Kuvveden Fiile İyi Kalpli Medine

13 Aralık 2018

Sıfırdan başlamış olsaydık bir şehir nasıl inşa edilebilirdi. Bu soru hegemonyacı bir zihnin ürünü olsa gerek. Siz yokken illa ki birileri vardır oralarda. Hiç yoktan yeni baştan insan ve toplum yaratma iddiası, insanın daha önceki birikim ve geçmişinin bütünüyle yok sayılması esasına dayanıyor. Peygamberimizin Medine’yi oluştururken izlediği yöntemde toplumdaki hayırlı adetleri ortadan kaldırma, insanların geçmiş tecrübelerini sıfır görme gibi bir yaklaşımı olmaması, İslami yaşam pratiklerinin yeni kuşaklara rahmetle aktarılmasını sağladı. Bu yanlışların onaylanması değil, doğruların sürdürülmesi ve hürmet görmesidir. İnsanları sürekli aşağılamak, sen diliyle itham etmek ayetteki gibi sonuçlar doğurur çünkü:  “Allah'ın rahmetinden dolayı, sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı kalpli olsaydın, şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi. Onları affet, onlara mağfiret dile, iş hakkında onlara danış, fakat karar verdin mi Allah'a güven, doğrusu Allah güvenenleri sever.” (Ali İmran, 159)  

Şehir, nüfusun çoğu ticaret, sanayi, hizmet ya da yönetimle ilgili işlerle uğraşan genellikle tarımsal etkinliklerin olmadığı yerleşim yerleri olarak tanımlanır. Bu toprağın reddi anlamında değildir. Medine her zaman tarımın da kıymetli olduğu, kurgusunda hayvanların otlaklarına neredeyse ayrıcalık tanınan bir şehir oldu. Modern Avrupa şehirlerinde şehrin biraz kenarlarında evin arka tarafında çizmesini giyip tarımını yapan, ata binen, ön tarafa çıkınca arabasına binip şehrin her türlü etkinliğine katılan insanlar öyle çok ki. Toprakla uğraşan insanlar şehrin imkânlarının tamamen dışında, kitapların, sanatın, kültürel sosyalleşmenin tamamen uzağında olacaklar diye bir kaide yok.   

Kendi halinde bir kaos şehri olan Yesrip nasıl Medine oldu. İslam’dan önce nasıl bir yapı vardı. Bir şehir ki Mekke’nin itibarının gölgesinde, yönetim bütünlüğünün ve hizmetlerinin sağlanamadığı konumda. Yağmur yağdığında etrafındaki vadilerden gelen sel basıyor ve uzaklardaki dağlardan inen suları bile engelleyecek tedbirlerden yoksun. Öte yandan bereketli mümbit ve ziraata elverişli. İslam öncesi Arap Tarihi kitabında Şemsettin Günaltay, buradaki Arap halkının orijini olarak Amalikanlılardan söz eder. Babil çevresinde yaşarken kulenin yıkılmasıyla Hicaz’a göç etmiş, oradan Orta Doğu’ya yayılırken Yesrip’in ilk yerleşimcileri olmuşlar. Kibirlenip haddi aştıkları için Hz. Musa’nın onlara savaş açtığı söyleniyor bazı kaynaklarda. Sonra Hz. Musa’nın askerleri olarak savaşmak için gelip buralara yerleşen Yahudiler iktidarı ele almışlar. Çok eski dönemlerin kesin tarihine ulaşmak hiç kolay değil, bu rivayetlere ve köken arayışı içinde olan bir halkın kanıtlanamayan menkıbe ve hikâyelerine ihtiyatla yaklaşmak lazım diyor Medine’de Sosyal Hayat başlıklı yayınlanmış doktora tezinde Fatma Betül Köse. Sonuçta Mekke’de İslam ortaya çıktığı sırada Medine’de putperest Araplar ve vahye dayandıklarını söyleyen, Hristiyanlığı dışlayan Yahudiler vardı. Cahiliye Arapları da belli günlerde oruç tutar ve Hac mevsiminde Kâbe’yi tavaf etmeye gelirlerdi. Medine’nin İslam öncesi demografik yapısını, birbirine karışan kökenleri bu konuya yoğunlaşan çalışmalarda bulmak mümkün. Mekke’den hicret eden sahabeler geldiklerinde burada Peygamberimizin soyundan insanlar da yaşıyordu ve şehirde kaotik de olsa, kendine özgü ekonomik ve sosyal bir düzen, belli kurallarla işleyen pazar anlayışı vardı. Demircilik, kuyumculuk yapan ziynet eşyası tasarlayan, silah üreten, mümbit arazilerde tarım yapan Yahudiler, kendilerini ehli kitap olarak putperest Araplara üstün görür fakat dini telkinle uğraşmazlardı. Arapların Musevilikten uzak kalışında, Yahudilerin inançlarını milli bir duruşa, ırka bağlı aidiyete indirgemiş olmalarının etkisi büyük. Yesrip’te Hristiyanların bulunmamasının ise birçok sebebi var. Yemen’den çeşitli ihtilaflar yüzünden göçmek durumunda kalan ve Yesrip’in Arap gövdesini oluşturan Evs ve Hazrec kabileleri arasındaki anlaşmazlıklar büyük bir hüsran ve bezginlik yaratmıştı. Duruma Yahudiler de müdahil olup kabileler arasında taraftarlık yaptılar.  Yıpranan Araplardan bir heyet Mekke’de büyük bir tehdit altında bulunan Peygamberimizle görüşüp, onu şehirlerine göçmeye davet ettiklerinde, bu gerçekleşirse, aileleri parçalamaya kadar varan husumetlerin son bulacağını şehirde bir uzlaşı ve barış havasının eseceğini umdular. Şehirde huss, kubbe tipi evler, çadır özelliği olan meskenler, kale ya da köşke benzeyen utum adlı yapılar vardı. Utum adlı kale tipi evler boşuna değildi,  insanlar sürekli savaş ve güvensizlik içinde olunca bu çareyi buldular. Bu muhkem evleri şimdiki zamanın korunaklı siteleri gibi düşünmek mümkün. Zamanın ruhuna uygun biçimde halk, köleler hürler ve mevaliler(azat edilmiş köleler) olarak üçe ayrılmıştı.  

Peygamberimiz elbette bir zihniyet devrimi gerçekleştirdi, kibrin eşitsizliğin ve üstünlük iddialarının cari olduğu yapıyı derinden sarstı, fakat İslam öncesi kültürü baştan sona silmek ve insanları hiçe saymak gibi bir usulü benimsemedi hiçbir zaman. Farklı kökenlerden gelen Müslümanları kaynaştırmak, sosyal tabakalaşmaların kibrini aşmak ve eşitliği sağlamak için selamlaşma, yardımlaşma, mescitte eşitlikle bir araya gelme, her kesime bir vesileyle itibar kazandırma, akrabayı ziyaret etme gibi toplumu ayakta tutacak tutumlar teşvik edildi.

Yesriplilerin Mekke’de Peygamberimizle görüşmesinin hicretin ilk adımı olduğu söylenebilir. Zaten yakın zamanlarda bir peygamber zuhur edeceğini Yahudi din adamlarından öğrenmişlerdi. Bir devir açılacağı zaman tarihi olaylar toplumsal kırılmalar nasıl da üst üste geliyor. Peygamberimizin iman edenlerle birlikte Mekke’de ağır koşullara mahkûm edilmesi, yaşadığı hayal kırıklıkları ve tebliğini dış dünyaya ulaştırma ihtiyacı, Medine Araplarının huzur arayışı, Yesriplileri İslam’a davet etmesi için gönderilen Mus’ab bin Ubeyr ve İbni Ümmi Mektum’un büyük başarılar kaydetmesi ve oralarda İslam’ı duymayan kimse kalmayıp birçok insanın davete icabet etmesi. Tebliğcilerle birlikte ertesi sene Hacca gelen yetmiş Yesripli Müslüman, Peygamberimizle 2. Akabe biatlaşmasını gerçekleştirirken, onu koruma sözü de vererek hicretin önünü iyice açmış oldular. Hicretten maksat sadece güvenliğe kavuşmak değil, emin bir beldede adil bir şehir yaşamını, hasılı Medine toplumunu oluşturmaktı.   

Sulh ve selamet yoksa şehir de yoktur. Bu yüzden ilkin putperest Araplarla Yahudiler arasındaki ihtilaflara, Arap kabileler arasındaki anlaşmazlıklara son verildi. Yahudilerle yapılan anlaşmada onların anlaşmalı oldukları insanlar da korumaya ve anlaşmaya dâhil edildi. Müslüman toplum kabilelere bölünmek yerine Yesripli yerliler olan Ensar ve Mekke’den gelen Muhacirler olarak iki ana nehirden oluşan hiyerarşiyle anılır oldu. Şimdi de çok ihtiyacımız olan birlik için iman ve akide birliği gerekliydi, bu ideal ancak kan bağının yerini din kardeşliği alınca gerçekleşebildi. Bu geniş ve kuşatıcı akide birliğinin gücüyle Medine Vesikası’na ulaşmak kolaylaştı. Birbirinden bağımsız hareket eden kabileler, inanç farklılıkları, heterojen etnik yapı, belli bir sisteme oturmamış idari durum. Bu kaotik durumun yol açtığı haksızlıklara ve emniyetsiz ortama son vermek üzere herkesin barış ve güven içinde yaşayabileceği ilkeler etrafında yazılan bir vesikanın bütün taraflara imzalatılabilmesi hala yolumuzu aydınlatıyor. Çok farklı etnisite, renk, inanç ve kültürden insanın ve toplulukların kimse kimsenin hakkını ihlal etmeden, bir hukuk çerçevesi içinde yaşayabileceğinin kanıtı olan vesika, insanlığın onur belgesi.  

Peygamberimiz elbette bir zihniyet devrimi gerçekleştirdi, kibrin eşitsizliğin ve üstünlük iddialarının cari olduğu yapıyı derinden sarstı, fakat İslam öncesi kültürü baştan sona silmek ve insanları hiçe saymak gibi bir usulü benimsemedi hiçbir zaman. Yüzyılların içinden süzülüp gelmiş alışkanlıkların geleneklerin, insanlıkla vahiyle çelişmeyenlerini arızalarını gidererek hayata katmaya desteklemeye devam etti. En hayati mesele muhacirlerin barınma ve geçim ihtiyaçlarının karşılanmasıydı. Cahiliye döneminde bir asabiye uygulaması olsa da muâhat yani kardeşleşme geleneği vardı. İki kişinin birbiriyle kardeşliklerinin ilan edilmesi. Kardeşleşme gelirin, evin, imkânların paylaşılmasının ötesinde kardeşlerin varis ilan edilmesini de getiriyor. Zamanla varis olma iptal edildiyse de bu kardeşlik yeni gelen mustazafların şehre ve yaşama tutunması için hayati bir başlangıç oldu. Farklı kökenlerden gelen Müslümanları kaynaştırmak, sosyal tabakalaşmaların kibrini aşmak ve eşitliği sağlamak için selamlaşma, yardımlaşma, mescitte eşitlikle bir araya gelme, her kesime bir vesileyle itibar kazandırma, akrabayı ziyaret etme gibi toplumu ayakta tutacak tutumlar teşvik edildi.  

Sulh ve selamet yoksa şehir de yoktur. Faziletli şehir ve toplum nefsin tezkiyesinden, estetik algının gelişmişliğinden, şehrin kalbi sayılan fazıl yöneticilerin geniş vizyonundan, temiz ahlakından geçiyor.

Şehre bundan böyle Medine denilmesi Peygamberimizin öneri ve arzusudur. Peki insanların şehrini evini toprağını özlemesi engellenebilir mi? Mekke gibi güçlü, köklü bir şehirden Medine gibi itibar ve düzen bakımından daha düşük profilli bir şehre bütün mülkünü, birikimini, hatıralarını bırakmış olarak gelen muhacirler mahzundu. Bu hissiyatı azaltmak ve manen gördükleri günden geri kalmamaları duygusunu vermek için Peygamberimiz Medine’yi de kutsal ve haram şehir ilan etti. Medine’nin tahrimi denilen bu durum muhacirlere güçlü ve ilkeli bir şehirde yaşama duygusu vermesi, geri dönme arzusunu azaltması bakımından çok olum neticeler doğurdu. “İbrahim Mekke’yi haram ilan etti, ben de Medine’nin iki haresi(ayr ve sevr dağları) arasını harem kılıyorum. Onun ağacını kesmeyin hayvanlarını avlamayın” talimatıyla şehir daha saygın bir statü kazandı. Şehirlerin fiziki koşullarından önce psikolojik dinamiklerinin oluşturulması ne kadar da ferasetli ve öncelikli. Şehrin ağacını kesmemek, hayvanına hürmet etmek nasıl da o beldenin itibarını yükseltiyor.  

Kalıcılık için tedbirler alınması zorunluydu. Yerleşim birimlerinin arasındaki geniş boşluklar doldurularak muhacirler yerleştirildi. Başkalarının evinde velev ki kardeşleşme ilan edilmiş olsun, ne kadar kalınabilir ki. Etrafı boş olan bir araziye yapılan ilk mescit merkez olmak üzere geniş bir iskân alanı oluştu ve sonunda bütünlüklü bir şehir profili ortaya konulabildi. Boş arazi tahsisleri ile sadece iskâna değil, ekonomik kurumlar için gerekli mekânlara da yer açıldı. Bu arada insanların ekip biçecekleri toprak hazine arazilerinden veriliyordu, fakat üretmek esas alınarak. Siyasi idare izin vermese de sahipsiz arazileri taşla çevirerek mülk edinenler vardı. Bunun kararlılıkla önlendiği görülüyor. Hz. Ömer toprağı işlemeyenlere toprağı ihya etmeden mülkiyet olamayacağını bildirmiş ve Medinelilerin işlemediği arazilere el koymuştu. Ölü toprakların onu ihya edene ait olacağı gerekçesiyle üç yıl işlemeyenin elinden alıp işleyene vermişti. Evlerin inşaatı belli bir plana tabiydi, bunun dışına çıkanlara müsamaha gösterilmeyip yıkılmaktaydı. Genişletme iznine tabi olanlar için de mevcut plana uyma koşulu vardı.

Farabi’nin çerçevesini çizdiği Medinet’ül Fâzıla’ya erişmenin o kadar da kolay olmadığını bilmemiz lazım. Faziletli şehir ve toplum nefsin tezkiyesinden, estetik algının gelişmişliğinden, şehrin kalbi sayılan fazıl yöneticilerin geniş vizyonundan, temiz ahlakından geçiyor.