Dünyanın bütün havaalanlarında gizli bir telaş vardı. Mescitlerde ya da “praying room”larda kıyafetler değişiyor kadınlar elbiseleriyle namaza dururken erkekler bembeyaz ihrama bürünüyorlardı. Kaybolup gitmiş kalabalığın içinde çatallanmış iç sesleriyle ‘lebbeyk allahümme lebbeyk lebbbeyke la şerike leke lebbeyk innnelhamde venniğmete lekevelmülk la şerike lek’ diyen her yaştan her meşrepten oğullar ve kızlar.
İki rekat namaz kılıp umreye niyet ettiklerinde koptular dünyanın ahvalinden, buraya kadarmış, dünya için yarışan ejderhalar timsahlar, yüzleri izleri basınçları çekilmez halleriyle bedenlerinden zehirli bir usare gibi akıp gitti, sis olup dağıldı.
Uçakta anons: çarpmada düşmede alınacak önlemler, önce kendi maskenizi sonra çocuklarınkini.. sekiz adet çıkış kapısı, tehlike anında yapılacaklar, ve daha birçok şey. İçlerinde bir doluluk vardı ilgilenemiyorlardı hiçbir şeyle, sadece lebbeyk kelimesi.
İnanmaları zorunlu olan bir hadis: Kim ki kötü söz ve kötü fiilden uzak hac yapar annesinden yeni doğmuş gibi günahları affolur. Ne güzel bir zorunluluk bu. Buraya adım atan her şeyden önce affa iman edecek. Cebrail’in ahir zaman peygamberine öğrettiği gibi adımlayacaklar melekler şehrini ve onun haline bürünmek için paralayacaklar kendilerini.
Cidde’ de Kral Abdülaziz Havaalanına indiklerinde öteki kayıplar da birer birer zuhur etmeye başlamıştı. Birbirlerini ezelden tanırmış gibi görmeleri, sayısız dil konuşan insanların aynı anda sözleşmiş gibi lebbeyk erimesinde kalp kalbe gelmesi dünyanın acayiplerindendi. Birbirlerini hiç görmeden tanımadan yakıcı bir kelimede buluşmuşlardı. Binlerce yılın yoğurduğu yumuşattığı telaffuzuna nice deryalar ve alemler kattığı kelime. Kendilerinden uzun zamandır haber alınamayan oğullarla kayıp kızlar sonunda kimbilir kimlerin kabul olmuş duasıyla uzaklardan eve dönmüş ve kalplerindeki sızıyla ellerinde bir bavul yola revan olmuşlar. Bandın dönüşünü bavulların gelişini izlemekteler.
Önce Iraklı Şiilerin bavulları geldi. Bavullar ele verir. Çok yoksul paralanmış valizler eskimiş torbalardı. Bantta yürüyen bavullar hal diliyle konuşuyor, kardeşlerin yaşadıklarını ele veriyordu. Iraklıların bandından bir sakat arabası çıktı, yoksun görünümlü bir genç kız açtı arabayı ilerde yere oturmuş yaşlı bir kadını kollarından tutup kaldırdı, onun için bir ihsan sayılabilecek koltuğa oturttu, başını okşadı iyi mi gibisinden. Kayıp ortaya çıkıp zuhur edince ne kadar da güzelleşiyor.
Artık gaipler için yaşam bavulun içindekilerden ibaret. Küçük bir bavula sığabiliyorsa hayat neden bunca telaş ve eşya aşkıyla yaşansın da kaybolmaya sebep olsun. Bu dünyaya fazla yerleşmeye yer etmeye ve bir yeri kendin için oyup genişletmeye gerek var mı? İğreti durmalı gidecek gibi parmak uçlarına basarak yürümeli, hayretle karışık şefkati elden bırakmamalı başka meşrepleri renkleri derileri toprakları görünce.
Gece 3.30 Mekke’ye giriş. Mikad sınırı. Umre ya da hacca niyet edecek insan için son nokta.
Niyet edip Kâbe’ye doğru yola çıktılar. Havada karanlığın içinde büyük bir beyazlık gizliydi. Yol boyunca yüzen siyah bulutlardan bir geceye tanık oldu içleri yaralı adamlar. Peygamberimizin doğup büyüdüğü yerler. Gecenin bu saatinde şehrin uzaklarında bir kadın yürüyüp gidiyor. Issızlıktaki bu görüntü ezberleri bozdu. Baskıcı denilen beldelere inat kadın kötü adamlara ve koşullara göre değil olması gerekene uygun yürüyüp gidiyordu. Caddelerde gece namazına durmuş insanlar. Sakat arabasını sürerek ilerleyen ve bir sokağın başında kaybolan yaşlı bir Arap erkeği, mahzun, onurlu, başındaki kırmızılı kefiye.
İlk ezan sesi gelince irkilen kayıplardan yayılan sevinç ve nedameti, birbiriyle kavuşan duygu sellerini hangi kelime verebilir. Yanık bir sesti. Bulutsu bir etkisi ardı. Binaları şimdiki zaman yapılarını kaldırdı aradan. Muhayyile ve tahayyülün bütün kapıları yedi koldan açılıp harekete geçti. İşte çölde bir şehir. Yerlerden havalanan çöl kumları, bulutun hüznü, kuşların kanatlarındaki zikir ritimleri.
KÂBE ile karşılaşma: Bembeyaz mermer avluları geçip Selam kapısından içeri girdiklerinde hala görememişlerdi Kıble evini. Bir kara uç göründü ilkin. Ne olduğunu anlayamadan sütunların arasından boylu boyunca göründü iz sürerek geldikleri duru işaret. Kalp ve aklın birlikte hissettiği, insanın gizli bir bölmesinde muhafaza edilen aklı bir an tamamen durduran ve cüz i iradeyi ortadan kaldıran bir müşahhaslık. Öylece kaldıklarında, dumura uğramış gibi akılları başlarından gider gibi olduğunda ya da hiçbir şey hissedemediğini sanmanın ateşi içlerini yaktığında her biri ayrı ayrı hercü merc olmaktaydı bilemeden. Dualarını unuttular bir an. Aslında kabul olmuş dua ile buradalardı zaten. Ormanda kaybolmuş olan Hansel ve Geretel kardeşlerin yolu bulmak için serptikleri ekmek kırıntılarına rastlamışlardı Allah’ın inayetiyle. Neden sonra o kırıntılar onları varoluşun magmasına getirmişti. İçten yanan bir alev topu gibi ama öyle elle dokunulacak hakikilikte karşılarında duruyordu Kâbe. Neden sonra bir sekine indi de, Hacer ül Esved’in hizasına geçip tıpkı canlarının bir parçası olan peygamberleri gibi iki ellerini kaldırıp evi selamlayarak bismillahi allahuekber diyebildiler tanıyamadıkları kadar niyaz dolu sesleriyle. Sonrası pervanenin kadim hikayesi.
İçlerinden biri yedi şaftı ne zaman bitirdik, hiç hissedemedim kızgın sıcağı, etrafımdaki öteki pervaneleri, burası neresi, ben kimim, kimim ben, nasıl kayboldum, nasıl bulundum, diye hıçkırarak hz. İbrahim’in makamına geldi. İki rekat namaz kıldı ikinci tavafta daha iyi anlamayı dileyerek.
Safa Tepesi ürpertici. Kadınlardan daha önce erkekler büründü Hz.Hacer’in ruhuna. Kucaklarındaki bebeği içleri parelenerek bir çalının altına koyup hızla yürüdüler Merve tepesine doğru. ‘Buraya bırakılmamı madem sana Rabbin söyledi o halde mesele yok’ diye tekrarlayarak içlerinden. Kadınların Safa Tepesinde zuhur etmesi ise iç paralıyordu. Hepsi zenci köle ve kadın olmanın ağırlığına bürünmüştü. Gözlerinden yaş boşanmasının sırası değildi. Say edilecek Allah’ın vereceği değere güvenilecek, bebeğe su ve yiyecek bulunacak. Kırbadaki su çoktan bitmiş. Merve tepesinde ellerini güneşe karşı alınlarına siper edip karşılara baktı kadınlar, bebek çok uzaklarda kalmıştı. Kayıp babalar ve anneler hızla tekrar Safa Tepesine yürüdüler. Peygamberimizin adımlarını hızlandırdığı yerde hervele yaparak. Erkekler de kadınlar da gömülü oldukları cinsiyetlerinden uzaklarda. Tavana inşa edilmiş beton çatıları, soğutan pervaneleri attılar zihinlerinden. Kızgın sıcak ve emek. Bu dünyada rahman olan Allah say etmeyene vermiyor. Artık vahşi bir gezegen parçasındalar, ne bir can ne bir ağaç, öyle kimsesiz ve çorak. Sadece kızgın sıcak ve susuzluk var. İbrahim ve İsmail’in hikayesine karışıp gitmek ise çok yücelerde bir mevzu. Takat yetiremezler hemen, şimdilik bebeği düşünmeleri gerek.
Yedi kez gidip geldiler kayalık taşlık çöl yolunda. Gök yanıyordu sıcaktan ama onların muhacir Hacer gibi umudu vardı. Müslüman olmak umudu olmaktır, vaat edilenin izini sürmek teslim olmak. Kaybolup gitmemek, yitip gittikçe Kâbeyi düşlemeyi istikameti hatırlamayı bilmek. Yapayalnız Say etmek ve beklemek.
Yedinci gidiş Merve tepesindeydi. Yeryüzünün kurucu öznelerinden, teslimiyetiyle yüce Rahman’ın insan hiyerarşisinde en üstlerde duran Hacer’imiz Zem! Zem! (dur, dur)demese yerden fışkıran mübarek su bütün dünyayı kaplayacaktı da sular altında kalacaktık neredeyse. Durduğu halde asırlardır yeryüzünü yıkacak kadar zemzem var.
Merve’de saçlarını kesti gaipler, artık ilk misaklarına dönmüş ve bulunmuşlardı, gün yüzüne çıkmışlardı tekrar. Kesik saçlarını bir mendile sarıp çantalarına koydu kadınlar. Varolmanın umudu olmanın, bulunuşun anısına.