Italo Calvino’nun Marcovaldo ya da Kentte Mevsimler kitabının kahramanı, kent yaşantısı içinde tabiatın güzelliklerini keşfe çalışan bir adamı anlatıyor. Işıklı reklam panosunda ayın parıltısını yakalamaya çalışmak, kentin ezip geçtiği kişisel tarihleri koruma yönünde bir direniş biçimidir sanki. Kent, gönülleri ve bakışları yorgun düşüren istila; tabii olanı yakalamak için hayal gücünüzü kullanmak zorundasınız. Yaşadığı hayatın zorluklarına tabiat kırıntılarına tutunarak tahammül edebilen dar gelirli bir kol emekçisi olan Marcovaldo, ailesiyle girdiği AVM’de hâlâ safiyetini korumaya direnen kişiliğin nesneler ve ürünlerle imtihanını sergiler. Gariplik, yolunu bulamama, ayartıcı renklere karşı yabancılığını koruma… Aynı soruyu Mustafa Kutlu’nun Bu Böyledir başlıklı uzun hikâyesini okurken de soruyoruz: Kentin albenili ancak benliği dağıtan, gündemi işgal ederken asli amacı silikleştiren mekânları karşısında yenik düşmemek nasıl mümkün olabilir? Banka memuru Süleyman Koç, hayatının amacını kurcalayan, bu doğrultuda sorularını yitirmeme gayreti gösteren biridir. Felsefe dersinden tek derse kalmasının sebebi iyi düşünmeyi bilmemek olarak gösterilebilir mi? Ezberci eğitim sistemi bilinçlerimizi yaralarken çeşitli tanım ve tarifleriyle ufkumuzu da kapatıyor. Süleyman bir akşam eşi ve küçük çocuğuyla lunaparkta gezinmekteyken, saatin on biri bulduğu sırada lunaparktan ayrılmak ister ama kapıyı bir türlü bulamaz. Üstelik saat da sürekli on biri gösteriyordur.
Bu çıkışsızlık, çözümsüzlük hissi, günün ve gündemin, mekânın ve zamanın üretim-tüketim döngüsünde sürmesine teslimiyete fıtratımızın itirazı; aksi halde üzerimize gelen yapay renkler ve sesler tarafından aldatılmaya kendimizi bırakabilirdik. Sürekli “alternatifi olmadığını” bize bildiren düzene teslimiyetin öteki adı, “şeyleşmek.” Bize düşen asli sorumluluktan uzak tutan bir oyalanmacının içinde akıp gidiyorsa hayatımız, tutunduğumuzu zannederken kendinden düşmeyi sürdürüyoruz demektir. Dünyanın mevcut bir gerçeklik olmaktan öte yaratımı süren bir eser olduğunu dile getirmişti Garaudy. Nasıl “Biz” birbirimize emanetsek, tabiat ve sanat da bizlere emanettir. Üretemeyen insan hem zamanı hem mekânı tüketiyor. Atalarımızın bize bıraktığı mirası taklit bile edemiyoruz çoğu zaman. Ataşehir’de olduğu gibi bir sitenin siluetine karışan cami, Fındıklı’da olduğu gibi AVM cepheli bir cami (restorasyonu), D-100 üzerinde beton bir cangıl izlenimi verecek şekilde uzayıp giden gökdelenler… Nerede bulacağız takvayı ve tevazuu… Vahşi kapitalizmin acı çektirdiği kitlelere söyleyecek şifa niyetine bir söz, zaman ve mekânla ilişkimizdeki farkın ifadesiyle bir inandırıcılık kazanabilir.
Mütedeyyin kesimler 15 yıldır Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın faaliyetlerine imza atıyorlar. Bunun bir sonucunun Sinan camilerini görünmez kılacak bir yapılaşma olması son derece düşündürücü. Biz kıymet ayarlarımızı kaybettik sanki. Osmanlı evi, şehri, tabiatı, çevredeki büyük kültür değerlerini yücelten ilkelerine borçlu mekân olarak yaydığı sükûneti... Bir ev hem namazgâh hem atölye olmadığında, aile kendini tamamlayamıyor. Bir cami hem ibadet mekânı hem cemaatin istişare salonu olmalı değil midir?
Güce atfedilen aşırı önem yüzünden kapitalizmin mabetlerine özgü muaşeret mekânlarımızı istila ediyor. Sıradan iş yerleri gibi son derece gösterişli binalarda da namaz kılmak için bir yer aradığımda, mescit olarak izbe, bakımsız, tozlu ve daracık mekânlar gösteriliyor genellikle; istisnalar her zaman şaşırtıyor, umut sebebi oluyor. Bir taraftan da sürekli alışveriş ve yeme içme mekânları açılıyor. Sanki düşünmeye, başka bir cümle üzerine düşünmeye izin vermeyen bir uğultuya dönüşüyor sohbet ve istişare amaçlı toplantılar. Cami merkezli mahallenin yerini, AVM merkezli siteler alıyor. Birbirinden öğrenmeye değil ayrışmaya, türdeşiyle yaşamaya yönlendiren sitelerle, yeşil alanları silerek genişliyor şehirler. İnandığı gibi yaşamadığında yaşadığı gibi inanmaya meyyaldir insan; Hz. Ömer’e atfedilen bir söz bu. Halimize şükretmemiz mi gerekiyor acaba? Yani, gerçekten alternatifi yok mu bu gidişatın? Yaşadıklarımızın tecrübesiyle elbette, bir kez daha kaynaklara dönüp kavramlarımız üzerine düşünmeliyiz.