Hz. Ebû Hüreyre dedi ki:
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e “En üstün amel nedir” diye soruldu; “Allah ve Resûlüne inanmaktır” buyurdu. “Sonra nedir” denildi; “Allah yolunda cihad etmektir” cevabını verdi. “Sonra hangisidir” diye soruldu: O da; “Mebrûr olan hacdır” buyurdu. [1]
عَنْ أَبِى هُرَيْرَةَ أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم سُئِلَ أَىُّ الْعَمَلِ أَفْضَلُ فَقَالَ « إِيمَانٌ بِاللَّهِ وَرَسُولِهِ » . قِيلَ ثُمَّ مَاذَا قَالَ « الْجِهَادُ فِى سَبِيلِ اللَّهِ » . قِيلَ ثُمَّ مَاذَا قَالَ « حَجٌّ مَبْرُورٌ
Ebû Dâvud’un Sünen’i hariç, Kütüb-i sitte’de yer alan ve Sahih-i Buhârî’nin sekiz ayrı yerinde geçen bu hadiste -görüldüğü gibi- sırasıyla iman, cihad ve hac-ı mebrûr “en üstün amel” olarak tanıtılmaktadır. Üstün nitelikli amellerin sorulduğu bu tür hadislerin hemen tamamında, iman ve cihad mutlaka zikredilmekte, bu ikisinden sonraki amel, durum ve şahıslara göre değişiklik göstermektedir. Yani biri dinin temeli ve başı diğeri din binasının çatısı ve zirvesi olan iman ve cihad, her sualin cevabında ifadesini bulmakta, sonrada o binanın içindeki kişiye ve imkânlarına göre üçüncü sıradaki en üstün amel bildirilmektedir. Bu değişiklik asla bir çelişki değildir. Aksine hastalara öncelikli reçeteler yazmak kadar tabiî ve gereklidir. [2]
Bu yazıda, hadisimizde yer alan hac-ı mebrûr'dan söz etmek istiyoruz.
Hac
Zengin müslümanların ömürde bir kez yapması gerekli olan hac, hadisimizde mutlak olarak değil, mebrûr sıfatıyla zikredilmiştir. Binâenaleyh onun "en üstün amel" diye tavsîfinde bu sıfatın önemi büyüktür. Daha açık söyleyecek olursak, burada üzerinde durulması gereken anahtar kelime "mebrûr"dur.
Mebrûr, makbul, me'cûr, gereklerine uygun olarak yerine getirilmiş, günah ve isyan karıştırılmamış, sonrası, öncesinden daha iyi, zulüm ve ihanetten arındırılmış, ihlas ve samimiyetle sırf Allah için ifâ edilmiş olan anlamlarına gelmektedir. Hemen işâret edelim ki konu, önemine binâen, İmam Buhârî tarafından "Hac-ı mebrûrun üstünlüğü" adıyla açılmış özel bir başlık altında değerlendirilmiştir. [3]
Saydığımız anlamları içinde hacc-ı mebrûr "en üstün" amellerdendir. Böylesi bir haccın karşılığı bir başka hadîs-i şerîfte belirtildiğine göre, başka değil, sadece cennet'tir. [4] Herhalde bu müjdeyi veren hadis, mebrûr hac yapanın mutlaka mükafatlandırılacağını, günahlarının affedilerek cennete girdirileceğini ifâde etmektedir. Zaten ahkâm, evsâf ve âdâbına riâyet edilerek ihlas ile yerine getirilen haccın geçmiş günahlara keffâret olduğu Peygamber Efendimiz tarafından bildirilmiştir:
"Kötü sözler söylemeden ve günah işlemeden hacceden, anasından doğduğu gündeki gibi günahsız olarak (memleketine) döner." [5]
"İslâm, hicret ve hac, geçmişin günahlarını yok eder!" [6]
"Umre ve hac, fakirlik ve günahları; körüğün kömür, altın ve gümüş tozlarını temizlediği gibi ortadan kaldırır!" [7]
Ancak unutulmamalıdır ki haccın mebrûr olması, daha çok hac sonrasında görülen müsbet tavır ve davranışlarla ölçülmektedir. O halde bu tür davranışların sürekliliği, hacdan beklenen ferdî ve sosyal faydanın temini bakımından çok önemlidir.
Bir Çeşit Cihad
Hadisimizde iman-cihad-hac üçlüsünün zikredilmesi bu üç üstün amel arasında eylem ve hüküm bakımından bir cihad alâkası olduğuna işâret etmektedir. İman'a amel denmesi; onun aktif bir temel unsur ve bütün amellerin itici gücü ve değer ölçüsü olduğunu; hatta imanın "kalbin ameli" niteliğiyle duygulara karşı açılmış bir cihad anlamına geldiğini hatırlatmaktadır. İman, yalnız başına en büyük cihaddır ve bunun için her şeyden önde gelmektedir.
Cihad, bütün imkânları iman gereği olarak Allah yolunda fedâya hazır olmanın fiilen isbatıdır. Bu yüzden dinde zirve ve ameller içinde en yüksek bir mevki ve konuma sahiptir.
Hac ise, içinde kıtâl, çarpışma bulunmayan cihaddır. Hz. Aişe validemiz; Hz. Peygamber’in, kadınlar için "çarpışmasız cihad vardır: hac ve umre!"[8] buyurduğunu bildirmektedir. Yine bir başka hadiste kadınlar için "Hac ne güzel cihaddır!" buyurulmaktadır.[9]
Güçsüzlüğünden ve korkaklığından yakınan bir sahâbiye Hz. Peygamber;
"Güç-kuvvet ve kahramanlık istemeyen cihada, hacca gel, katıl!" buyurmuştur. [10] Bir hadiste de "Yaşlı, güçsüz ve kadınların cihadı hacdır" [11] ifâdesi bulunmaktadır.
Topyekün Ümmetin Cihadı
Bu hadislerden haccın aslâ zayıflar, yaşlılar ve kadınlar için meşru kılınmış olduğu anlamı çıkarılmamalıdır. Bu hadislerde haccın, sayılan gruplar için, "cihad" nitelik ve fedâkarlığını gerektirdiği vurgulanmaktadır. Aslında bu tesbitler, haccın topyekün ümmet için kıtalsiz bir cihad, yani soğuk harb demek olduğunu ve herkesin bu soğuk harpte yerini alması gerektiğini ifâde etmektedir.
Bilinen bir gerçektir ki, mücâhede, mukâtele'den daha umumîdir. Mukâtele, mücâhedenin bir bölümü, belki en son uygulanacak en zor ve tehlikeli kısmıdır. Ama bu noktaya gelinceye kadar yapılacak sayısız cihad hareketleri vardır. Hac, bunların dünya çapında büyük bir kalabalık tarafından uygulanan çeşididir.
Tevhid-i İctimâî
Haccın cihad niteliği taşıdığı kesindir. O dünya çapında bir sosyal birlik hareketi, uygulaması yani bir tevhid-i ictimâî'dir.
Askerî ifâdeyle söyleyecek olursak hac, İslâm milletlerinin senede bir kez birlikte gerçekleştirdikleri çarpışmasız cihadın, anfibik harekâtıdır.
Müslümanların tek emir ve komuta altında toplanacaklarını ve dünya çapında güç birliği yapacaklarını fiilen isbat eden hac, propaganda açısından da son derece etkili bir uygulamadır. Haccın içinde bulunan remel, hervele ve remy, düşmâna gözdağı vermek, müslümanlar hakkındaki olumsuz düşünceleri anında red ve yok etmek amacını taşıyan ibâdet içi cihad hareketleridir. İhram ise, çarpışmasız cihadın silahsız mücahidleri hacıların ve dolayısıyla müslümanların zararsızlığının ortak giysisi ve sembolüdür.
Sıcak savaş gibi soğuk savaşın, çarpışmasız cihadın da kendine has disiplini, hazırlıkları uygulamaları ve gerektirdiği fedâkarlıklar elbette vardır. İşte bu gereklere uyulduğu ölçüde hac mebrûr vasfını kazanacaktır. Öte yandan sıcak harbin erleri ile soğuk harbin silahsız mücahidleri hacılar arasındaki ortak noktalardan birini Hz. Peygamber, bu iki grubu "duâları ve tevbeleri makbul, Allah elçileri" [12] olarak tavsif etmek sûretiyle belirtmiş bulunmaktadır. Zaten hacı, İslâmın beş şartını da yerine getirmiş bir mü'min olarak, hac yapmamış müslümanlara nisbetle, bir bütünlüğe, bir kemâle, bir üstünlüğe sahiptir. Bu, asla gözardı edilmemesi gerekli bir noktadır.
Hac’da ibâdet, siyaset, ticaret, tebliğ ve taktik hepsi bir arada bulunmaktadır. Bunların tamamı ibâdet havası içinde gerçekleştirilmektedir. Hac müslümanların yıllık toplantısı, şûrası demektir. Hatta siz buna din turizmi gözü ile de bakabilirsiniz. Bu saydığımız hususiyetlerin birçoğunu, haccı ilan eden ve müşrikleri Ka'be ziyâretinden men eden âyetlerde açık bir şekilde görmek mümkündür, "İnsanları hacca çağır; yürüyerek veya binekler üstünde uzak yollardan sana gelsinler. Ta ki kendi menfaatlerine şâhid olsunlar." [13] "Ey mü'minler, doğrusu müşrikler pistir, bu sebeple bu yıllarından sonra Mescid-i harama yaklaşmasınlar. Eğer fakirlikten korkarsanız, bilin ki Allah dilerse sizi bol nimetiyle zenginleştirecektir.." [14]
İşâret edelim ki bu âyette geçen "fakirlik korkusu", müşriklerin ziyâretten men edilmeleri sonucunda azalacak olan turizm gelirleri ve ticarî hayattaki canlılığın kaybolması endişesidir. O halde, hacca gidenlerin temin edecekleri maddî-mânevî birçok fayda yanında, Mekkeliler’in elde edecekleri gelirler de söz konusudur. Haccın mebrûr vasfını alabilmesi için bütün bu hususlara şer'î sınırlar içinde dikkat ve riâyet etmek tabiî olarak gerekecektir.
Tanzim mi Tahdid mi Gerek?
Bu çok yönlü mâhiyeti sebebiyle haccın sağlıklı bir şekilde icra ve ifâ edilmesi için belli bazı düzenlemelere gitmek zarureti vardır. Ancak bu düzenlemeler tanzim niteliğinin dışına taşarak tahdîd (kısıtlama, sınırlandırma) şeklini almamalıdır. Zaten İslâmiyet, gereken şartları ve sınırlamaları getirmiştir. Bu şart ve sınırlamalar içinde hac gibi bir "en üstün" ibâdeti, bu soğuk harb tatbikatını gerçekleştirmek isteyen herkese, her türlü imkân ve eğitimi teminde azamî kolaylık gösterilmelidir. Asla, mevzuat sıkıntı haline getirilmemelidir. Yurdumuzu esas alırsak, havadan bir kaç saatlik, karadan bir kaç günlük bir yolculuğu gerektiren hac ibâdetini, üç-dört ay öncesinden müracaat etme ve belli bir parayı bankaya (!) yatırma şartlarına bağlamak ve bu işi –Diyânet İşleri Başkanlığı da olsa- tek bir kuruluşun organizesine bırakmak, vazgeçilmez insan haklarıyla, ibâdet ve seyâhat hürriyetleriyle ve serbest piyasa ve rekabet anlayışıyla ne kadar bağdaşır. "Allah'ın kullarını Mescid-i Haramdan men etme" durumu doğar mı, doğmaz mı? Herhalde bunlar ciddi şekilde düşünülmesi ve yeniden gözden geçirilmesi gerekli olan hususlardır. Halbuki bu ibâdeti yerine getirmeye -mümkün olan- en son anda niyet edenlere dahi imkân tanıyıcı bir tanzim'in peşinde olmak lâzım gelir. Müslümâna, dünya çapında en büyük cemaatle gerçekleştireceği bu en üstün nitelikli ibâdetinde yardımcı olmanın ve hizmet sunmanın zevki, mutluluğu ve sorumluluğu da herhalde bunu gerektirir.
Allah’ın kullarını, tevhid ka'besini ziyâretten, Allah’ın dâvetine icâbetten alıkoyucu ciddî gerekçelere dayanmayan en küçük kul tahdidinin bile hoş görülmesi, kimse tarafından -prensip olarak- beklenmemelidir. Aslında böyle bir sınırlamaya zaruret hali dışında teşebbüs edilmemelidir. Niyet, tanzim de olsa, sonuç tahdid'e varıyorsa, organizasyonu tahdid/kısıtlama sebebi olmaktan çıkarmak gerekir. Unutulmamalıdır ki, mebrûr bir hac yaparak memlekete dönecek müslümanın önce kendi şahsı, sonra da memleket için bilgi, görgü, tavır, anlayış ve yaşayış olarak kazandıracağı faydalar gerçekten büyüktür. "İyi vatandaş" isteyenlerin "iyi müslüman" olma gayretlerine destek olmak, buna imkân hazırlamak görevleridir.
Netice olarak şuna da temas etmekte fayda görmekteyiz, Hacıların mebrûr bir hac yapabilmeleri için hiç şüphesiz hac seyahati öncesinde bilhassa televizyonlarda bu ibâdetin uygulamasıyla ilgili eğitici programların yayınlanması, hac yapılırken naklen yayınların gerçekleştirilmesi ihmal edilmemesi gereken bir hizmettir.
[1] Buhârî, İman 18; Hac 4, 34, 102, Umre 1; Sayd 26; Cihad 1; Tevhîd 47; Müslim, İman 135, Hac 204, 437; Tirmizî, Fedâlu'l-cihâd 22; Hac 88; Nesâî, Hac 4, 5, 6, Cihad 17; İbn Mâce, Menâsik 3; Muvatta, Hac 65; Dârimî, Cihad 4; Ahmed b. Hanbel, Müsned, l, 241, 427, II, 246, 258, 264, 269, 348, 442, 531; III, 325, 334, 447; IV, 204; V, 451; VI, 372
[2] "Bu üç farzı Resûlullah farz oluş sırasına göre zikretti" diye bir görüş de vardır. (Bk. Mirkâtu’l-mefâtih)
[3] Bk. Buhârî, Hac 4
[4] Bk. Buhârî, Umre 1; Müslim, Hac 437; Tirmizî, Hac 2; Nesâî, Hac 3, 5, 6; İbn Mâce, Menâsik 3
[5] Buhârî, Umre 4; Muhsar 9, 10; Müslim, Hac 438; Tirmizî, Hac 2; Nesâî, Hac 4
[6] Bk. Müslim, İman 192
[7] Tirmizî, Tefsîri sûre (4); 14, Nesâî, Menâsik 6; Ahmed b. Hanbel, Müsned, l, 25, 25, 387, III, 447
[8] Bk. İbn Mâce, Menâsik 8
[9] Buhârî, Cihad 62
[10] Abdürrezzak, Musannef, V, 7-8
[11] Bk. İbn Mâce, Menâsik 8
[12] Nesâî, Cihad 13, Menâsik 4; İbn Mâce, Menâsik 5; Abdürrezzak, Musannef, V, 5
[13] el-Hac (22), 27-28
[14] et-Tevbe (9), 28