Kur'ân Yolculuğu: Mümtehine Suresi (I. Bölüm)

27 Mart 2015

Sınanma demektir Mümtehine. Bütün hayatın ta kendisi belki. Parça parça sorulardan oluşmuş bütün bir ömür...

Meşhur Hudeybiye Antlaşması'ndan birkaç ay sonra, h. 8. yılın başlarında inen bu sure, anlaşmanın özel şartları çerçevesindeymiş gibi dursa da tarihi bağlamından tarih adayı olan güne ve geleceğe dair düşünülebilir. Hatta çağları aşan bir öze sahip bir Kitap olması bakımından her ayet böyle düşünülerek bize indirilebilir, indirgenebilir.

İnancını yaşama örtüsü altında başka çıkarlarla iltica ediyorsa anlaşmaya uyulmamış olma ihtimali söz konusu olacağından ilk akla gelen sorularla oluşuyor yazımızın satırları; o gün için sığınanlar, gerçekten salt inancını yaşamak için mi sığınıyor İslam toplumunun özgürlüğüne, yoksa başka kaygıları, çıkarları mı var? Anlaşmada; ne olursa olsun bu bizim insanımız/ yandaşımız şeklinde bakmak yerine, uluslararası haklı anlaşmalara riayetin titizliği ve bu yerine getirilirken yine de bireyin beyanı esas alınması gibi anlaşma ahlakına dair bilgiler veriyor.

Mültecilerin yoğun olarak ülkemize akın ettiği bir dönemde kaleme aldığım bu yazıda, günümüz mültecilerinin sorunlarına değmemiz doğrudan konumuzla alakalı olmasa da ister istemez kalemimiz konuya şöyle değiyor. Her ne olursa olsun yaşama özgürlüğü kalmamış insanların can güvenliği, hayat güvenliği için ülkemize sığınmış olmaları; özgürlüğümüzü, güvenliğimizi, ekmeğimizi, aşımızı, havamızı, suyumuzu, okulumuzu ve paylaşabileceğimiz her şeyimizi bir takım fedakârlıklar yaparak paylaşmamızın tartışmasız Müslümanlık vazifesi olduğunu yeniden ortaya koyuyor. Konumuzla doğrudan ilgili olmasa bile sığınmacılar kelimesinden kaynaklı olarak, sığınma durumunda olan insanların, özellikle kadınların zayıflıklarının yerlilerin menfaatkar yaklaşımlarıyla sömürülmesini de şiddetle kınıyoruz.

İster sığınmacı ister yerli olsun, bu soruyu genel anlamda da sorabiliriz. Allah’a teslim olmak anlamına gelen İslam adlı yaşam biçimine veya bu yaşam biçiminden yana olan siyasi güce yaklaşan ve sığınan, gerçekte hangi amaçla yaklaşmıştır? Dosdoğru yolda olmak amacıyla mı? Başka çıkarları amaçlayarak mı?

...

Mümtehine suresi, genel olarak, inananların inkarcılar ile ilişkileri konusu üzerinde yoğunlaşmıştır. Surede, müminlerin dost düşman konusunda her dönemde nasıl davranmaları gerektiği konusunda tenbihler yer alır.

Surenin ana konusunu düşünürken, özellikle Hudeybiye Antlaşması’nın ertesinde inmiş olması bakımından da ister istemez savaş ahlakı tanımlaması da akla geliyor. Doğrusu her ne kadar barışı esas alan bir yaşam biçiminin mensubu isek de ister istemez -düşünce ve inanç özgürlüğüne kem bakan insanlık düşmanlarıyla- aramızda daimi bir savaş var. Daimi bir düşmanlık.

Onlar erki ellerinde tuttukları zaman kendi düşünce ve inanç/ inansızlıklarını halklarına dayatan baskıcı, zalim, şiddet yanlısı olan firavunlardır. Bu baskı ve dayatmayı biz yapıyorsak bizizdir onlar. Kabul. Çünkü insanlığın topyekun mutluluğunu esas almamış ahlaksız güçlerin oluşturduğu medeniyete nihai anlamda güven duyulamaz. Onlara karşı kalpten eyleme yürüyen bir savaşçılığımız, daimi olarak uyanık olmamız, saldırılarına ve savunmaya da hazır olmamız gerekir. Üstelik bunu salt kendi özgürlüğümüz için değil, baskılanan, asimile edilen bütün ezilmiş halklar için yapma gibi bir sorumluluğumuz da var.                                                                

Yani biz özgürlüğümüzü de bölüşen bir toplum olmalıyız.

Her ne kadar bu savaş tıpkı benliğimizle olan savaşımız gibi soğuk gibi görünen, ama sıcak bir savaşsa da savaş sırasında da ilkeli duruşumuzla, savaş içinde bile barışın, esenliğin, insan olmanın o hoş kokusunu yaymalıyız. Barışıyormuş gibi savaşmak olmalı bizimkisi.

“Yalnızca düşman olanlar, kininden geberenlere karşı düşmanlık yap! Düşmanlığı onun kadar yapma hakkın olduğu halde, onun düşmanlığı ilkesiz seninki ilkeli olmak durumunda olduğu için sen ilkeni aşan sınırsız düşmanlığı yapma hatta! Ötesine nezaketle ve adaletle davran. Üstelik yakınlaşabilirsin bir gün düşmanınla ve gerçek insanca bir dostluk kurabilirsin belki kim bilir…” der bize Kitab’ımız.

“Siz ey imana ermiş olanlar! Size gelmiş olan bütün hakikatleri inkâr eden ve yalnızca Rabbiniz Allah'a inandığınız için Elçi'yi ve sizi yurtlarınızdan süren düşmanlarımı -ki onlar aynı zamanda sizin de düşmanlarınızdır-  şefkat göstererek dost edinmeyin! Eğer Benim yolumda cehd göstermek için ve Benim rızamı kazanmak arzusuyla evlerinizden çıkıp gittiğiniz doğru ise, onlara gizli bir şefkatle yaklaşarak dostluk yapmayın. Çünkü hem açıktan yaptığınız hem de gizlemiş olduğunuz her şeyden tamamiyle haberdarım. Ve içinizden bunu her kim yaparsa doğru yoldan sapmış olur.” (1)

Düşmanın hakikisinden hakiki dost olmaz. Şefkati hayat tarzı edinmiş bir topluma uyarı gibidir Mümtahine. Sizin yüreğiniz dayanmaz, Hakk’a olan sevginizden halka da ayrımsız sevgi duyarsınız, o yüzden  dikkatli olun, dostu düşmanı tanıyın der, ayetler. Bu arada varlığa şefkati, insanlığa merhameti unutmuş ve bu Kitab’ı kaynak göstererek her türlü şiddeti reva gören ve kendilerine Müslüman diyenler bu satırların çok uzağındadırlar.

Söz konusu ayetler, aklıselim sahibi has Müslüman olma ve kalma çabasında olan bilinçli, temiz insanlara aittir.

Ayetler, inananların her zaman dinî inançlara düşman olanlar tarafından zulme uğratılmaları ihtimaline. Dolayısıyla güven ve dostluk duygusunun sınırsızlığına tedbir konulması gereğine.                                            

Düşmanı tanımlar sure. Bir insanın dünya görüşü tercihine ve bu tercihini yaşarken, ortaya koyduğu düşüncelerini sözlü veya eyleme dökerek ifade etme özgürlüğüne kem bakan ve her anlamda engel olanlar kim olursa olsun düşmanlardır. Bu özgürlüğü sadece kendisine ve kendisi gibi düşünene layık bulan firavun ruhlular. İnsanın en temel özgürlüğüne karşı haksızlık yapan, müdahil olan herkes düşmandır. Bizim düşmanımız.

O halde yaşadığımız dünyada, çevremize bu bakış açılarıyla baktığımızda “Düşman kimdir?” sorusunu yeniden sormamız gerekebilir. Ve ardından şu sorular gelir. Bugüne dek din düşmanı olarak görülenler gerçekten “gerçek dinin” düşmanları mı? Onlar hangi dine düşmanlık yaptılar/yapmaktalar ve o din saf din mi? Dindarların din adına yaptıkları onca yanlış algı ve pratiklere bakılırsa düşmanın kim olduğu düşünülmeli ki kimseye haksızlık yapılmasın. Oturup iyiden iyiye düşünmeliyiz. Ve bir ayrım yapmalıyız. Hak bir yana batıl bir yana olmalı ve her konuda doğruyla yanlış birbirinden bağımsız olarak ayrılmalı. Bu güne dek düşman belletilen insanların hepsi olmasa bile pek çok kısmı, gerçek, saf Allah’ın dinine mi, yoksa senin veya benim bilgisiz ve bilinçsizce, araştırmadan, ilmihal kitaplarında bize tavsiye edildiği şekilde tahkik etmeksizin ondan bundan duyageldiğimiz, duyduklarımızdan sadece hoşlandıklarımızı bir kenarda tutup kendimize göre şahsi bir din/ yaşam pratiği oluşturduğumuz dinimize mi düşmanlık yaptılar; karşı geldiler. Yaşadığımız din/yaşam gerçekten Allah’ın Kur’ân’da emrettiği din/yaşam mıdır? O Hz. Peygamber’in uğruna saçlarına ak düşen ayetteki gibi; “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” sözüne uygun olarak hangimiz tam anlamıyla emrolunduğumuz gibi dosdoğru olduk? Aldığımız emirler hakikaten Allah’tan ve Rasûlü (sav)’nden miydi? Dostu düşmanı iyice ayırt edebilmemiz için öncelikle kendi hayatımızı, kendimizin Allah ile dostluğunu sorgulamamızın zamanı geldi. Geçiyor. “Her dindara düşman olan Allah düşmanı  olur” diyebilir miyiz? Dindar nedir? Tanımıyla pratiği arasındaki farkı gördüğümüzde yanıltabilir bizi. Ya da biz yanıltan bir dindar olabiliriz.


Surede düşman tanımı; özel tarihi arkaplanından dolayı sadece -inananlara karşı- aktif şekilde düşmanlık yapanları kapsamaktadır.

Mümtehine suresi belki de kendimizi yeniden imtihana sokmak şeklinde bize iniyor. İnecek...

Zira aynı din çatısı altında farklı mezhepler ve din algıları bile birbirine düşmanlık yapabiliyorken, hakiki dost ve hakiki düşman kimdir? Sorusu defalarca sorulmalı ve düşünülmelidir. Düşmanımıza karşı gelirken aynı çatı altında farklı düşünme/ yaşamaya bile sabrımız olmadığını hepimiz iyi biliyoruz. Sureler bizi eğitmeye, dönüp kendimizi sorgulamaya ve hakikaten bize inmeye devam ediyor. Bu belki bizi düzeltecek ve kendimize getirecek olan şeydir.

Burada şu ayrımı kesinlikle yapmalıyız adalet için. Gerçekten düşman olan lider, düşmanlarla onların yönlendirdiği ve etkisi altına aldığı kitleler arasında fark gözetilmeli, ilki düşman olabilir elbette; fakat geniş halk kitleleri düşman denilerek üstü çizilemez. Üstelik elimizde hak din varken eğer dünya halklarını ve kendi halkımızı yeterince doğru bir etki ile etkileyememiş, ikna edememiş, kafaları ve kalpleri hakikate çekememişsek bunun suçu büyük oranda hakkın önderliğini yapamamış olmakla bize aittir. Başkalarına değil...

Surede düşman tanımı; özel tarihi arkaplanından dolayı sadece -inananlara karşı- aktif şekilde düşmanlık yapanları kapsamaktadır. Biz ise düşman kavramını; güç ve iktidarlarını kendi dünyevi çıkarlarına ve dolayısıyla görüşleri doğrultusunda asimile etmek için baskı ve şiddette kullananlar şeklinde düşmanı genel anlamda tanımlamaya çalıştık. Güç ellerinde olduğu zaman gücünü bu yönde kullanacağından emin olduklarımızdır düşman bellememiz gerekenler.

“Onlar eğer size üstün gelselerdi yine düşmanınız olarak kalırlardı ve size karşı kötü niyetle el kaldırır, dil uzatırlardı: çünkü sizin de hakikati inkâr etmenizi isterlerdi. Ama unutmayın ki ne akrabalarınız ne de hatta kendi çocuklarınız Kıyamet Günü size bir fayda sağlar, çünkü o Gün Allah aranızda yalnızca erdemli davranıp davranmadığınıza göre karar verecektir. Ve Allah bütün yaptıklarınızı görür.” (2-3)