okşayarak) Yok, gökten düşmedi. Harama tamahın cezası idi.
SALİHA - (Heyecanla) Ne haramı? Nasıl oldu?
AMR - (Alaylı) Hayvanları da mı akıl sahibi kabul ediyorsunuz siz?
ABDULLAH - (Ciddi) Sahibi yanında olursa, evet... (Annesine) Medine bahçeleri arasından geçerken bir dala uzandı ve kopardı. Bahçenin sahibi de karşıdaymış. Kızgın kızgın geldi elindeki taşı atınca kafasına rastladı ve at da oluverdi. (Durur)
AMR - (Kızgın) Ee, sen seyirci mi kaldın?
ABDULLAH - (Pişman) Keşke seyirci kalsaydım veya görmeseydim. (Yere bakar)
SALİHA - Sonra ne oldu peki.
ABDULLAH - (Yere bakarak) Ne olacak, bir anda şuurumu kaybettim, aynı (taşı ben de adama fırlattım.
AMR- (Heyecanlı) Eee, isabet etmedi mi?
ABDULLAH - (Kızgın ve pişman) Ne diyorsun sen? Tam kafasına isabet etti ve eceli gelmiş adam da oluverdi.
SALİHA - (Dizlerine vurur) Diğer hayvanları da bıraktın kaçtın öyle mi?
ABDULLAH - (Sakin) Hiç de öyle değil?
SALİHA - (Şaşkın) Ya nasıl?
ABDULLAH - (Annesine bakarak) Evet, iki gözüm annem, şu anda Abdullah'ın bir katil ve sen de bir katil annesisin. Ona göre dinle beni.
AMR - Yeğenim olduğun için kurtulduğuna sevindim. Ama Müslümanların devletinin bir katili yakalayamayacak kadar zayıf olduğunu da öğrendim. Kuvvetli devlet böyİe mi olur? Hah, hah. Kuvvetli dini de buna kıyas etmek her şeye kâfidir. Söylenen¬ler hep yalanmış yalan...
ABDULLAH - (Kızgın, Amr'ın yanına gider.) Ey anam kardeşi, peşin hüküm verme pişman olursun. Ben adaletten kaçmadım. Aksine İslâm'ın o yüce adaletine sığındım ve şu anda o yüzden buradayım.
AMR -(Alaylı) Nasıl, nasıl?
SALİHA - (Ciddi) Ne oldu sana ey katil oğul? Niçin, nasıl geldin buraya? Benim analık şefkatime sığınmak için mi? Bir canavara şefkat edemem. Bunu peşin söyleyeyim. Oğluma, imanımı değişemem.
ABDULLAH - (Sevinerek) Ey imanı bütün annem, senden, bundan başkasını duymak kahrede-cekti beni. Şu anda senin gibi bir annenin evladı olduğuma şükrediyorum. (Biraz ara) Netice bu olduktan sonra hâdiseyi olduğu gibi anlatabilirim.
AMR - (Kendi kendine) Yahu rüya mı görüyorum?
SALİHA - Seni dinlememek daha doğru ama, belki sonra dert olur, derdini dinlemediğim... Çabuk anlat...
ABDULLAH - (Soğukkanlı) Öldürdüğüm adamın iki oğlu varmış. Yakaladılar beni. Götürdüler halifeye. Halife Ömer, kısas hükmünü verdi, itiraz etmedim. Yalnız Zeyd'e ait bir emanetin olduğunu, 3 gün izin vermesi lâzım geldiğini söyledim. «Kefil bul" dedi. Nereden bulaydım. Orda bulunan beyaz sakallı birine teklif ettim. O da kabul etti ve geldim.
AMR - (Hayretle) Tanıyor muydun o adamı? ABDULLAH - Nereden tanıyayım? İlk defa görüyorum,
AMR - Peki kefil olmak ne demek?
ABDULLAH - Haa... Yani 3 güne kadar benim döneceğime garanti verdi. Şayet ben gitmeyecek olursam, benim yerime o adam öldürülecek.
AMR - Demek buna razı oldu?
ABDULLAH - Evet... Ne fevkalâdelik var bunda?
AMR - (Birden) Tamaaam, hayattan bezmişin biriymiş...
ABDULLAH - Aksine İslâm'ın ruhuna ermiş biriymiş. (Biraz ara) Anladın mı müşrik dayım, Müslüman adaletini? Sizin gibi (putu gösterir) şunun korkusu değil; sevgi merhamet ve mertlik hâkimdir biz Müslümanlara.
SALİHA - (Sakin) Eee, ne olacak şimdi?
ABDULLAH - Buradaki vazifemi bitirdim. Vakit kaybetmeden Medine'ye gideceğim. Zamanında yetişmeliyim.
SALİHA - (Düşünceli) Yâni ölüme...
ABDULLAH - (Soğukkanlı) Evet, şimdilik öyle... (Biraz ara) Hem nasıl olsa ölecek değil miyiz anne? Hiç olmazsa bana itimat eden o ihtiyara layık olmam gerekmez mi?
SALİHA - (Düşünceli) Hiç üzülmek gelmiyor İçimden. Evet, çabuk git. Yetiş zamanında.
ABDULLAH - (Elini öper) Allah razı olsun anne. Seni, beklediğimden daha kavi bir Müslüman buldum. (Amr'a döner) Gördün mü imanı? İşte, böyle Müslüman bir kadın, senin gibi müşrik bir er¬kekten daha erkektir.
AMR - (Yere bakarak) Ne yazık ki öyle...
SALİHA - (Abdullah'a) Peki ya emaneti kime teslim ettin?
ABDULLAH - (Amr'a bakarak) Dayıma.
SALİHA - (Kızgınca) Nasıl güvendin o müşrike.
ABDULLAH - (Amr'a bakarak) Bence dayım değil, inadı müşriktir onun. Hem sever bizi. Sevgisi¬ne güvendim.
SALİHA - (Düşünceli) İnşallah hıyanet etmez. Fakat bu hususta endişeliyim.
AMR - (Ciddi) Ey kardeşim, endişelenmemen için ne yapmamı istiyorsun? Yemin etmemi mi?
SALİHA - Bir müşrikin yeminine güvenemem.
AMR - (Düşünceli) Ya ne yapmamı istiyorsun?
SALİHA - Sadece Müslüman olmanı. Nura ka¬vuşmanı. (Zeyd, Amr'a gider.)
AMR - (Başını sallar) Evet söyleyin, Müslüman olmam için ne yapmam gerek?
ABDULLAH - (Sevinçte) Ey beni güvenimde yanıltmayan dayım. Oku: (ikisi birden) Eşhedü enlailâhe illallah ve eşhedü enne muhammeden abduhu ve rasulühu...
SALİHA - (Ellerini kaldırır) Allah'ım sana şükrol-sun. Günlerdir beni rahatsız eden düşüncemi de yok ettin. Yavrumu alacaksan da, kardeşimi verdin bana.
ZEYD - (Amr'ın eteğini tutar) Seni çok, çok seviyorum dayıcığım.
AMR - (Putun karşısına gider) Artık inanmıyorum sana. Zaten seni elimle ben yapmıştım. Şimdi de kendi ellerimle deviriyorum seni. Gücün yeterse koru kendini. (Putu devirir) Ben de kâinatın yaratı¬cısına inanıyorum artık. (Döner) Ey kardeşim ve ey kardeşim oğlu, beni nura kavuşturdunuz. Sağo-lun. Bunalan ruhuma rahmet menbalarını gösterdi¬niz. Varolun...
ABDULLAH - (Ciddi) Şu halde daha fazla gecikmem için bir sebeb yok. Ver elini İslâm'ın sönmez ruhuna kavuşan dayım. (Öper) Allah nurunu devamlı etsin. Annem ve kardeşim sana emanet. (Zeyd'i kucağına alır)
ZEYD - (Abdullah'ın boynuna sarılır) Gitme, git¬me ağabey. Seni burada bulamazlar. Ne olursun gitme? Ben seni çok seviyorum.
ABDULLAH - (Gözleri yaşlı) Yine geleceğim kardeşim. (Kuşağından kırmızı bir ipek mendil çıkarır) Bak, mendil istemiştin, getirdim. (Verir) Başka birşey istiyor musun? Söyle kardeşim.
ZEYD - (Mendili alır) Seni istiyorum ağabey, seni...
ABDULLAH - (Gözleri yaşlı, yutkunur, ses to¬nunu bozmamaya çalışarak) Hiç merak etme, ben yine geleceğim. (Öper, öper, Amr'a verir, annesine Yönelir) «Allah sabredenlerle beraberdir» (Elini ver) Hakkını helal et anne...
SALİHA - (Abdullah'ın elini salmaz) Helal olsun yavrum. (İçli bir sesle şu şiiri okur):
Kendimi kendinde bildiğim oğul,
Canımı yoluna verdiğim oğul,
Karardı, karardı... ufku Medine
Kim gider, dörtnala böyle ölüme?
Verdiğin sözde durursun bilirim,
Kopsaydı ne olur, ah göz sinirim.
Ağlamasam da artık ben gülemem.
Güçsüzüm, arkandan çölde gelemem.
Yazsınlar adını mezar taşına,
«Yavrum» deyim, geldiğimde başına.
ABDULLAH - (Titrek bir sesle)
Büyük Allah'ımızın âdil kaderi,
Kurtarır kendini, esir bileni.
Çıkar, sil annem kalbinden kederi,
Razı ol, ezdirme mahşerde beni.
(Annesinin elini bırakır, fakat Zeyd eteğinden yapışmıştır. Okşar, bir adım atar, Zeyd bırakmaz. Ani bir hareketle Abdullah çıkar. Zeyd yüz üstü ye¬re düşer.)
ZEYD - (Düşerken) Gitme ağabey, gitme...
SALİHA -(Perde kapanırken) Oğul, Abdullah!...
AMR- (Perde inerken) Abdullah...
PERDE KAPANIR
ÜÇÜNCÜ PERDE
Dekor: Birinci perdenin aynıdır. Beni Sâîde gölgeliği...
SAHNE:1
Hz. ÖMER, sonra Hz. OSMAN ve ELÇİ
Hz. ÖMER - (Elindeki deri parçasını tetkikten sonra) Elhamdülillah, nihayet bize epeyce zorluk çıkaran İran orduları kumandanı Hürmüzan da teslim olmuş. İki gün önce yakalandığına göre, bugün Medine'ye gelmeleri kuvvetle muhtemeldir. Küfrün bir kalesi daha imanın önünde dize geldi. (Biraz ara) Küfrün adedi çok, dâvası bâtıl. İslâm'ın henüz adedi az, dâvası hak. «Nice az bir cemaat, daha çok bir cemaate Allah'ın izniyle galebe etmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir..." «Ey Rabbimiz, üzerimize yağmur gibi sabır yağdır. Ayaklarımıza sebat ver. Er meydanından kaydırma. Bu kâfirler güruhu¬na karşı bize yardım et.» (Bakara: 249-250)
Hz. OSMAN - (Elçi yanında) Esselamu aley-küm ya emirel-mü'minin. (Elçi eğilerek selamlar)
Hz. ÖMER - (Hafif kalkar gibi yapar) Ve aleykü-müsselam ya Osman. Buyurun. (Elçiye) Bizim dinimizde Allah'tan başkasına karşı eğilmek yoktur. Sizce Allah'ın selamı her türlü tazim ve hürmetin üstündedir. Bu çeşit hareketleriniz, karşınızdakilere
yersiz bir gurur ve büyüklük hissi verir. Bu İse, onun felaketi elemektir. Binaenaleyh burada kaldığınız müddetçe eğilmeden, bükülmeden girip çıkmakta serbestsiniz.
ELÇİ - (Ayaktadır) Affedersiniz, efendim.
Hz, ÖMER - (İşaret eder) Ben kimseyi, huzurumda el-pençe divan durdurtmaya yetkili değilim. Buyurun oturun.
ELÇİ- (Oturur) Sağolun.
Hz. ÖMER - (Hz Osman'a) Buyurun ya Osman, bir isteğiniz mi vardı?
Hz. OSMAN - Hayır ya emirel-mü'minin. Abdullah'ın mühleti bitmek üzere. Zannederim bugün öğlede tamam oluyor...
Hz. ÖMER - (Düşünür) Evet öyle...
Hz. OSMAN - (Elçiyi işaretle) Olayın neticesini görmek istedi de onun için gelmiştik. Gerçi henüz kimseler yok, ama biz geliverdik.
Hz. ÖMER - (Havaya bakar) Vakit yaklaşıyor, nerde ise gelirler.
SAHNE: 2
İÇERİDEKİLER, Hz. ABBAS ve DİLENCİ
Hz. ABBAS - (Dilencinin elinden tutmuştur) Es-selamu aleyküm..
Hz. ÖMER - (Hafif kımıldar) Ve aleykümüsse-lam ya Abbas. Ne o, hayrola. Kimdir bu? (Dilenciyi işaret eder)
Hz. ABBAS - Abdullah'ın hadisesini takip için yanınıza geliyordum. Yolda bu ihtiyara rastladım. Kendisi, gayr-i müslim tebaadan bir Hristiyanmış, Dileniyordu, size getirdim.
Hz. ÖMER - (Dilenciye) Nerede ötüyorsunuz?
DİLENCİ- Benî Sakîf yurdunda...
Hz. ÖMER - Niçin dileniyorsun? Sana bakacak hiç kimsen yok mu?
DİLENCİ - Cizye verdim. Bütün malım-mülküm gitti. Şimdi ise cizye verecek hiç bir kazanca malik değilim. Bakacak kimsem de yok.
Hz. ÖMER- Git, Medine'de beni bekle. Biraz sonra gelirim. Sana tahsisat bağlatayım. Tabii di¬lenmeyi bırakacaksın.
DİLENCİ - (Çıkarken) Sağolun...
Hz. OSMAN - (Elçiye) Siz böylesi kimselere ne yaparsınız?
ELÇİ - Ne yapacağız?, Huzura bile kabul edilmezler ki...
Hz. ABBAS - Ama düşünün, onlar da insandır. Fakir olmaları suç mu?
ELÇİ - Bilmem işte. Bizde suçtan da büyük bir hal. Fakat şu bir gerçek ki, bizim fakirlerin bu durumundan haberi olsa, ne pahasına olursa olsun bu¬raya gelmeye çalışırlardı.
Hz. OSMAN - Çünkü insan, insanca muamele görmek ister değil mi?
ELÇİ - (Yere bakarak) O muhakkak.
Hz. ÖMER - Genç, verimli ve kuvvetliyken bunların çalışmalarından faydalanıp da ihtiyarlayınca onları sokağa atma hakkına sahip değiliz. (Etrafı¬na) Öyle değil mi?
Hz. ABBAS - İsabet buyurdunuz ya emirel-mü'minin. Her şey bir tarafa, onlar da Allah'ın yaratı¬ğıdır...
SAHNE: 3
İÇERİDEKİLER ve DAVACI İKİ KARDEŞ
B. KARDEŞ - (Önce girer) Esselâmu aleyküm.. ORADAKİLER - Ve aleykümüsselam...
Hz. ÖMER - Buyurun..
B. KARDEŞ - Babamızın katili Abdullah'a verdiğiniz mühlet bitmek üzere. Adaletin yerine getirilmesi için geldik. (Etrafa bakar) Fakat suçlu görünmediği gibi henüz kefil de gelmemiş.
Hz. ÖMER -(Yer gösterir) Hele siz şöyle buyurun. Şimdi gelirler. Şeriatın hükmü hiç bir zaman geri kalmaz. Değiştirilemez de. Müsterih olun. Daha vakit var.
Hz. OSMAN - «Kim inkâr ederek Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.» (Mâkte: 44)
Hz. ÖMER - Amenna ve saddekna.. (Düşüncelidir) Şu deminki- zımmî dilenci bana, hatırlamak istemediğim câhiliyye devrine ait iki hâdiseyi hatırlattı. Anlatmadan edemeyeceğim.
ORADAKİLER - Zevkle dinleriz ya emirü'l-mü'minin.
Hz. ÖMER - Bu iki hâdisenin birini hatırlayınca gülmekten, diğerini hatırlayınca ağlamaktan kendimi alamam.
K. KARDEŞ - Acaip şeyler olmalı herhalde.
Hz. ÖMER - Oldukça... (Biraz ara) Güldüren olay şu: Henüz Müslüman olmadığımız zamanlarda İdi. Kâbe'deki putlar yetmiyormuş gibi bir de evlerimizde put bulundururduk. Bu da tatmin etmezdi de sefere çıkacağımız zaman helvadan putlar yapar, ceplerimize doldururduk. İstediğimiz vakit çıkarır tapardık. Acıkınca da o putları yerdik. (Güler) Ne kafasızlık değil mi?
ELÇİ - (Gülerek) Gerçekten siz daha evvel böyle mi idiniz?
Hz. ÖMER - Bizde yalan büyük günahlardandır. ELÇİ - O halde ne garip inançmış o öyle?
Hz. ABBAS - Tıpkı sizin, bir Allah'ı üç unsurdan müteşekkil kabul etmeniz gibi.
ELÇİ-... (Yere bakar)
Hz. OSMAN - Doğru konuştun ya Abbas.
Hz. ÖMER - (Kalkar) Diğer hâdise de şudur: Yine o sapıklık devirlerinde kız çocuklarını hor görürdük, uğursuz sayardık. Yüz karası kabul ederdik. Kimseye göstermez, kız doğuran kadını da epeyce döverdik. Bir müddet sonra da o zavallı kız çocuğunu çölün bir köşesine kimse görmeden gömerdik. Ben (Duraklar) evet ben de kızımı gömmüştüm. Yavrucağın, «yapma baba, kurbanın olayım» diye yalvarışları hâlâ kulaklarımdadır. (Sesinin tonu değişmiştir) Bu hâdiseyi gece hatırlasam uykum, gündüz hatırlasam neşem kaçar, ağlarım. Ne idi o zavallıcıkların suçu, hâlâ bilmiyorum...
ELÇİ - Müsaadenizle ya emir, bu da vahşetin son derecesi imiş. Bir kaplan da vahşidir ama kendi öz yavrularını yok edecek kadar değil. Gerçi halen bizde de kadınlar orta malı olmaktan, çırılçıplak sokaklarda dolaşmaktan daha üstün bir hayat seviyesine sahip değiller ama yine bir parça sizinkinden iyi sayılmaz mı?
Hz. ABBAS- Sizinkinden derken, tabii cahiliyye devrini söylüyorsun değil mi?
ELÇİ- Tabii şimdiki durumlarını bilmiyorum.
Hz. ABBAS- Şimdi bizde kadınlar, İslâm'ın kendilerine tanıdığı en medeni ve en yüksek değer ve haklara sahiptirler. Narin yaratılışlarına uygun, na¬zik kanunlar çerçevesinde «anne» olma şerefine kavuşmuşlardır.
Hz. OSMAN - (Hz. Ömer'e) İslâm, geçmiş günahlara keffarettir ya emirel-mü'minin, üzülmeyiniz...
Hz. ÖMER - Bu üzüntüm, daha çok, İslâm'dan uzak kalanlar hesabına ya Osman.
SAHNE: 4
İÇERİDEKİLER ve EBU ZER
EBU ZER - (Girer) Esselâmu aleyküm.
Hz. ABBAS - Ve aleykümüsselâm ya Eba Zer.
EBU ZER - (Hz. Ömer'e) Ya emirel-mü'minin, üzgün görünüyorsunuz. Daha evvel gelmediğim için ben sebep olmuş olmayayım.
Hz. ÖMER - (Döner) Yok, ya Eba Zer, sebep siz değilsiniz. Siz müsterih olun. Buyurun oturun.
EBU ZER - (Otururken davacılara) Demek siz buradaydınız ha?
B. KARDEŞ - Elbette, baba acısı bu, ya Eba Zer. Kolay değil...
EBU ZER - (Ciddi) Evet öyledir. (Biraz ara) Fakat bir kişinin daha öldürülmesi size bu acıyı unutturacak mı dersiniz?
K. KARDEŞ - (Kızgın) Ya Eba Zer, Abdullah'ın gelmeyeceğine sen de inandın. Şimdi canını kur¬tarmaya yol mu arıyorsun?
EBU ZER - Asla. Vakit gelsin boynum hazırdır. Helallaştım da ayrıldım evden.
B. KARDEŞ - Evet ya Eba Zer, bir kişinin daha öldürülmesi bize acımızı unutturmayacak, fakat biz bu hareketimizle «Ey selim akıl sahipleri, kısasta sizin için umumi bir hayat vardır. Tâ ki adam Öldürmekten sakınınız.» (Bakara: 179) emr-i ilâhisine uymakla teselli bulacağız. Yani, zalime merhamet ederek zulmüne ortaklık etmeyeceğiz.
EBU ZER - Buna bir şey diyemem.
Hz. ÖMER - (Oturur) Bir sual sormak geliyor içimden...
ORADAKİLER - Buyur ya emirel-mü'minin
Hz. ÖMER- Eğer, doğru yoldan ayrılıp haksızlığa düşecek olursam, nefsanî ihtiraslarım içinde boğulup gidersem bana ne yaparsınız?
K. KARDEŞ - (Ciddi, ileri atılarak) Seni kılıcımızla doğrulturuz.
Hz. ÖMER - (Ciddi ve sert) Bu sözü benim hakkımda mı söylüyorsun? Bana böyle bir söz söylemeye nasıl cür'et edebiliyorsun?
K. KARDEŞ - (Ciddi) Evet, bu sözleri senin hakkında söylüyorum. Bir Müslüman için, bir sapığı doğru yola getirmekten daha mukaddes bir vazife var mıdır? "Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır" diyen bizim Peygamberimiz değil midir?
Hz. ÖMER - (Gözlerini yükseklere diker) Bu bir imtihandı... (Biraz ara) Hakk'a şükürler olsun ki, eğer yanlış ve kötü yola sapacak olursam, bu milletin içinde beni kılıcıyla doğrultacak insanlar var... (Dışarıdan ayak sesleri gelir) Ya Abbas, bir gelen mi var? (Bakmasını işaret eder. Abbas çıkar)
SAHNE: 5
İÇERİDEKİLER ve HÜRMÜZAN
Hz. ABBAS- (Girer) Ya emirel-mü'minin, İran orduları komutanı Hürmüzan gelmiş.
Hz. ÖMER- (Sükunetle) Haberim var. Benim ta¬rafımdan muhakeme edilmek şartıyla teslim olmuştu. Gelsin. (Abbas çıkar, «nerde, burada mı?» şeklinde sesler işitilir, girerler.)
HÜRMÜZAN - (Hayretle) Ömer hanginiz?
Hz. ÖMER - (Hürmüzan'ı süzdükten sonra) İşte dünyanın bütün gurur ve gafleti... (Biraz ara) Ömer benim.
HÜRMÜZAN - (Etrafındakilere işaretle) Bunlar muhafızlarınız mı?
Hz. ÖMER - Biz kulların şerrinden kullara değil, Allah'a sığınırız. Doğru yolda olanların muhafızı Allah'tır. Bunlar, dostlar, mü'minlerdir.
HÜRMÜZAN - Beni burada mı muhakeme edeceksiniz?
Hz. ÖMER - Evet, biz Müslümanların makamı sade, hükmü adalet üzeredir.
HÜRMÜZAN- Hükmünüzü bekliyorum.
Hz. ÖMER - (Kalkar) Üç kumandanımızı şehit ettiniz. Bir kaç defa da ahdinize ihanette bulundunuz. Binaenaleyh sen de kısasen öldürüleceksin. (Bİrâz ara) Son arzunu sorayım. Bir isteğin var mı?
HÜRMÜZAN - Allah bizimle beraberken siz, bizim esirimizdiniz. Şimdi Allah sizinle beraber olduğu için biz, sizin esiriniz olduk.
Hz. ÖMER - Bir arzunuz yok mu?
HÜRMÜZAN - (Yarı korkulu) Hükmü hemen mi infaz edeceksiniz?
Hz. ÖMER - Elbette. Suçluyu ilk fırsatta layık ol¬duğu şekilde cezalandırmak ilahi adaletin icabıdır. Vakit kaybetmeden arzunuzu söyleyin.
HÜRMÜZAN - Bir içim su istiyorum. (Hz Ömer Abbas'a işaret eder, Abbas çıkar bir müddet sonra elinde bir çanakla gelir.)
Hz. ABBAS - (Hürmüzan'a) Buyurun...
HÜRMÜZAN - (Çanağı alır, iki eliyle tutar) Şimdi de bu suyu içmedikçe öldürülmememi istiyorum.
Hz. ÖMER - (Tereddütsüz) Peki, bu isteğiniz de kabul. Suyu içmediğiniz müddetçe öldürülmeyeceksiniz.
HÜRMÜZAN - (Suyu elinde tutar) O halde, (Yüksek sesle) Eşhedü enlâilâhe illallah ve eşhedü enne muhammeden abduhu ve rasulühu...
Hz. ÖMER - Elhamdülillah.. «Kâfirler kötü görseler, mani olmak isteseler de Allah nurunu ta¬mamlayacaktır.» (Saff: 9) âyetinin sırrı tecelli eyli-yor.
Hz. OSMAN - Ya Hürmüzan, neden bu tedbire lüzum gördünüz?
HÜRMÜZAN - (Ciddi) Kılıç korkusuyla Müslüman oldu demesinler diye. Nasıl olsa bu suyu içmediğim müddetçe öldürülmeyecektim. Şu halde benim için «korku Müslümanı» denilemez.
EBU ZER - Güzel düşünmüşsünüz, ya Hürmü-zan.
HÜRMÜZAN - Ya emirelmü'minin, şimdi de Müslüman olarak bir arzum var.
Hz. ÖMER-Buyurun.
HÜRMÜZAN - Medine'ye yerleşmeme müsaade eder misiniz?
Hz. ÖMER - İstediğiniz yerde ikamet etmekte serbestsiniz. Hatta bir iş buluncaya kadar lâzım ge¬len maddi imkânı da sağlarız.
ELÇİ - (Hayretle Hz. Osman'a) Öldürülmekten kurtuldu dernek, Müslüman olmakla...
Hz. OSMAN - Biz insanları öldürmeye değil, hakka döndürmeye memuruz. Nura kavuştu mu her şey tamam.
HÜRMÜZAN - (Hz. Osman'a) Bu sözünüz, ba¬na Müslüman olma fikrini ilk defa veren bir hâdiseyi hatırlattı.
Hz. OSMAN - Dinlemek isteriz ya Hürmüzan...
HÜRMÜZAN - (Yükseklere bakarak) Cephedeyiz. Kumandanınız Sa'd bin Ebi Vakkas'tan bir murahhas istedik. Sade giyimli, kuru bir asker, usulü¬müze aykırı olarak belinde kılıcı olduğu halde geldi. Başbuğ Rüstem'in «İran'a ne maksatla akın etti niz?» sualine Müslüman yakışan ciddiyet ve vakarla şöyle cevap vermişti: «Maksadımız; milletle¬rin, Allah'ın kullarına değil, bizzat Allah'a kulluk ve ibadet etmeyi öğrenmeleridir." İşte o zaman ben, böyle menfaat hislerinden uzak, ulvi bir gaye ile harbeden ordu, elbette muvaffak olur, diye kanaat