Niye o banka öyle oturduğumu anladım. Ve benim başlatmadığım bir suça nasıl da kolayca katılabildiğime, onu çoğalttığıma şaşırmadım.
"Kırık Cam Teorisi"nin takipçileri bakın ne diyor: "Metruk bir bina düşünün. Binanın camlarından biri bile kırık olsa, o camı hemen tamir ettirmezseniz, çok kısa sürede, oradan geçen herkes bir taş atıp, binanın tüm camlarını kırar. Bir elektrik direğinin dibine ya da bir binanın köşesine biri bir torba çöp bıraksın. O çöpü hemen oradan kaldırmazsanız, her geçen, çöpünü oraya bırakır ve çok kısa bir sürede dağlar gibi çöp birikir." Demek ki ilk kırılan cam hemen onarılmalı. İlk atılan çöp hemen kaldırılmalı.
Kalbimizde ucundan kıyısından kırılmış camlar taşıyoruz sürekli. Ruhumuzun başköşelerine ilk başta önemsiz gözüken, laf etmeye değmez çöpler bırakıyoruz her gün. Küçük küçük günahlar, minik minik hatalar diğer camları da kırmaya, kapıları çerçeveleri indirmeye teşvik ediyor.
Pişmanlığımızı fırsat bilip ortadan kaldıracak kadar ciddiye almadığımız "çöpler"imiz, sürçmelerimiz, kötülüklerimiz, ayıplarımız, kokuşmuş çöp dağlarına, kötülük yığınlarına kapı aralar. Hafife aldığımız ilk ve mini kaymalarımız, "Böyle gelmiş böyle gider"in kirli sularına kaptırır irademizi. Direncimizi yitirir, sürükleniriz. Kırık camın oradaki varlığı, diğer camların da kırılabileceğine dair bir haklılık üretir içimizde. Çöpün bizden önce oraya atılmış olması, oraya çöp atma hakkımız olduğunu fısıldar.
Tam da "hafife almakla" açılan, "umursamazlıkla" genişleyen bir "yol(suzluk)"u tarif eden Mutaffifîn'in nüve ayeti haber verir "cam kırıkları teorisi"ni: "Yapmaya alıştıkları kötü işler, gitgide kalplerini paslandırdı." (Mutaffifîn, 83/14)
“Böyle gelmiş böyle gider”lerle yokuş aşağı akan duyarsızlığı, Hira'da yokuş yukarı yürüyen Muhammed-i Emin (sav) yırttı. Kendi eliyle bile yapsa, kendi dili katılmış olsa bile kötülüğe, kalbi buğz edebilmeli müminin. Vicdanını kendisinin ya da kendi kavminin yaptıklarına eğmemeli. Yapmaya alışılan işler, o işleri alışkanlıkla yapmaya götürmemeli.
Oysa “Elinle engelleyemediğine dilinle karşı çık" diyor Allah Rasûlü (sav). "Dilinle karşı koyamadığına kalbinden diren." Elini tutan olabilir; yeterince hareket alanın olmayabilir. Dilini susturan olabilir, söz söyleme hakkın daraltılmış olabilir. Ama kalbin özgürdür. Hep özgür. O özgürlüğün nüvesinden dallanıp budaklanır ellerin ve dilin zaferi. Ellerin ettikleriyle ve dilin dedikleriyle örülen mecburiyetin kabuğu ancak kalbin direniş tohumuyla kırılır. Kendi (kavminin) ettiklerini ve kendi (kavminin) söylediklerini sırf kendisi ve kendi kavmini aklamak için hafife alırken, kalbinin direnişini kaybeder mümin. Diriliş tohumunu çürütür. Salih amel ortaya koyma ümidi eline hiç geçmez, diline hiç uğramaz hale gelir. Yine Kur'ân’ca bir kırık arıyorsak “Asr’ın hüsranı”dır bu. “İnsan hüsrandadır” gidişatını ancak ve ancak kalbin eylemi tersine çevirebilir. Kalbin direnişi. İllâ iman… İllâ iman…
"Cam kırıklarıyla kırma kalbini."