Medine’de İslam toplumu kardeşlik bağlarıyla dayanışmanın şaşırtıcı bir örnekliğini sergiliyor olsa da hak ve hukukla ilgili kapsayıcı düzenlemelerin eksikliği hissediliyordu. Üstelik şehirde yaşayan Arap ve Yahudi gayrimüslimlerle de bir arada yaşamanın kurallarının tanımlanmasına ihtiyaç duyuluyordu. Adliye, eğitim, maliye, askerlik, dinî hak ve sorumluluklar etrafında çeşitli kurumlar oluşturulması ve bu yolla toplumun yeni bir düzen kazanması gerekiyordu. Hicri I. yılda şehrin nüfusu 10 binden fazlaydı. Sürüp giden gerilim ve savaşların asıl sebebi ise kabile ya da aşiretlerin bağlı olmaya devam ettiği, kan davalarıyla düşmanlıkları ayakta tutan göçebe bakış açısı ve ahlâkıydı. Müslümanların dışında kalan kabileler hâlâ 618’de Buas adı verilen yerde yapılan bir savaşla zirveye ulaşan bir katliamın etkisi altındaydılar. Dışarıdan teklif edilecek bir hakemliği ve muhakeme gücünü kabule hazır kılan bir tükeniş yaşanıyordu.
Hz. Peygamber’in tebliğinin iki esası vardı: Tevhid ve güzel davranışlarda bulunmak. Müminler, bu esaslar üzerine yaşanan tecrübelerle birlikte İslami öğretinin kuşaklara aktarılması konusunda bir sorumluluk duyuyorlardı. Hz. Peygamber henüz hayattayken çok da fazla kendini hissettirmeyen kurumsal düzen, O’nun yokluğunda bu öğretiyi nasıl ayakta tutabilirdi? Müslümanlar zorluklarla dolu Mekke döneminde bile ibadetlerini yerine getirmenin yanı sıra yoksulları himaye konusunda sorumlu tutulmuşlardı. Ancak yeni bir düzen kurulurken bu sorumlulukların daha sağlam temellere dayanacak kapsamlı bir planla yeniden düşünülmesi gerekiyordu.
Ahlaki ve manevi üstünlüğün ayakta tutulabilmesi konusunda bir dayanak teşkil edecek kurumlar neler olabilirdi? Bu kurumlar konusunda düşünmek, müminlerin kişisel çabalarının birincil önemini yadsımak anlamına gelmiyordu. İslam henüz anlaşılmaktaydı ve bütün inceliklerine Hz. Peygamber’den başka vakıf olan kimse yoktu. Müslümanların varlığına rağmen İslam’ın toplumsallaşması başka bir aşamanın gerekli olduğunu düşündürüyordu. Bütün Müslümanların tabi olmaları gereken kuralların yanı sıra şehir içinde bulunan her türlü insanın ayrıca tabi olmasını gerekli kılan kurallar da olmalıydı. Hz. Peygamber Medineli Yahudiler ve yerli müşrikleri şehirden uzaklaştırma, muhasara altına alma veya düşmanlık siyaseti izlemeye dönük bir tutumu benimsemedi. Ashabı ve Müslüman olmayan komşularıyla ilişkileri yapıcı bir şekilde düzene sokacak kuralları tespite çalıştı.
Bunu takiben taraflar Enes’in evinde toplandılar ve bir “şehir devlet” oluşturulmasının kural ve süreçleri üzerine konuştular. Açık ki böylelikle oluşan vesika bir anayasa ihtiyacına karşılık geliyordu. Bu anayasa bir sözleşme şeklinde hazırlanarak uygulamaya sokuldu. Çeşitli açılardan bir “ilk” olma özelliğine sahip olan bu anayasa “Medine Sözleşmesi” veya “Medine Vesikası” olarak biliniyor. Yeryüzünde bir devletin bu içerikle hazırlanmış ilk yazılı anayasası olduğu gibi, ilk İslam devletinin de anayasasıdır.
Muhammed Hamidullah’ın anlattığı gibi, geriye bir bakışla anayasa olarak kabul edilen yazılı veya sözlü metinlerin hemen hepsi bu şekilde tanımlanamayacak eksikliklerle malûldür. İslam Peygamberi’nin yazarı, şehzade ve prensler için hazırlanmış okul kitapları, hükümdarlar için hazırlanmış öğüt kitapları ve filozofların ütopyalarını tasvir ettikleri metinlerin anayasa olarak kabul edilemeyeceği kanısındadır.
Medine Anayasası’nda Kureyş’ten gelen Müslümanlarla Medineli Müslümanlara katılan, onlarla beraber cihat eden kesimlerin tek bir ümmet olduğu belirtiliyor. Herkes için öngörülen adalet, artık sadece kişilerde ve gruplarda değil toplumda ve merkezi otoritenin uygulamalarında aranacaktı. Bu da kabile taassubu ve hırslarının geri planda tutulup eğitileceği bir toplumsal düzen anlamına geliyordu. Germaine Tillion Harem ve Kuzenler’de “devrim” olarak adlandırıyor bu yeni toplum düzeni için gerçekleştirilen radikal değişimleri.
Anayasa, 52 maddeden ve iki farklı bölümden oluşuyor. 25 madde içeren 1 ila 23. paragraflar arasındaki ilk bölüm Müslümanlarla ilgili konuları, 24 ila 47. paragraflar arasındaki kısım ise Yahudilerle ilgili konuları ele alıyor. İlk madde, kurulacak olan İslam topluluğuna ilişkin somut ifadeler içeriyor. Mekke’den göç eden muhacirler, Medineli Müslümanlar ve bunların yanı sıra sivil iktidarın merkezîliğini tanıyan ve herhangi bir savaşta Müslümanların yanında olmayı kabul eden gayrimüslimlerden müteşekkil bir topluluğun oluşturduğu birleşik sistemin tanımlandığı söylenebilir. Hz. Muhammed (sav) bu topluluğun yöneticisi olarak gösterilmiyordu; O, müminlerin reisi durumundaydı. Ancak O’nu diğer kabilelerin yöneticilerinden ayıran iki farka değiniyor Montgomery Watt: İlk olarak sözleşme veya Anayasa’nın ilgilendiği insanların öncelikli olarak müminler olması, vahyin bağlayıcı bir kural olarak kabulü anlamına geliyordu. İkinci olarak da vesikada “farklılaştığınız bir şey olduğunda konu Allah ve Muhammed’e havale edilmelidir” denilmekteydi.
Sözleşmenin birkaç maddesi şöyle: 1) Asla bir caniye sığınma hakkı tanınmayacaktır. 2) Herhangi bir ihtilaf hâlinde yasaları ve adaleti sağlama hususunda Allah yegâne başvuru kaynağı; “Allah’ın Elçisi Muhammed” de en yüksek hakem konumundadır. 3) Toplumsal devrim, eski töre ve âdetlerin iptali için önemli bazı değişikliklere gitmeyi gerektiriyordu. Böylelikle savaş esirleri için kurtulmalık (fidye), öldürme ve yaralama olaylarında da kısas yerine kan diyeti ödeyebilmek için bir sosyal sigorta kurumu oluşturulması, yeni toplum düzeninin güvenilirliği açısından büyük önem taşıyor. Eskiden akrabalar arasında teşekkül eden ve dışarıdan katılıma kapalı bir yapı arz eden kabile sistemi, bu sosyal güvenlik mekanizmasının getirdiği düzenle, mensuplarının rıza ve seçimini dikkate alan bir dönüşüm geçirmeye sevk ediliyordu. Aralarında sayısız Arap kabilesi mensuplarının yanı sıra Habeşliler gibi Arap olmayan kişilerin de bulunduğu Mekkeli muhacirler farklı bir “kabile” anlayışıyla saygınlıklarını belgeleyen bir yapılanmaya dâhil oldular. Anayasada barış bölünüp parçalanamaz bir esas olarak yer alıyor, askerlik hizmeti ise bütün erkek üyeler için eşit bir vazife olarak tanımlanıyordu. İslam’ın evrensel mesajının uygulamadaki bu başarılı tecrübesi, daha sonra bütün dünyaya yayılma yeteneğinin de temellerinden birini oluşturuyor. Arap’ın Arap olmayana üstünlüğü ancak takva ile mümkün olabilirdi. Böylelikle eskiden eşit olmayan bir katılıma (Mevlalık) izin veren toplum, Hamidullah’ın ifadesiyle “İslam Milliyeti” (ümmet ağacı) düzeyine sıçramayı başardı.
Sözleşme veya anayasa, o dönemde Medine ve civarında Müslüman olmayan en kalabalık topluluk olan Yahudilerin siyasal ve ekonomik alandaki yetkilerine sınırlamalar getiriyordu. Yahudi kabileleri bağımsız birimler olarak tanımlanmıyor, İslam’ı kabul eden Arap kabileleri sayılırken, onlarla ittifak yapmış olan Yahudilerin sahip oldukları haklara yer veriliyordu. Dolayısıyla Yahudilerin katılımı Müslümanlarla aynı seviyede değildi. Çeşitli kaynaklar Yahudilerle, ana sözleşmenin dışında ayrıca bir anlaşma yapıldığına yer verir. Kuşkusuz Müslümanların ağırlıklı nüfusa sahip ve yönetimde bulunduğu bir bağlamda Müslüman olmayanlarla ilişkilerin sözleşme esasında bir düzene sokulması önemli bir yeniliktir. Yahudilerle yapılan anlaşma, Müslüman şehir devletine katılan yeni birimlerin hak ve yükümlülüklerini belirtmek, böylelikle onları Müslümanların siyasal düzenine dâhil etmek üzere anayasanın geliştirilmesi anlamına geliyordu.
Anayasanın içeriği, Müslümanların görece güçlü olmalarından kaynaklanan bir içerikle oluşturulmuştu. Mekke’de Müslümanların aleyhine faaliyette bulunan Medineli Yahudi şair Ka’b İbn Eşref’in Müslüman bir grup tarafından öldürülmesinin, Medineli Yahudileri Müslüman komşularıyla savunma işbirliği ve ihtiyaç hâlinde yardımlaşma gibi ilkelere dayalı sözleşmeyi imzalamaya sevk eden etkisinden söz edilir. Aksi takdirde Hz. Peygamber’in ayrıcalıklı rolüne vurguda bulunan bir sözleşmeyi o kadar kolaylıkla kabullenemeyeceklerdi. Yahudilere, dinlerini özgürce yaşayabilme konusunda özel bir madde ile teminat sağlanmıştı. Çeşitli Yahudi toplulukları kendi aralarındaki ihtilaflarda Peygamberimiz’e başvuruyorlardı. Bu hakemlik sırasında Peygamberimiz’in Yahudilerin hukuklarına göre hükümler verdiği olaylardan söz ediliyor.
Yahudilerin Mekkeli Kureyşlilere ve müttefiklerine destek veya koruması da Anayasa’da yasaklanan hususlar arasındaydı. Buna karşılık aynı Anayasa maddesine göre, şehre bir saldırı olduğunda Müslüman ve Yahudiler ittifak etmek zorundaydı. Muhammed Gazali’nin aktardığı gibi, “suç değil iyilik için yapılan bir anlaşma”ydı bu. Barış da dâhil olmak üzere merkezî iktidarın kararlaştırdığı her husus Medine Şehir Devleti’nin konfederal üyelerini bunlara uymakla yükümlü tutuyordu. Şehir savunması konusunda masraflar paylaşılırken, açılan (dinin tebliği amaçlı) dış savaşlar konusunda kimse diğerine yardımcı olmaktan sorumlu tutulamazdı.
Kendi yakınları bile söz konusu olsa, arabuluculuk ya da himaye biçiminde adaletin uygulanmasına engel teşkil edecek girişimlerde bulunmak herkes için yasaktı. Sonradan Yahudiliğe geçen Araplar da dâhil olmak üzere bütün Yahudi kabileleri Anayasa çerçevesinde eşit hak ve yükümlülüklere tabi kılınmışlardı. Yazılı anayasa, yeni kurulmuş hükümetin yapısını tanımlıyor, topluluğun savunma, yasama, yürütme ve yargı gibi konulardaki ihtiyaçları üzerinde duruyordu. Muhammed Hamidullah Kur’ân’ın çeşitli ayetlerinde (mesela Bakara: 2/135’de) “Kutsal kitaplara sahip milletler”e, özellikle İbrahim (as)’in dinini yaşamaları ve bu dinde birleşip toplanmaları çağrısında bulunduğunu hatırlatıyor. Gazali ise farklı bir hususun altını çiziyor: Yahudilerin havalideki genel üstünlüğü, Arapların dağınık ve birbiriyle boğuşan kabileler olması esasına dayanıyordu. İslam, düşmanlıkları yok ederken dağınıklığı da ortada kaldırdı. Böylelikle ortaya çıkan ümmet varlığı Yahudileri endişelendirdiği için, yapılan anayasaya rağmen bir süre sonra Müslümanları etkisiz hâle getirmenin yollarını aramaya başladılar.
Medine Anayasası, Müslümanların hayatında bir dönüm noktası olarak görülebilir. Son dinin teklif ettiği hayat tarzının farklı kesimlerle bir arada yaşarken oluşturduğu insicam, sunduğu örneklik açısından büyük önem taşıyor. Medine Şehir Devleti aynı zamanda yönetim yapısı ve tarzı itibarıyla evrensel planda bir İslam ülkesi için model teşkil ediyordu. Hz. Peygamber’in liderliğinde gerçekleşen bu değişim, yönetim bağlamında alışılagelen, krallıklara özgü şatafat ve protokolün uzağında devlet yapısıyla da bir fark ortaya koyuyor. Medine hayatı, vahiyle geliştirilen ibadi sorumluluklarla yeni bir mahiyet kazanıyordu. Namazın cemaatle kılınmasının önemi vurgulanıyor, bunun yanı sıra müminlerin hayatlarının akışı içinde, söz gelimi bağda bahçede çalışırken ezan sesini duymalarıyla birlikte ibadetlerini yapabilmesi de normal karşılanıyordu. Bireysel sorumluluğu güçlendiren ilmihal, toplumsal yapıyı tanımlayan ilkelerin de sağlam bir şekilde üstlenilmesi eğitimi anlamına geliyordu.
Medine Anayasası, Allah ile kul arasında bir ruhban sınıfının bulunmasına ihtiyaç göstermeyen İslami öğretinin erken bir zamanda tecessüm eden bir uygulaması. Kaynaklar kendini “kitap” olarak da tanımlayan bu anayasanın Hz. Peygamber’in Medine’ye gelişinden bir yıl sonra yürürlüğe konulduğunu gösteriyor. Bir arada ve bağımsız yaşama alanında teşkil ettiği örnekliğe rağmen, üslup ve yöntemlerine hiç de ihtiyaç kalmamış gibi geçen asırlar içerisinde hatırlara pek az gelmesi bir hayli şaşırtıcı.