El Karia’!
O son! O ses! Sonların sonu bana uzak sanırım. Beni bulma ihtimali hayli küçük apansız gelen o gürültünün. Karia sesinden bir dehşet almıyorum henüz.
Karia’. Son dakika haberine benzemiyor. Numaralı. Sıralı. Sadece bir sure adı. Sayısız kıyamet ayetlerinden biri. Sessizce bekliyor sayfada. Uslu duruyor kalem ucunda. Bin kez “Karia” desem, sarsılmıyor bir yanım. Karia’nın hecelerinden nefesime ateş bulaşmıyor, dudaklarıma köz değmiyor.
Nedir ki Karia’?
Karia’. Tanıdık uğultuları susturan. Günübirlik avunmaları yok eden. Telaşlı koşturmaları anlamsızlaştıran. Sığ hazların yüzünü yırtan. Hayallerin kanatlarını kıran. Soğuk rüzgâr. Beklenmedik fırtına. Depremler depremi. Yıkılacakların hepsini yıkan. Sonrasına yıkılacak şey bırakmayan.
Bilir misin nedir Karia’?
“Karia” sesi ağza hoş geliyor. Karia’nın seslenişini duyunca, dünyadan ümidi kesilmiyor insanın. Kaldığı yerden devam ediyor. Neşesine gölge düşmüyor. Yüreğine korku düşmüyor. İştahı kesilmiyor insanın.
“Karia” nedir bilmek marifet değil. Duyumsamak önemli! O yangının seyircisi olmak değil, ortasında olmak; yanmak öncelikli. Oyalandığım köşeleri yıkacak, başımı yastık yaptığım yarın beklentisini kesen o keskin vuruşa var daha. Şimdiye dek başka yüzlerde, öteki bedenlerde gördüm o son duruşu. Nefeslerin kesildiği, yarınların tükendiği o bıçak sırtı, hep başkalarının boynuna dokundu. Gözlerim ölümün gözleri olmadı daha.
[O gün] insanlar şaşkın halde oraya buraya uçuşan kelebekler gibidir.
O gün geldiğinde hafifleyecek insanlar. Ağırlıkları kalmayacak yerin yüzünde. Kanatlarını yele kaptıracaklar. Çekimi kalkacak yerin. Başkaca çekimlere tutulacaklar. Başka kaygıların ateşinde pervaz edecekler. Tir tir titreyecek içleri.. Sararıp solacak renkli düşleri. Sürüklenecekler bir deli fırtınada. Öyle ki dağlar bile didilmiş elvan yünler gibi atılır.
Ama…
Mizanda ağır basana gelince, işte o bir hoşnutluk yaşayışındadır.
Ağır olanlar başka. Ağırları vurmayacak Karia. Yerinden etmeyecek o son fırtına ağır basanları. Dik duracaklar. Yıkılmayacaklar.
Fakat mizanda hafif gelen kimseye gelince, onun annesi haviye olacak.
Hafiflerin hali ise yaman olacak. Sağlam basamamışın felaketi olacak Karia’. Karia’ sorumluluğunu sesten öte geçirmemişse insan, iyice hafif olacak. Karia’ beklentisini kelimeyle sınırlamış olanın ayağı yerde kesilecek.
Peki ya nasıl ağır olunacak? Bütün mesele bu.
Sormalı insan şimdi kendine. Her an’ı bir Karia eşiği bilerek. Kızıl akşamları Karia yazgısının mürekkebi diye görerek. Tanık olduğu ölümleri Karia’nın gerçeğinin avuçlarında biriktirerek.
Ağırlığım nerede benim?
Sormalı insan kendine. Boynunu bıçağa sunan bir başak gibi vaktin rüzgârında eğildiğini bilerek. Ömrünün Temmuz güneşinde kar gibi eridiğini hissederek. Bileklerine inen nabız vuruşlarının ellerini bu dünyadan çektiğini göre göre.
Hafiflerden miyim yoksa?
Sormalı insan kendine. Nasibime “haviye” mi düşer, “i’şetu-r’radiye” mi? Kendime ateş uçurumları mı kazıyorum? Yoksa sonsuz hoşnutluk denizi mi büyütüyorum içimde?
Ağırlığımı yanlış terazilerde mi tartıyorum? İtibarımı vefasız nazarlarda mı çoğaltıyorum? Kalıbımı koyduğum yere kalbimi koyamadım mı? Var oluşumu huzursuz çoğaltmalara mı yaslıyorum? Kimliğimi sonu gelmez biriktirmelere mi dayıyorum? Yüzümü yalan aynalarda mı arıyorum?
Sormalı insan kendine…
Kaderimin kefesine nereden ağırlık bulayım? Gönlümün terkisinde neler ağır basmalı? Sorumluluk heybemi neyle doldurayım? Dağların da didilmiş elvan yünleri gibi uçuşacağı güne yaklaşırken, nasıl bir ağırlık merkezi bulayım?
Sevinmeli mümin Karia’nın eşiğinde.
Şu cılız nefeslerime Söz’ün ağırlığı vurdu diye. Şu uçarı günlerime, serazat gecelerime Kur’ân’ın hükmü indi diye. Şu fani dünyanın yap-boz sayfasına Karia’ haberinin ciddiyeti kazındı diye. Şu titrek varlığımın göğsüne Rabbani hitabın nefhası değdi diye…
Karia’da ağırlık merkezini bulmalı insan.
Ağır olmalı…