İnsan: Sen, ben.
Yerle gök arası bir gelgitlinin teki... Hem çok iyi olabilecek, mükemmel olabilecek bir kapasitesi olan. Hem de tam tersi aşağılık olabilecek bir kapasitesi olan...
Sure incirin, zeytinin yetiştiği bölgeleri, vahyin doğum yeri olarak yoğunlukla seçtiği ve dünyaya seslendiği mekânları, yoğunlukla Mezopotamya’yı, yeşil hilali serer öncelikle hayalimize.
İncir ağacının, zeytin ağacının… Ağaçların gölgesinde yapılan bir muhabbettir bu. Adının anlamı da incirdir bu yüzden. Başlarken incirin, zeytinin bolca yetiştiği Akdeniz kıyıları, eski medeniyetler bir ırmak gibi akar önünden insanın. Elçiler gelir. Elçiler geçer “La ilahe illallah; başka bir varlık değil, yalnızca Yaratıcı verebilir hayatın anlamını…” diyerek bir bir o topraklardan.
“İnciri ve zeytini düşün…” İncir ve zeytinin hemşehrilerini düşün. Oralara indirilen ilahi öğretileri… O öğretilerin halce ve dilce temsilcilerini ve onlara hayat hakkı tanımayanları. Yaratanın karşısına dikilenleri… Barışçıl ve savaşçıl insanları… Bir düşün.
Kendi çıkarlarını büyüten süperlerin, masum halkların, bebek halkların kanına nasıl da girdiklerini bir düşün.
Kanına girmeden daha anını, yaşamını, kimliğini, kültürünü, dilini, oyuncağını, mamasını bile nasıl talan ettiklerini de düşün.
Hangi süslü biçimin, hangi kisvenin, hangi imajın ardına, hatta hangi dini söylemlerin ardına saklanarak aşağılık bir hayat sürenleri de düşün. “Allahu ekber!” diyerek kan dökebilenleri de…
“Sina Dağını ve bu güvenli toprakları düşün…” Anlamın indiği, insanın çıktığı kürsülerden biridir Sina da. Dağlar öteden beri Kelam’ın kanatlarını eğleyip konakladığı, konduğu kürsülerdir.
Sina dağında Allah’la buluşan Musa (as) anılır. Sonra güvenli topraklar; Mekke anılır.
Güven içinde yaşanılan her yer… Mekke’de aynı hakikati dillendiren son peygamber ve adı geçmeyen nice hakikatli insanlar... Onları karşılarına almayanlar. Muhatap olmayanlar. Karşıt belleyenler. Şiddet yanlıları. İnsanlık düşmanları. Kinciler. Kancılar…
Güvenli topraklar ifadesi; güven ve barış içinde bir dünya özlemidir.
Bu ifadeden kastedilen şey, özelde Mekke ise de, genelde Tevhid’in, bir başka deyimle birlik içinde çoklu kaynaşmanın merkezi temsilcisi mabede evrensel yönelişi ve o inançta halkalanan tüm halkların özgürlük umududur. Her ne kadar çoğunlukla bir hayal, bir umut olarak kalsa da...
Hatta ‘güvenli toprakları düşün’ ifadesi; özelde inananların imanlarını serbestçe İslam’a dönüştürebildikleri, genelde de bütün insanların inançlarını yaşayabildikleri tüm dünya topraklarına gelecek barışın umududur. Dünya bütün inançların yaşanabildiği güvenli mekânlar bütünü olmalıydı/olmalıdır…
Fakat ne yazık ki bu topraklar, bu dünya öyle her daim güvenli olmamıştır. Tarih, geçmiş ve güncel olaylarıyla geçmekte olan zaman/mekân, -an be an- ve ‘karış karış’ buna tanıktır.
İnsanın çamurluluğu yıldızını, parıltısını yere sermiştir. İçindeki mavisi karaya çalmıştır. Ah insan işte böyledir. Havalı bir toprak! Çamurlu yağmur. Zehirli çiçek. Kötülüksever iyi, iyiliksever kötü! Bazen tamamen iyi. Bazen tamamen kötü. Kimi zaman çok kötü, az iyi. Kimi zaman az kötü, çok iyi… Kararsız kararı olan bir bünye. Zayıf olma gücünü barındıran, güçlü olmanın zafiyetini yaşayan biri işte. İnsan…
Taşmış meğer o ılık ışıltılar. Kırık bir hayalmiş insan-lık…
Düşün bütün bunları… Yeniden ve daima.
Sina Dağında bir insanın ahsen-i takvimine, zirvesine erişini... Musa adında birinin, Biriciği ile muhabbetini düşün… Bir kelimenin arayışını ve cümlesiyle buluşmasını düşün.
Bir de Firavun’u düşün: Dünyaya kazıklar çakanı… Esfele safilin zırvasına çakılanı.
Muhammed (sav)’i düşün: Herkesle herkes olabilen yüce gönüllülüğü. Güvenli topraklar’ından, memleketinden sürülüşünü…
Bir de Ebu Leheb’i düşün: “Beni başkalarıyla eşitleyen bu din/yaşam algısı kahrolsun!” diyeni aşağılık kibri…
“Gerçek şu ki biz insanı en güzel şekilde yaratırız. Sonra onu aşağıların aşağısına çeviririz.”
Öyle görülüyor ki; surede anılan mekânlar başta olmak üzere dünyanın bütününde insan, çift kutuplu yaratılışını olanca gücüyle kanıtlamıştır. Bu incir ve bu zeytin ağaçları, bu verimli güzelim memleketler, bu dağlar, bu yollar, bu barbar uygarlıklar ve nadiren medeniyetler, bu kent meydanları ve mezarlar… Bu dünya, bu tarih insanın standardını bile aşan çifteliğine, tekerrüren tanık oldu. İnsan hem aynı tenin, aynı kabın içinde; hem ayrı ayrı tenlerde, kaplarda, suretlerde, biçimlerde, karakter ve kişiliklerde, hayatlarda; iyi, çok iyi, olağanüstü iyi olabildiğini veya kötü, çok kötü olabildiğini gösterdi. İnsan gücünü de güçsüzlüğünü de gösterdi. Son sınırına kadar haddini de hadsizliğini de… İyilikte ve kötülükte de, güzellikte ve çirkinlikte de; yücelikte ve aşağılık olmada nerede durabildiğini de, nerelere kadar gidebileceğini de.
Gösterdi!
Yerle gök arası bir çarmıhta yaşadı. Yaşar insan…
Biraz gök, biraz yerdi. Göktür ve yerdir insan.
Biraz bulut kokusu, biraz çamur lekesi...ydi. Çıktı ve battı, çıkar ve batar insan.
İkisinden hangisi olduğunu bildi. Bilir insan.
Kendi içinde bir çatışma ile doğdu. Çatışmada içindeki canlardan birini vurdu. Vurur insan.
Çift benlikli doğar ve bu çiftleşmeden birini daha baskınlıkla doğururken diğer tekini öldürür. Ya iyilik baskın yaşar. Ya da kötülük… Ne öldürüp ne güldürdüğü de vardır. Ne tam iyi ne de ta kötü olabildiği…
"Yaratılış amacına uygun şekilde"dir işte.
Daimi bir benlik meydanında, aslında bir kendiyle savaştadır.
İnsanlar öz ve biçimsel donanımlar açısından aynı güzelliğe sahip değildir. Doğuşundan ve doğduğu ortamından aldığı özellikleri en iyi şekilde kullanabilecek bir yetenekle var edilmiştir. Fakat canı ister iyilikte ve güzellikte kullanır. Canı ister kötülükte ve çirkinlikte kullanır. İster ahsen / en iyi olur; ister esfel / en kötü olur. Kötünün iyisi, iyinin kötüsü de var… Çeşit çeşit dereceler alır yaptıkları, yaşadıklarıyla… En son kişilik ibresi nerede, hangi çizgide durursa artık o odur. O çizgi onun alın çizgisidir. Yalın ve net. Neyse o!
Hem vehb hem kesb’tir insan.
Fakat işte,
“İman edip doğru ve yararlı işler yapanlar hariç… Onlar için kesintisiz bir ödül vardır! Öyleyse, ey insan, nedir bu ahlaki değerler sistemini yalanlamana yol açan? Allah hükmedenlerin en adili değil mi?”
Bir zeytin alsın ağzına şimdi insan, bir incir ağacının gölgesine otursun da Tin suresini ağlaya zırlaya damarlarına doğru okusun dursun. Ne kadar zirve çıkar kendisinden ve ne kadar zırvalamıştır hayatta. Onu düşünsün.
Ne yani Allah bu çekişmeli ilkelliğe mükemmel bir yol çizmemiş mi? Düşün/sün.
Allah’ın sözlerini, hayata kattığı anlamı beğenmemiş mi? Hoşlanmamış mı Yaratıcı’nın hayat kanunlarından?
…
Güzeldir, fakat zeytinin dalı da meyvesi de... İncir desen o da keza.