Kur'ân Yolculuğu: Şems Suresi

13 Haziran 2014

 İnsan bu.

 

Gördüklerini çoğu zaman görmez insan. Duyduklarını duymaz. Asıl görmek farkındalıksa ve asıl duymak duyumsamak/ hissetmekse…

İçinde yaşadığı evrenin bütününü veya parça parça unsurlarını çoğu zaman “hayat meşgalesine”, “geçim telaşesine”, “gelecek kaygısına” odaklanmasından dolayı “hiç düşünmeden” siler atar. O da bir şey mi? Bütün bu manzaranın ardındaki gerçeğe de hayatının kıyılarına, köşelerine, görmeyeceği yerlere, mahzenine veya tavan arasına koyduğu bir şey muamelesi yapabilir. Odaklandığı şey amaçlaştırdığı şeydir. Amacını diker ve çevresinde döner durur. Unutur çevresinde dönenleri… Merkezinin kendisi çevresindeki mütevazı tavafını görmezlikten gelir.

Sorun değil. Eline kitap verilir. Alırsa… Unuttukları hatırlatılır. Silkelenmesi, titreyip bir kendine gelmesi umut edilir.

Beklenir. Hep beklenir insan.

Ne güzeldir. İnsanın hep bir bekleyeni vardır.

Yaratan onu “akşam oluncaya”, ömrünün sonuna dek bekler.

Elindeki Kitab’ının Şems/ Güneş suresinde ona artık göremez olduğu hakikat, görebildiklerinden yola çıkılarak hatırlatılır. İnsanın görmediği sadece gayb değildir. İnsan görüneni bile görmemektedir.

Güneş mi? Aman Allah’ım, hemen her gün doğmaktadır. Her gün. Bıktırasıya. Disiplinli memur. Mecbur.

Ay da kendince eksilerek ve artarak kendi yolunda yürür. Bazen gözüne takılır işte. Hüzünlüyse, bir çay içiminde, belki bir deniz kıyısındayken, daha çok âşıkken… Veya nadiren efkârlıyken. Şiirlerde geçiyor en çok da. Ay ışığı sevdiğinin gözlerine sızıyor-muş mesela…

Güneşin serdiği gündüz, insan için oradan oraya bir telaş, iş yerini erken açmak, müşteriyi kaçırmamak; mesai, kalabalık, alışveriş, çek-senet-borç-harç, yoğun  bir iş günü, pazartesiyse “sendrom” gibi şeyler anlamına gelir. Gündüzün bir armağan oluşu, bu armağanı uzatan aşikâr veya sırlı zincirleme kaynaklar, bu yaşam imkânını bahşeden güneşin kendisi ve onun hakikati gündemden çıkıp gider. Daha yansımayı düşünemeyen, yansımanın ilk, görünen kaynağını ve o kaynaktan da geçerek son, asıl kaynağı göremez.

Ne şeyler vardır. Ne şeylerin hakikati…

Bütün sorun düşünmeyiştir. Belki düşünemeyiş.

Kitap düşündürmek için vardır. Allah düşündürür. Dostudur insanın çünkü.

Düşüncesizlik, düşünemeyiş, dalıp gitme, unutma insan oluştur fakat aynı zamanda olamayışın biricik olumsuz nedenidir ve bu nedenden sıyrılarak bulur insan kendini.

Yeniden.

Çünkü eğer bulmazsa, kendi de kaybolacaktır. Nihai kaynakla “göbek bağını koparıp” kendini ilahi rahimden düşürüşü, bir anlamda aslını unutuşu kendisinin de unutulması sonucunu getirecektir.  

İşte adını güneşten alan Şems/ Güneş suresi, tıpkı diğer pek çok surede olduğu gibi insanı yakınından uzağına, ipuçlarından sırrın kaynağına çağırır ve gerçekçi bir dokunuşla onun bakış açılarını kaynağına açar.   

Güneşi ve onun aydınlık veren parlaklığını düşün,     

Ve güneşin ışığını yansıtan ayı!

Dünyayı gün ışığına çıkaran gündüzü düşün ve onu karanlığa boğan geceyi!   

Gökyüzünü ve onun harika yapısını düşün 

Ve yeryüzünü, onun uçsuz bucaksız genişliğini!   (1-6)    

Güneşi düşünmek, bu yaşam alanını bütün imkânlarıyla bize armağan edeni düşünebilmektir. İşine düşkün disiplinli bir esnaf gibi en erken evreni açan güneş orada, her sabah düzenli bir şekilde mesaisini gerçekleştirip evrensel vazifesini yerine getiriyorsa, bu aksamayışın, bu istikrarın ardında bir amaçlılık, has bir “heyecan” olmalı demektir, güneşi düşünmek. Nihayet bu devasa, bu hiçbir insanın başa çıkamayacağı olağanüstü düzenin ardındaki Güç’ün karşısında “E ben de bir şey yapmalıyım?” veya “peki ben ne yapmalıyım?” cümlesini kurabilmektir güneşi düşünmek.

Güneşi düşünmek; herhangi bir konuda görünenlerden yola çıkarak görünmeyene, asla, nihayete, kaynağa ve en son noktada Asl’ın karşısında duruş biçimine karar verebilmektir. Güneş, hangi konu olursa olsun o konudaki hakikat aydınlığına erişip içinin sıcacık; barışık, mutlu, neşeli oluvermesidir. Hayatının güneşli bir gün olmasıdır güneşi düşünmek.


Rabb kelamında/ konuşurken, in-sana seslenirken söyleyeceği önemli cümleye yavaş yavaş alıştırır. Bunun için evrende kısa bir gezintiye çıkarır, güneşle, ayla, gökle, yerle fakat bu defasında farkındalık gözüyle dolaştırır.

Ya da “Hangi mekânda olursan ol, herkese, her şeye sıcakkanlı ol, güler yüzlü ol, merhametinle, şefkatinle sar, ısıt, sev” gibi emrivakileri içinde taşıyarak yaşamaktır güneşi düşünmek. Güneş gibi yaşamaktır en nihayet.

Geceyi, gökyüzünü, yeryüzünü de düşün! Yaşarken seni saran her şeyi gözlemle, irdele, ara, sor, farkına var, anlamını kat hayatına ve onlarla birlik olarak gücüne güç kat, der Şems suresi devamında.

Gece insanı derinleştirdiği kadar “Entrikacı olma, saklı işler peşine düşme” de der. Gökyüzü de belki “Kimseye yaslanmadan dik dur, kendi başına ayakta kalmayı, kimseye yük olmamayı öğren, duru ol, sade ol, ferah ol” der. Kimbilir düşünen için daha neler söyler.

Bütün bu düşüncemeler önemli bir cümlenin yaklaştığına işarettir.

Bakalım Rabbi ne diyecektir bu defaki muhabbetinde?

Rabb kelamında/ konuşurken, in-sana seslenirken söyleyeceği önemli cümleye yavaş yavaş alıştırır. Bunun için evrende kısa bir gezintiye çıkarır, güneşle, ayla, gökle, yerle fakat bu defasında farkındalık gözüyle dolaştırır. Sonrasında kısa bir sessizlik…

İnsan benliğini düşün ve onun nasıl yaratılış amacına uygun şekillendirildiğini ve nasıl ahlaki zaaflarla olduğu kadar Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle de donatıldığını! Her kim benliğini arındırırsa, kesinlikle mutluluğa erişecektir. Onu [karanlığa] gömen ise hüsrandadır. (7-10)

İnsan, yaratılış amacına uygun şekillendirilmiştir. Çift kutupludur. Ahlaki zaaflarla olduğu kadar sorumluluk bilinciyle de donatılmıştır. Nefsini arındıran kurtulur. Arındırmayan da batar.

İnsan, sen ve ben, biz hepimiz; baban, annen, dedelerin, ninen, iki sokak ötedeki veya üst kattaki arkadaşın böyle çift kutuplusun-uz. Kompleks bir yapıdasın-ız. Karmaşıksın-ız. İnsan olma yetiniz de var olmama da… Bedensel ihtiyaçların, seni de rahat bırakmayan yaramaz çocukları andıran dürtülerin, duyguların, düşüncelerin, edip eylemelerin birbiriyle bağlantılı oldukça karmaşık bir düzenlilikle, aslında insan olma amacını gerçekleştirebilecek bir potansiyel yüküyle var edilmiş. Hem ten kabınız ve hem içindeki o tanımlanamaz akışkanlık; ruh buna kurgulanmış ve bunu gerçekleştirebilecek şekilde donatılmıştır.

E iyi ne güzel!

Fakat aynı zamanda tamı tamına eğri, yanlış, kötü, iğrenç bir hayatı ve işleri yapabilecek bir potansiyeli de yüklemiş insana, insanı var eden…

Eyvah! Neden ki? Melekler gibi olsak ne iyiydi. Böyle kendimizle süregelen bir iç savaşa neden atıldık ki. Neden vicdanımız biteviye bir savaşa meydanlık yapmak durumunda kalsın ki?

İnsanda var olan yanlış davranma karar ve gücü, yine onda var olan doğru davranma karar ve gücünü anlamlı kılan biricik karşıttır. Onun yaptığı bir iyilik, tam aksi bir kötülük yapabildiği halde yapmayışıyla değer bulur. Gerçekleştirdiği bir güzellik, gerçekleştirme gücü olduğu halde gerçekleştirmeyi seçmediği bir kötülük karşısında gerçek yerini, değerini bulur ve var olur.

İnsanın iyide ve güzelde var oluşu, kötüde ve çirkinlikte olmayışına kıyas tablosunda asıl rengine ulaşır.

Her insan iki insandır. İkiden biri olmak için var edilmiş iki ayrı insan… Tamamen iyi, tamamen kötü olarak tam ortadan ikiye ayıramaz kendini. Kimse kendisinin biricik celladı olamaz. Ayıramayacaktır. Fakat hep ayırmaya çalışmakla, o çabasının hangi yana düştüğü ile kendisini ayırt edecektir. Kendisini diğerinden ayırdığında kendisiyle kalmayı tercih eden yanı, işte asıl kendisi, seçtiği kişilik giysisi, kimliği o olacaktır.

İnsan seçmektir. Tercihtir insan.

Evine ekmek getirir. Sorumsuzun tekidir getirmez. Büyük büyük çalar. İyi giyinerek, markalı ve sükseli maskesini takarak güpegündüz çalar. Daha çok, daha çok kazanmak için sömürür. Gökdelenlerde oturur. Veya pencereden seyrederken sadece araba tekerleklerini ve ayakkabı çeşitlerini görür. Ya da akşama kadar merdiven altında, basık bir mekânda, karın tokluğuna, en fazla bir televizyon dizisine, ayda bir kilo ete, ucuzluklara maruz kalarak ama çalmadan yaşar. Üçüncü arabasının markası çabuk eskir. Veya “Eskiciii…” diye sokaklarda dolaşırken dilenciye lira uzatır. Simit satar, artanları güzelce paketleyerek komşularıyla paylaşır. Onuncu evindeki kiracısının keyfi artırdığı kirayı fazla bulması yüzünden çıkardığı huzursuzluğu haksız bulur. Tersi de var. Her şey mümkün. Küçük büyük, bir tercih izdihamıdır dünya.

Okur. Okumaz. Düşünür. Hiç düşünmez. Bir çocuğa kalemlik armağan eder. Bir çocuğu sokakta dilenciliğe zorlar. Veya çocukları bombalar. Küçücük bir kız çocuğunun yanına -yetmişindeyken üstelik- tutar kendisini damatlığa yakıştırır. Yusuf olur nadiren sevdiğine aşkını bile diyemez. Daha lisedeyken görmüş geçirmiş bir kadın gibi giyinir, süslenir; cinsel cazibelerinden ibaret bir halde safi cilve, kur, bildiğin kadın olarak çıkar sokaklara gencecik bir ağaçken, ilkbaharken daha… Pekâlâ, âşık olacakken ve kafelerde naz kapris yapacakken ülkesi için, toplumu için bir şeyler yapmalıyım kaygısıyla oradan oraya koşar veya. Ağlar geceleri satırların içine…

Ya da “herkes” der, “ben gibi düşünecek, tıpatıp, aynı düşünecek. Yoksa yaşatmam!” der insan. Yine “herkes dilediği gibi düşünmekte ve yaşamakta hürdür, yeter ki birbirimize zarar vermeyelim” der.

Gündelik yaşamı dedikoduya, polemiğe de çevirir; huzura, sükûnete de. Dini samimiyetsizliğe, tutup kültürü saçmalığa, salt folklora, sanatı soysuzluğa, medyayı yalana dolana, siyaseti entrikaya, sesini duyurmayı talana, yıkıma çevirebilir. Tam tersi nitelikli muhabbetleri, soylu ve medeni gelenekleri, belki de Rabbine hayranlığını cezbeden sanatı, dosdoğru bir medyası (bunu düşünmekte zorlanıyorum), saygıdeğer bir siyaseti gerçekleştirebilmesi ve sesini en güzel içerik ve üsluplarla duyurması da mümkündür.

Bir dişi devenin hunharca boğazlanması, hamile bir koyunun veya ineğin, verimli bir toprağın, meyveli bir ağacın, tomurcuklu bir çiçeğin, üretecek bir insanın üretiminin önüne yapay engeller koymak; sıkboğaz etmek, tabii üretkenliğinden ayırmak, onu yok etmek, boğazlamak demektir.

İnsanın elinden her şey gelir. İnsan olması da olmaması da…

Şefkat de şiddet de… Barış da savaş da…

Şereflilik de  şerefsizlik de…

Ve işte tarihten bir örnek; Semud topluluğu. Tabii olanı ve tabii üretim kaynakları ve ürünlerini hunharca tüketen, yok eden talan topluluğu…  

SEMÛD kavmi kaba bir küstahlıkla [bu] hakikati yalan saydı. İçlerinden en onulmaz azgınları, [zulüm yapmak için] ileri atılırken, Allah'ın Elçisi onlara: "Şu dişi deve Allah'ındır, öyleyse bırakın suyunu içsin [ve ona bir zarar vermeyin]!" demişti. Ama onlar Elçi'yi (hiçe sayıp) yalanladılar ve deveyi vahşîce boğazladılar; bunun üzerine Rableri, bu günahları yüzünden onları yıkıma uğrattı ve tümünü birden yok etti. Çünkü [onlardan] hiç biri başlarına gelecek şeyin korkusunu taşımıyordu. (11-15)

Semud toplumuna gönderilen Salih peygamber halkını ahlaken arınmaya çağırdığında bir de “dişi deve”yi mucizevi ilahi bir armağan olarak halkına sunmuştu. Bir halk adamının tabii üretim kaynaklarını kamu yararına açması gibi...  Ancak halkı, Salih (as)’in kamu yararı adına ortaya koyduğu dişi deveyi hunharca öldürdüler. Onlar verilen hayat armağanlarını insanlık ortak amacında kullanarak yaşamı güzelleştirmeyi tercih etmediler.

Bu tarihi gerçek bir hikmet adına anlatılır. Semud toplumunun dişi deveyi hunharca öldürmesi olayının ışığında; tarih boyunca ve şimdi insanların, hem Allah’ın yarattığı, tabii yaratım yasalarıyla oluşmuş hem de halktan değerli insanların halk yararına ortaya koyduğu/ ürettiği kamu yararını bilinçsiz kullanımı ve talanıyla hunharca yok ettiği düşünülebilir.

Tabiatın bütün imkânlarıyla insan tarafından tahrip edildiği bu kıssadaki şiddete örnek olabilir. Sözgelimi halka açılması gereken alanların servet sahiplerince cüretkâr gaspı veya daha basit bir örnek olarak halk yararı için düzenlenen piknik alanlarının veya sahil parkların bilinçsiz kullanımını buna örnek verilebilir. Ya da doğru bir amaç ve doğru bir süreçle oluşturulmamış bir/ her teknoloji; insanın doğal dünyadan -bir bebeğin anne emziğinden ayrılması gibi- ayrılmasından ibarettir. Teknoloji ayrılıktır.  Bu durumda doğal olan her şey “boğazlanan dişi deve” konumundadır. Bir dişi devenin hunharca boğazlanması, hamile bir koyunun veya ineğin, verimli bir toprağın, meyveli bir ağacın, tomurcuklu bir çiçeğin, üretecek bir insanın üretiminin önüne yapay engeller koymak; sıkboğaz etmek, tabii üretkenliğinden ayırmak, onu yok etmek, boğazlamak demektir.

Şems/Güneş’e, hayatımızın biraz daha hakikatine yol aldıksa da, Allah ile muhabbet nihayetsizdir.