Zaaflarımızı niçin tanımazlıktan geliriz bilinmez ama, bizim onları tanımadığımız kadar, onların bizi tanıdığı ve kullandığı bir gerçek… Varlıklarını bile bile yok saymakla, onları, nasıl ilgi çekeceğini bilemeyen bir çocuk dengesizliği içinde bırakarak, sendeleyenin bizden başkası olmadığı da…
Tıpkı olmadığını bile bile varlığını iddia ettiğimiz erdemlerimiz gibi... Yine zaaftayız. Aslında ne zaaflarımıza kem bakmasak, ne de erdemlerimizle kibirlenmesek bir parça rahata ereceğiz belki. Belki hakiki erdem onları kabul etmektir. Bir anne, bir baba nasıl yaramaz çocuklarına ilgisiz kalmamalıysa, insan da zaaflarına üvey evlat muamelesi yapmamalı. Çünkü erdem olduğu kadar zaaftır da aynı zamanda insan. Kendisinin çok çok altına da inebilir, üstüne de çıkabilir bir esneklikte olduğunu bir gün, bir an içinde bile anlayabilir o… Başlarını okşayarak hem kendileri olabilecekleri, hem de bu enerji sarfıyla sükûna erecekleri bir zeminde oyalanmalarını sağlayarak zaaflarımıza sahip çıkmalı. Kimse içindeki yaramaz çocuğunu eğitmeden hayata bırakmamalı en iyisi…
Bilmiyoruz. İnsanın/insanlığın kendisini ele verdiği, şikâyet ettiği ve kimi kime şikayet ediyorum dediği sızılar işte bu cümleler.
İçimizde aç gözler, kaplar, açlıklar var! Bir vadi/kese-çuval-banka dolusu altını-parası-puluyla mal varlığı olsa, hepsini burada bırakacak olmamıza rağmen, ölene dek, gözüne toprak dolana dek doyumsuz bir yapımız olduğu bir gerçek. Bu hamlığımız olgunlaşmazsa çok geçmeden bencil, cimri, anlaşmaz, kıskanç ve çekemeyen bireyler olmak işten değil. Bütün bunların toprağı kana bulayan asıl nedenler olduğunu da iyi bilir insan.
Bu şaşırtmacaların, bu iç çeldiricilerin ayağına çelme takmak mümkün müdür? Ki onurla kalkalım sabahları yeni günlere...
Kanaatkâr bir ruh hayalliyorum hemen. Geçici olandan ve lüzumsuzluklardan arınmayı başaran bir ruh… Yetinerek zenginleşen. Kaynağı kendi içinde keşfeden ruh… Bağımsızlığını ilan eden böylece. Hayati zorunluluklar haricinde vermemeyi ve almayı onursuzluk bilen bir insan. Gözü, -çabalarıyla olağan olarak ya da olağanüstü armağanlar olarak- kendisine verilenlerin, kendisine ait olanların dışında hiçbir şeye takılmayan. Kendisine ait olanlardan bile bağımsız olan bir insan... Bu yüzden fotoğrafı çekildiği düşünülse, objektife sadece çevresine açılmış bir el olarak yansıyan bir profil.
Neden böyledir ki bu insan? Nasıl böyle olabilmiştir?
Dünya herşeyiyle geçiyordur işte. O kendisi de dahil, hemen her şeyin geçip gidişine, kalıcı iyiliklerle dolu o tenezzülsüz duruşunu hiç bozmayan ve bilinçli tebessümlerle onu faniliğine uğurlayan bir bakışla bakmaktadır akışa… Hırsın beli kırılmış, can evinden vurulmuştur doymazlık... Tutku çekişeceği bir canı bile alamamıştır onun kalpevinden…
Dünya, bütün zenginlikleri ve cezbesiyle çarşısında-pazarında kendisiyle kolkola gezdirip biraz oyaladıktan sonra, doldurduklarını elinden alıp, onu birden mezara ittirecek vefasızın tekidir. O bunu bilmektedir. Fakat Yücesi, mütevazı yaşamını sürdürürken, onun doğal ihtiyaçlarında zafiyet çekmesinden, sürünmesinden haz alan bir Yüce değildir öte yandan. İhtiyaçların önceliğini hep dikkate almış, zekât ve sadaka gibi paylaşım seçenekleri olan infak/varlığını iyiliğe harcama önerisi ile de ihtiyaçlarının gereken sınırda durmasını sağlamıştır zaten. Her paylaşımı doymazlık zaafını daha etkisiz hale getirmiştir. Yaşam bu anlamda bir istirahattır onun için. Ölümü acilde bekleyen bir yorgunluk değil…
Sonra doyumsuzluklar, nasılsa sonu gelmeyeceği için sonsuzluğa ertelenir. Gözler arza/kötücül düşüncelere değil, arşa/iyilik değerlerine bakar. Ve “ben” “biz” ile, cimrilik paylaşımla, kıskançlık gıptayla, yoksulluk korkusu zenginlik endişesi ile yer değişir. Haklı paylaşım anlaşmazlık düğümlerini çözer nasılsa...
Bu bakış açılarıyla yaşayabilenin dünyasında tüketimin tükendiği bir yer, hakiki gereksinimlerle belirlenmiş bir sınır olsa gerek. Ondan ötede reklamların etkisiz kaldığı, vitrinlerin seyre değer olmadığı, lüks yaşamlara öykünülmeyen, kendinden doygun olarak yaşanan bir çizgi…