“Oku!”
Kimsin sen ey ürkütücü olağanüstülük? Bu ilahi görselliği neye borçluyuz ey yabancı güzellik?
Cebrail’dir o!
Niçin geldi? “Oku!”
“Ben okuma bilmem ki!”
Ey Cebrail! Biz getirdiğin Kitap’ı okumayı bilmiyoruz.
Belki bazı kısıtlı zamanlarda belli yerlerinin Arapçasını okuyabiliriz. Yüzünden. Özünden değil. Hızla.
Üstün körü, kör bir saygıyla… Üstün anlamlarını düşünmeden, anlamadan…
“Oku! (Anla)”
“Ben okuma bilmem” diyor, inatla… Yüksek raflara koyduğu, ulaşılmazlığa, anlaşılmazlığa kaldırdığı Kitab’a dokunamıyor. Başkaları okurken sessiz bir saygıyla susuyor. Daha çok görüneni okuyor. Görünenin ardına saklanan görünmeyeni değil…
Okumayı, hele böylesine anlam dolu bir metni anlamaya çalışmayı sevmiyor. Zorlanıyor.
Önünde okuması gereken yığınla başka kitap var. Okunmamış bir kitap bırakmadığını sanıyor kimi zaman. Sorumluluklar sarıyor her yanını ve kimileri neredeyse yalnızca geçim derdini okuyor. Yoğun.
Hızla yaşıyor. Bir “anlam” da duramayacak kadar anlamsız bir hızda. İşi çok. Yorgun. Stresli. İhtiyaç duymuyor. Gerekli bulmuyor. Salt okumaktan hoşlanmıyor. Anlayamıyor. Bilimsel bulmadığından okumuyor. Anlaşılamaz sandığından okumuyor. Kutsal bulduğu için okumuyor. Kendisinden, hayatından yüksekte, yüksek raflarda tutuyor. Okuduğunu sandığı için okumuyor.
“Oku!”
Allah insan için gönderdi. Hayat kitabı bu!
İnsan onu okuyarak kendi hayatını yazabilir.
“Oku! (Lütfen!)”
“Oku! (Hadi!)”
Sıkıyor, sarsıyor insanı. İlahi olana merakını artırarak esintisini hissettiren Cebrail! Tatlı, sorumlu bir baskı kuruyor insan üzerinde. Sorumluluk bilincini acıtıyor insanın. Birçok insanın okumadığı, okusa da genellikle anlamadan okuduğu bir kitabı okumasını istiyor.
İnsan kaçıp kurtulmak istiyor Cebrail (as)’den. Okumayı bilmek istemiyor. İtiraz ediyor bir çocuk yaramazlığıyla. Kimi kısa surelerini küçükken ezberine aldığından bahsediyor. Bazı akşamlar belli yerlerini anlamadan da olsa okuduğundan söz açıyor. Cebrail (as)’in sıkıştırmalarına isyan ediyor.
“Oku!”
Ünlü bir yazar kitabını ithaf etseydi kendisine, o kitabı nasıl okurdu insan?
Onu yaratan Allah’ın kendisi için gönderdiğini bilmiyor mu?
Yoksa insan bu gerçeği çoktan unuttu mu?
Onu yaratan Allah, onun için, ona gönderdi. Bu vahyi almalı, bu göksel iletiyi okumalı insan. Bu mesajı anlamalı. Bu ilahi çağrı, insanın yüreğinin kapısında durmuş, ondan samimi bir cevap bekliyor… Yaratan, insanı bekliyor.
İnsansa beklentilerinin karşılığının bu Kitap’ta olduğunun farkın- da değil… İnsan bu Kitap’ı okumayı bilmiyor.
“Oku!”
“Bakabilir miyim?” demeli insan. “Kimden?” demeli. Görecektir ki o, Allah’tan gelme bir kitaptır.
Kitap’ın kapaklarında bulutların izi var. Bir baksa görecek ki, iki kapak arasındaki saklı sayfalarda
yıldızların ve ayın parıltısı var…
Kime gönderilmiş?
İnsan’a… Muhammed’e, Tarık’a, Hanne’ye, İbrahim’e, sana, bana, hepimize…
“Oku! Yaratan Rabbin adına...”
Bir metin, doğum sancısı çeken bir anne gibidir. Henüz doğumu bitmemiştir. Doğumun tamamlanması için, Anlamını bizim kucağımıza vermek ister. Fakat onu kucaklamaya hazırlanan bizler onunla birlikte düşünsel sancılar çekmeliyiz ki onu iyice anlayıp onun üzerine çoğalabilelim.
Okunacak bir kitaba eksikliğimizi hissederek, eksiklenerek geliriz. Başından kalkarken çoğaldığımızı hissettiğimiz bir kitap, iyi ki yazılmış, dediğimiz bir kitaptır. Okumak, önce bilmediğini bilmek ve bilmeyi istediğimiz şeye karşı tevazu göstermektir. Sonra onu nezaketle, ürkütmeden buyur etmektir. Dosdoğru anlamak için bilinçli olarak zihne nakşetmektir. Okuduğunun anlamını düşünce süzgecinden geçirmek ve sonra anlamaktır.
Anladığımız özü hafızamıza işlemektir. Hissetmektir. Derinliğini düşünmektir. Okumak öğrenmektir. Öğrenmek davranışı değiştirmektir. Okumak değişmektir. Okumak hayatı değiştirmektir.
Okumak; her bulduğumuz bilgiyi hafızaya almak değildir. Bilgiyi dondurarak saklamak değildir; yaşamı sıcağı sıcağına akışına bırakarak, bilgiyle yönlendirmektir. Bilgiyi hayata katmaktır.
Günlük hayat yer çekimine tabidir. Yer çekiminde onca ağırlığıyla bağlanmış bir taş gibidir kimi zaman hayat. Geçim sıkıntıları, borçlar, geçmişin ve geleceğin dertleri, yaşanan üzüntüler, sorumluluklar, sorumsuzluklar sıradan ama sıraya girmezse bizi mahvedebilecek işler, güçler… Hepsi… Hepsi bizi öyle yorar, öyle alt eder ki…
Oysa Kitap bizi gök çekimine tabi kılar. Bir kuş gibi yükseltir. Belki de bu yüksekliğe çıktığımız zaman bu yaşamın sıradanlığını kaldırabiliriz. Bu yüksekliğe çıkarsak yeniden yere, hayata daha sağlam basabiliriz.
Okumak aydınlıktır. Bilincin aydınlığıdır bu. Hayat içinde niçin adım attığımızı bilmek, nasıl yürüyeceğimizi bilmek, nereye gidiyor olduğumuzu bilmek...
Bütün bunların bilgisi kitaplarda olduğu kadar, onları doğru okumalarımızdadır.
Okumak bir köşeye çekilmek ve tüm dünyayı dışarıda bırakmaktır. Bir başka dünyaya kapanmaktır.
Okumak asıl yalnızlığını gidermek için yalnız kalmasıdır insanın. Ve asıl dostu aramaktır…
Kur’ân’ı okumak; göğe kapanarak yeri anlamaya çalışmaktır. Bir yanıyla tecrittir. Görünen bağlardan soyutlanmadır. Daha sağlıklı bir toplumsal hayat için, Tek Olan’ın tenha söylemine kulak kesilmektir.
Bir anlamda kutsal olanla bütünleşmektir okumak. Kelimelerde var olan mahrem anlamlar, gösterdiğimiz zihinsel yoğunlaşmayla, kendi kabuklarından çıkar. Ve bize doğru en yalın halleriyle gelirler.
Hissettiğimiz, hissetmekten tat aldığımız bir düşünce, bir fikir, bize getirdiği ilhamlarla sarmaşır. Yeni bulgular doğar. Zenginleşiriz… Zenginleştiriliriz. Bir kucak dolusu düşünceyle döneriz kendi hayatlarımıza…
Okumak, kitap ile çok özel bir birlikteliktir. Mümkün olduğunca baş başa kalmak gerekir. Sadece biz ve o…
O halde özellikle geceleri, Az bir zaman “İkra!”
Allah, Kitab’ında insanın kabulüne veya reddine bir hayat önerisi sunar. Vahiy akıldan uzak değil, bizzat Allah’ın bize sunduğu aklıdır. İstersek O’na akıl danışırız. İstemezsek danışmayız. Fakat seçimlerimizin kendilerine özel sonuçları vardır. Bunun içindir ki Yaratan, Kitab’ında sürekli sorduğu şu soruyla bizi düşünmeye, aklımızı kullanmaya çağırır: “Hiç düşünmez misiniz?”
İnsan her kitaba açık olmalı. Göğe ve yere göğsümüzü, dağarcığımızı cesaretle açmalıyız. Dünya kültür tarihinde yer etmiş, büyük düşünürlerin kitaplarından da insanlığın ortak mirasını almalı.
Varlığın bütününü okumaya çalışmalı. Okunması gereken şey yalnızca satırlar, sayfalar, kitaplar da değildir. İnsanın bizzat kendisi, okunmaya değer bir kitaptır. İnsan kendi varlığını çözmeye çalışmak, niçin var olduğunu ve olacaksa da ölecekse de nasıl “yok” olacağını bilmek, anlamak ister.
Kendini olumlu ya da olumsuz yanlarıyla tanımak, olduğu gibi kabul etmek, kendiyle tanışmak, insanın kendini okumasıdır. Kendini "de" okumalı insan. Olumsuz yanlarını, zaaflarını tıpkı yaramaz bir çocuğun başını okşar, yanağını sıkar gibi okşamalı, eğitmeye çalışmalı. Olumlu yanlarını daha da ileri noktalara götürmeli. Bu da insanın kendini yeniden yazmasıdır. Ve belki temize geçmesidir…
Ama yazmak iyi bir okumadan geçmelidir. Yine hayat, okunması gereken belki en kalın kitaptır. Fakat kendi kitabımızın, yani ömrümüzün kaç sayfa tutarında olduğunu bilmeyiz. Acele etmemeli. Üzüntüsüyle durup sevinciyle zıplamalı hayatın. Kendi hayat kitabımızdan çok özel dersler çıkarmalı. Kendimize ait özel tecrübelerimiz olmalı. Çünkü kimsenin tecrübesine sahip çıkmadığımız kadar kendi tecrübelerimize sahip çıkarız.
Çok defa yaşayarak yazdığımız bir kitaptır hayat. Bizden sonrakiler okur. Fakat biz yazdığımız bu kitabı ancak mahşerde okuyabileceğiz. Şimdilik sadece yazıyoruz.
Evren… Renkli, hareketli... Kuralları, olağanüstülükleri, sebepli doğumları, sonuçta ölümleriyle; derinliği, yüksekliğiyle okunması bitmeyecek koca bir kitap olarak karşımızda duruyor. Son sayfası bir türlü okunmayacak bir kitap. Son derece canlı, seyrederek okunası bir kitap. Yalın, fakat bir o kadar da mükemmel bir yapıt. Çoğunlukla sinema… Bazen bizzat oyuncusu olduğumuz bir tiyatro.
Bilimler insanın evreni okumasından ortaya çıkmıştır. Bilinmeyenlerse hep vardır. Öyleyse özel eğilimimiz olan bilimi öncelikli olarak okumalı.
Her şey okunabilir. Okumasını, yüzeysel değil, derinliğine bakmasını, bir mesaj almasını bildikten sonra… Her şey okunabilir. Fakat ne ilginçtir ki çoğunluk geceleri kararan bir ekrana dikiyorlar bakışlarını. Sınırsız gökyüzü yerine sınırlı bir kutu içinde başka insanlar tarafından geçici olarak parlatılan ve sönüp gidecek yıldızların ışıltısını okumayı seviyor. Görmek, anlamanın yerini alırken, Seyretmek okumanın yerini almış. Oysa insanın tarihini belirleyen şey yazıdır.
“İnsanı bir yumurta hücresinden yaratan. Oku çünkü Rabbin sonsuz kerem sahibidir. İnsana kalemi kullanmayı öğretendir. İnsana bilmediğini belletendir!”
İnsanın biyolojik başlangıcı budur. Bir yumurta hücresidir. Döllenmiş küçücük bir yumurtacıktır. Üstün akıl, bu planın parçalarına planın bilgisini kodlamış ve yapıtaşlarını planın amacına uygun yapılandırmıştır. İşte insan bu başlangıcının farkında olmalı ve nasıl bir başlangıçtan nerelere kadar varabileceğini, kat edeceği mesafelerin büyüklüğünü görerek, kendisine verilmiş karşılıksız bağışları fark edebilmelidir. İnsan okudukça ilkelliğinden uzaklaşacak, kendinden yukarılara çıkacaktır.
Şüphesiz, okuma eyleminin ardından yazma eylemi bu ilerlemeyi sağlayacak en büyük etkendir.
Ve kalem bu anlamda en büyük armağandır. Allah, yarattığı insana önce okuyabileceği ve sonra düşüne düşüne içine kendi aklını, görüşlerini de katabileceği güvenilir bir Kitap vermiş, hemen yanında da bir kalem armağan etmiştir. Âdeta, okuma eylemini sürekli yaptığı takdirde, bir gün dolacağını ve bu birikimini gelecek nesillere aktarmak istediğinde ise bu üstün aracı kullanması gerektiğini anlatmak istemiştir. Ayrıca “insana bilmediği her şeyi öğretmesini” de; ona önce öğrenmenin öncelikli yolları olan okuma ve yazma yolunu açmasından anlıyoruz. Daha sonra ise insana başka birçok yol, yöntem ve araçla bilmediği her şeyi öğrenme imkânı tanınacağını anlıyoruz.
İnsanın içindeki bilgi boşluğu ve o boşluğun çekim gücü olan saf merak, keşfedilecek gizemlerle dolu evrenle buluşuyor. Bu cazibenin peşine düşerek yola çıkan insan, var olan doğal yöntemlerin yanı sıra, kendi aklıyla geliştirdiği birçok yol ve yöntemle bilmediği her şeyi öğrenebiliyor.
Her şeyi bilmek isteyen bir varlık olarak insan, sırası gelen her gizemin bilinme arzusuyla ve telaşıyla yüzleşiyor. Yine de okunmamış binlerce sayfası olan bir evren var karşısında. Fakat o okumaya düşkün bir varlık. Buna rağmen insanın karşısında evren, okundukça sayfaları azalan değil, bilakis çoğalan bir koca kitap gibi duruyor.
Kur’ân’ın bu ilk inen paragrafında “kitap” ve “kalem” unsurlarını çok açık bir biçimde görürüz. Kitap burada, yazılı Kur’ân ile çizili evren olarak okunmaya, anlaşılmaya açık olan her hareketi, her olayı temsil ediyorken, kalem ise yazma sanatının veya yazı kanalıyla oluşan bilgi birikiminin, bütün yazıların sembolü olarak karşımıza çıkıyor. Tek başına öğrenemeyen, bilgisini paylaşamayan insanlar, toplumlar ve çağlar kalem sayesinde birbirinden öğrenir, gelişir ve yine birbirlerine bağlanırlar. İnsan, bireysel bilgi birikimini kuşaktan kuşağa, geçmişten geleceğe kalemle aktarır ve böylelikle evrensel bilgi birikimine ulaşabilir. Ancak böyle bir birikim insanlığa toplam değer olarak katkı sunabilir.
Kur’ân’da âdeta bir okuma yazma seferberliğinin ilanı vardır. “Oku!” emri ardı ardına iki kez tekrarlanır. Bu tekrar, söz konusu eylemin nitelikli bir hayatın vazgeçilmezi olduğuna ve hayat içindeki sürekliliğinin önemine işaret eder.