Gül ülkesinin nazenin sakinleri incindi. Kalpler vahyin göğünü tanıdıkça genişliyordu ama Mekke’nin muktedirleri imkânları daralttıkça daraltıyordu. İçe doğru genişlemenin bedeli dışarıdan gelen tazyikler oldu. Mekke’de adım atacak yer kalmamıştı müminler için. Derken, serin bir yağmur çisesi gibi geldi haber:
“Ey iman etmekte olan kullarım benim, Benim arzım geniştir…” (Ankebut, 56)
Böylece topraktan ayakları çekilmeye başladı müminlerin. Kalplerini ‘vatan’ belledikleri yöreye değil, ‘iman’a bağlayacaklardı. Arzının geniş olduğunu hatırlatan âlemler Rabbi, hicrete hazırlıyordu Mekke sakinlerini. Ülkelerinin sınırlarını secde secde imzaladıkları kullukları belirleyecekti artık. Yeni bir eğitimdi bu. “Bana, yalnız Bana kulluk edin!” (Ankebut, 56) diye devam ediyordu uyarı. Âlemlerin Rabbine kul olmanın yeni hali belirdi ufukta: Hicret. Özgürlüğe yürümek. İzzete göçmek. Hürriyet yoluna kadem basmak. Arza bağlılığı vahye bağlılığa çevirmek. Ayakların bastığı yeri değil, secde hürriyetinin olduğu yeri vatan bilmek. Arzın her köşesine Allah adına baş koyabilmek. Şiirli bir yürüyüşe ayak uydurmak.
Böyle böyle başladı ilk hicret. Muhammed Mustafa (sav)'nın yakın dostları, sadık arkadaşları Allah'ın Sözü'nün yeryüzündeki selameti için yurtlarını arkada bıraktılar. Kalplerinin çağrısına bağlandılar diye, amansız yangınların, insafsız saldırıların ateşine sürüldüler. İnsanın yaşama alanını genişletmek üzere inen Söz; dar kafalılara, gelenek bağnazlarına, alışkanlığın tutsaklarını dünya darlığına mahkûm etti. Bilmiyorlardı ki insanın asıl yurdu Söz’dü; “Benim arzım geniş” haberi sonsuz bir ülkenin adıydı. Sonsuzluğu isteyen kalplerin muradı. Sınırsız sevmeyi arzulayan gönüllerin ovası. Gönlün kıyılarını vahiy çiziyordu. Okyanusun kalbinde Söz incisi büyüyordu. Ne bilsin Söz’den nasipsizler!
Henüz beşinci yılı Söz çağlayanının akışının.Göklü Söz’ün arzlı muhatapları için ihtimam gerekiyor. Başını yeryüzüne uzatmış taze filiz yağmalanabilirdi. Çağla halindeki meyveler dalından koparılabilirdi. Kozasından yeni çıkan kelebeklerin kanatları hoyratça kırılabilirdi. Nazenin tomurcukları zalim ellerin soğuğu vurabilirdi. Gerçeğin çileli sırdaşlarına bir nefes gerekti. Bir açık adres. Bir inşirah köşesi. Bir serinlik fırsatı. Bir duruluş odası. Bir diriliş ovası.
Can parelerini yola çıkardı Allah Rasûlü (sav). Güneye yöneldiler. Habesistan'a doğru yola çıktılar. Nübüvvetin beşinci yılı ve Recep ayıydı. On biri erkek, dördü kadın olmak üzere toplam on beş kişiydiler. Osman b. Affân, Zübeyr b. Avvâm, Abdurrahman b. Avf, Osman b. Maz'un, Mus'ab b. Umeyr, Ebû Seleme b. Abdu'l-Esed ilk muhacirlerin önde gelenlerindendi. Kadınlar arasında Allah Rasûlü (sav)’nün kızı da vardı.
Müminlerin ilk ilticasıydı bu yürüyüş. Kızıldeniz'in dalgaları tatlı bir kaderin düğümlerini dokuyordu. Karşı kıyıya vardıklarında gayet güzel karşılandılar. Kendi ifadeleriyle, bir özgürlük ve güven içindeydiler. Vahyin müjdelediği arz genişliğini doyasıya yaşadılar. Dilediklerince ibadet ediyorlar ve kimseden taciz görmüyorlardı. "Ben gidiyorum ta ki benden iyisi gelsin!" diye Muhammed Mustafa (sav)’yı çağıran İsa Aleyhisselâm'ın hatırasında ağırlandılar. Habeş Kralı Necaşî, saf bir inanç eriydi. İsevî’ydi. İsâ (as)’nın hatırının nöbetini tutuyordu. Ülkesine adaletle ve merhametle hükmediyordu.
Onlar Habeşistan’da iken, Mekke’de garip bir olay oldu. Elçi bir gün Kâbe’de Necm Suresini okuyordu. Surenin son ayetindeki secde emri üzerine, derhal yere kapandı. O sırada, müminler de O’nunla beraber secde ettiler; fakat işin aslını bilmeyen diğerleri de -muhtemelen putlara secde edildiğini varsayarak- secde ettiler. Öyle ki o sırada secde etmeyen kimse kalmadı. Bu görüntü, Habeşistan’daki Müslümanlara, Mekkelilerin toptan iman ettiği şeklinde yansıtıldı. Bunun üzerine ilk muhacir grubunun hepsi ya da büyük kısmı iki ay sonra Mekke’ye döndü. Mekke yakınlarına gelince gerçeği öğrendilerse de iş işten geçmişti. Çaresiz, her biri bir kabile reisinden eman alarak Mekke'ye girdi.
Habeşistan'dan dönen müminlerin büyük çoğunluğu kendi aileleri tarafından yeniden baskı altına alındı. Zulümler daha da şiddetlendi. Diğer taraftan ilk hicret, Ankebut Suresi’ndeki “Benim arzım geniştir” müjdesine tüm müminleri şahit tutmuş, Habeşistan'ın müminler için güvenli bir yer olduğunu göstermişti. Çok geçmeden, Hazreti Peygamber müminlere ikinci kez hicret izini verdi. Nübüvvetin altıncı yılında, Hz. Ali’nin ağabeyi Ca'fer b. Ebu Talib (ra)'in önderliğinde ikinci hicret başladı. On sekizi ya da on dokuzu kadın olmak üzere toplam 101 ya da 103 mümin Necaşî’ye misafir oldu. İlk muhacirlerin hemen tümü, ikinci hicrette de yer aldı. Bu gidiş, Mekke’nin hüznünü derinleştirdi. Her aileden en az bir kişi eksilmişti. Bir ailenin oğlu gitmişse diğerinin damadı; birinin kardeşi gitmişse, diğerinin babası ya da amcası gitmişti.
Müminlerin kalbine hüzün düşerken, Mekkeli müşrik liderleri de telaş ateşi sardı. Böylesine büyük bir kitle haline gelen Müslümanlar, Habeşistan'ın İslamlaşmasına neden olabilir ya da en azından Hz. Peygamber'e güçlü bir müttefik kazandırabilirlerdi. Çok geçmeden, Kureyş'in iki ünlü diplomatı Amr ibnu’l Âs ile Abdullah bin Ebi Rabia'yı Necaşi'ye elçi olarak gönderdiler. Elçiler önce Necaşi'nin yakın çevresindekileri hediyeleriyle yanlarına çekmeye çalıştı. Yakın çevrenin desteğiyle, Necaşi'nin Müslümanları Mekke'ye iade etmesini istediler. Yakın çevrenin desteğini sağlamalarına rağmen, Necaşi'yi iadeye ikna edemediler.
Çünkü değerli hediyelerle yola çıkan Mekkeli müşrik elçiler, müminlerin yanında daha değerli bir hediyenin olduğundan haberli değildiler. İki hicret arasında, Allah’ın Elçisi’ne Meryem Suresi’nin indiğinden habersizlerdi. Necaşî’yi muhacir müminlerin İsâ (as)’yı da reddettikleri iftirasıyla kandırmaya kalktıklarında, Cafer bin Ebu Talib (ra) Meryem Suresi’nin ilk ayetlerini okudu. Ayetleri gözyaşları içinde dinleyen Necaşî, bunların Hz. Musa ve İsa (as)'nın getirdikleriyle aynı kaynaktan geldiğini doğruladı. Mekkeli elçilerin mültecilerin iadesi talebini Meryem Suresi hatırına reddetti.
Böylece, Hazreti Meryem’in sancılı anneliği Allah’ın Elçisi'nin sığınmacı dostları üzerinde tecelli etti. Bir zamanlar, Meryem (as)'in gizli sancısı onu bir köşeye çektiğinde, Rabbinin tutunmasını istediği hurma dalı, Habeşistanlı mültecilerin eline kadar uzandı.
Muhacirlerden biri kalbiyle konuştu bir ara: "Ne güzelsin sen ey kader!"