Kur'ân Müslümanlığı mı Peygamber Müslümanlığı mı?

09 Şubat 2015

Yo… Yazının başlığındaki soruya cevap vermeyeceğim. Yazıda sorunun cevabını değil, bu soruyu sorduran sorunu teşhis etmeye çalışacağım. Niye böyle bir soruyu sorar olduk?

Sahi, "Kur'ân Müslümanlığı" "Peygamber Müslümanlığı"nın karşısında mı? "Peygamber Müslümanlığı" dediğimde, "Kur'ân Müslümanlığı"nın varsayılan sakıncalarını bertaraf ediyor muyum? Allah'ın Elçisi'ni ve hadisi vurgulayınca, vahyi ihmal mi ediyorum? Kur'ân'ı merkeze alınca, Hz. Peygamber'i ve sünneti dışlamış mı oluyorum?

"Kur'ân Müslümanlığı" başlığını Peygamber'i ve O’nun söz, hal ve tavırlarıyla ortaya koyduğu yaşama biçimini unutturma niyetiyle kullananlar olabilir. Ki bu durumda, Kur'ân Müslümanlığının en güzel modelini yok saymış olurlar, kendi tezlerini çürütürler. Bunlara karşı çıkanlar da hadis ve rivayet kültürüne verdiği emeğin yüzde birini bile Kur'ân'ı anlamaya hak görmeden bir ömür tüketiyor olabilir. Ki bu durumda, onlar da sünnetin şah damarını yok saymış olurlar. Kendi tezlerini zayıflatırlar. Bu iki tavır da siyasidir. Asli değil, arızîdir. Anlamayı değil, ayrıştırmayı önceler. Bahse değmez.

Acilen bahse konu olması gereken, Kur'ân'ı ve Elçi'yi nasıl ve ne vakit karşı kefelere koyduğumuz konusudur. "Elçi" "Allah'ın Sözü'nün Elçisi" değil mi? Farsçadan dilimize geçen "peygamber" tabiri,  'haber getiren"/"peyam-i haber" anlamı taşıyor değil mi? "Peygamber" ya da "Allah'ın Elçisi" ya da "Nebi", Kur'ân'a elçilik eder; vahyi insanlığa taşır. Aksi mümkün mü?

Allah'ın sözü Kur'ân'dır; başka ne ki? Allah'tan gelen haber vahiydir; Allah'ın Elçisi bu haberin yanında olduğu kadar başka neyin yanında durdu ki? "Allah'ın Sözü" kefesini ağırlaştırınca, "Allah'ın Elçisi" kefesi niye hafiflesin ki? Allah'ın Elçisi, "Allah'ın Sözü" sayesinde "Allah'ın Elçisi" değil mi? Birbirini besleyen, birbirinden beslenen iki kavramı karşı köşelere itmek niye ki? Niye birileri "ille de Kur'ân" deyince, birileri de "ama sünnet de var!" diye telaşla cevap yetiştirmeye kalkar? Niye? Aklımızın bir yerlerinde bir çatallanma var gibi. "Ya o ya bu…" demelerin ardında adı konulmamış bir ayrıştırma olmalı. 

Görünen o ki, Peygamber hayatının merkezine Söz'ü değil de, ömrünün sadece 53 gününü alan savaşları koymuş olmanın bedelini ödüyoruz. Sanki Rasûlullah (sav) Söz'ü bildirme görevini, hayatının ayrı bir köşesinde, belki de "part-time" vakitlerde icra etti. Biz O'nun hayatının asıl kıpırtılarını, ömrünün temel gelgitlerini fiziksel genliği büyük olaylar üzerinden okuduk. Sadece savaşlar. Sadece seferler… Muhammed (sav)'in akıl sahibi bir 'kul' olarak yaşadığı fikrî seferini, dâhilî cihadını göremedik. İçindeki gizli siperleri keşfedemedik, niyetindeki zırhları fark edemedik. İnsanlığın kurtuluşu adına çektiği akıl sancıları, vicdan sızıları gündemimize girmedi. Fikrinin ince kıpırtılarını ayrı sepete koyduk. Kulluğunun hayata zarif dokunuşlarını, eşyaya yüklediği anlamları kayda değer bulmadık. Anlam arayışlarını, göklü Söz'ü özleyişlerini, Söz'ün gelişiyle yaşadığı sevinçleri, hüzünleri, kederleri, korkuları, sarsılmaları, huzur bulmaları hafife aldık.

Allah'ın Elçisi'ni daha çok Bedir'deki kılıcıyla, Hendek'teki savaş taktiğiyle, en çok da Uhud'da dişinin kırığıyla andık. (Elbette savaşlar da anılmaya değer. "Savaşan Peygamber" imajı -hâşâ- utanılası değil. Ki biz O'nun vahyin d/okunuşuyla ortaya koyduğu en ince nezaketleri savaş ortamında görürüz. İnsanın yüzüne darbe indirmemek gibi. Çocukları ve kadınları kollama gibi. Gazada yavrusunu arayan annenin telâşından Allah'ın rahmetinin sonsuzluğuna işaret çıkarma gibi.) 

Şimdi durup şu soruyu sormalı kendimize: Peygamberliğinden önce dost ya da düşman tüm Mekkelilerin "Muhammed-i Emîn" diye bildiği o zat, Hira'dan eli boş dönseydi, Mekkeliler O’na düşman olacak mıydı? Dilinde vahiy olmasaydı, Mekke'nin ileri gelenleri Muhammed-i Emin (sav)'i hicrete zorlayacak mıydı? Herkesin güvenilir bildiği Muhammed (sav) Allah'a Elçilik ediyor olmasaydı, ağır boykotlara, dayanılmaz hakaretlere maruz kalacak mıydı? Allah'ın sözünü taşıyor olmasaydı nefesinde, en yakın akrabalarının ölesiye hışmını çekecek miydi? Kur'ân'ı tamamlıyor olmasaydı hece hece, hicret ettiği Yesrib'e kadar gelip O’nu susturmaya kalkacaklar mıydı?

O'nu anlatırken öne çıkardığımız kılıç, kalkan, miğfer, zırh, ok, kan gibi detaylar, O'nun karşısına kılıç, kalkan, miğfer, zırh ve oku çıkaran asıl 'olay'ı gözden kaçırıyor. Peygamberimiz’in asıl savaşı Kur'ân cephesindedir. Bu 'savaş' hiç bitmez. Nefes nefesedir. Yeri gelir bunun için düşmana kılıç üşürür, yeri gelir kendi nefsiyle kavgaya tutuşur, yeri gelir hesapsız sevinir, yeri gelir derinden mahcup olur, yeri gelir yüreği darlanır. Kendisinin aleyhine de olsa, hakikati billûr bir netlikte ortaya koymaktan çekinmez. Canını Söz'e siper eder. Gerektiğinde kişisel itibarını vahyin namusuna kurban eder.

Bahse konu olması gereken, Kur'ân'ı ve Elçi'yi nasıl ve ne vakit karşı kefelere koyduğumuzdur. "Elçi" "Allah'ın Sözü'nün Elçisi" değil mi? Farsçadan dilimize geçen "peygamber" tabiri,  'haber getiren"/"peyam-i haber" anlamı taşıyor değil mi? "Peygamber" ya da "Allah'ın Elçisi" ya da "Nebi", Kur'ân'a elçilik eder; vahyi insanlığa taşır. Aksi mümkün mü?

O'na hasım kazandıran, O'nu ateşli hasetlerin hedefine koyan, 'göklü Söz'ün insanlığın ufkuna sağ salim inişine verdiği emektir. Canını savaş meydanlarında tehlikeye atmasına neden olan, Kur'ân'ın yeryüzüne eksiksiz ve şaibesiz yerleşme kaygısıdır. En sevdiklerinin, en yakın dostlarının şehit edilişiyle gündüzler geceler boyu kederlenmesine sebep olan, Kur'ân'ın insanlığın gündeminde başköşeyi almasıdır.

Gelin, tarihten çok iyi bildiğimiz o Hira sahnesini çekip alalım, bir anda her şey sütliman olur, ne savaşlar ne çekemezlikler ne kan dökmeler ne işkenceler kalır! Muhammed-i Emîn (sav)'e kimse dokunmaz. En fazla Hira mağarasında kendi kabuğuna çekilen bir münzevi olarak anılır. Belki anılmaz bile! Dağlar parçalayan, gökler çatlatan ağır yükü taşımadan yaşar. Vakte isyanını, olan bitene itirazını bireysel olarak yaşar, en fazla.

Nebi'nin hayatını Söz merkezli anlamadığımız için, Peygamberce yaşamak ile Kur'ân'a göre yaşamak arasında bir ayırım var sanıyoruz. Söz'ü merkeze koyduğumuzda, Peygamber de Kur'ân da aynı kapta kıvamlanıyor. Arada bir rekabet kalmıyor. Tarihçi bakışın altını çizdiği dönemsel ve yöresel savaşların hatırası, Kur'ân ile Peygamber arasındaki ayniliği gözden kaçırıyor. Uğruna bu savaşların yaşandığı Söz'ü değil de Söz'ün uğrunda yaşanan savaşlarda takılıyoruz. Peygamberin imajını böylece Kur'ân'dan uzak bir yere düşürüyoruz. En iyi ihtimalle, Peygamber'i özne gören değil de nesneye dönüştüren, 'ardından ağlanacak adam' sandıran duygusal sığlıklarda oyalanıyoruz.

Hz. Peygamber'in hayatı, Söz'ün selameti, vahyin duruluğu hatırına akar. Savaşımların hepsi Kur'ân'ın O'nun dudağından bize dokunması içindir. Varsayalım ki Hz. Peygamber'in dizi dibindeyiz. O'nun ağzından çıkacak her ses, bizim için kurtuluş adresi, teselli pınarı, uyarı belgesi… O konuştukça kalplerimiz bir o yana bir bu yana salınıyor. Kâh cennet müjdesi, kâh hiçlik korkusu. Kâh altından nehirlerin aktığı has bahçelerin serin huzuru kâh denizlerin buharlaştığı, göklerin çatladığı kızılca kıyamet dehşeti… Söz'ün rüzgârına açık bir haldeyiz. O'nun ağzından çıkanların, bize ses ve söz diye ulaşanların en değerlisi, O'nun da işaretiyle, vahyin ta kendisi. O'nun ağzından çıkan en değerli söz Kur’ân ile yine O'nun ağzından Kur'ân adına çıkan 'hadis' arasında niye rekabet olsun? Sonuçta, Kur'ân sayfalarından dilimize taşırdığımız sözler, O'nun ağzından çıkmadı mı? Onlar da bir nevi 'hadis' değil mi? Allah'ın 'âyet' olarak bize indirdikleri, Elçisi'nin dudağına emanet ettiği cümleler değil mi?

Şu halde, Kur'ân'dan söz ettiğimizde en çok Peygamber’den söz ediyoruz. Peygamberimiz’i anlattığımızda, Kur'ân'ın her hecesinin arkasında nefesiyle duran eşsiz kahramanı fark ediyoruz. Kur'ân'ın aklımıza aktığı 'ilk ağız'dan söz ediyoruz. Allah'ın Elçisi'ni merkeze aldığımızda sesiyle, nefesiyle elçilik ettiği vahyi merkeze alıyoruz. Peygamber’in aynasında önce Kur'ân'ı görüyoruz Kur'ân'ın kalbinde önce Peygamber'i buluyoruz. Peygamber'i anlatınca, O'nun en çok emek verdiği işe odaklanıyoruz. Vahiy deyince, Nebi'nin en çok akıl teri akıttığı sefere katılıyoruz. Kur'ân'a başvurunca, Rasûlullah (sav)'ın kalıbını ve kalbini en çok koyduğu yere sefer ediyoruz.

Sözün özü: "Kur'ân Müslümanlığı" birinci derecede, öncelikle, baştan sona, tepeden tırnağa "Peygamber Müslümanlığı"nın belgesidir. "Peygamber Müslümanlığı" ise "Kur'ân Müslümanlığı"nın ete kemiğe bürünmüş hali, diri uygulamasıdır. "Peygamber Müslümanlığı"nın kalbi Kur'ân'dır. Peygamberce yaşamanın en somut, en güvenilir, en sahih, en tartışmasız karşılığı "Kur'ân Müslümanlığı"dır. “Kur'ân Müslümanlığı”nı sünnetin karşısına koymak, Kur'ân'ı Elçi'siz gelmiş saymaktır. Ayet ile hadisi rakip görmek, Peygamber'in ayetle diyaloga girmediğini, ayete aklını yatırmadığını, vahyin mesajının sancısını çekmediğini varsaymaktır. 'Peygamber Müslümanlığı'nı 'Kur'ân Müslümanlığı'na 'çare' görmek, Elçi'yi Kur'ân'sız sanmaktır.

Ne diyeyim: 'çare'siz kalalım inşallah.