Bütün zamanların En Güzel Yağmuru’nu, yağmurların hepsini güzel eyleyen O Rahmet Yağmuru’nu, dupduru “reşhalar” mazmununda anlattığı Ondokuzuncu Söz’ünde, Said Nursî, Mekke’yi “mihrab”, Medine’ye ise “minber” olarak kodlar. Mekke ve Medine farkını anlamak için, Mekke ve Medine arasındaki kavramsal mesafeyi ölçmek üzere kalbimize kilitlediğimiz “hicret” cetvelini doğru okumak için anahtar kelimeler olarak görüyorum “mihrab”ı ve “minber”i.
Mihrab, Kâbe’ye doğrudur, kıblenin yöneldiği cephede doğrulur. En azından bu özelliğiyle “mihrab” diye anılmayı hak ediyor Mekke. Ama “en azından...” “En azında” kalırsak, Mekke’yi sadece coğrafya üzerinden anlamış oluruz. Mihrab’ın “en azından” sözlük anlamı itibarıyla “harb”/”savaş” kök anlamları üzerine yükseldiğini hatırlarsak, “kimin kiminle muharebesini temsil ediyor mihrab?” diye bir soru borçlanırız aklımıza. Mihrab’ın cehpesine yönelmek, Kâbe’nin temsil ettiği Bir’e doğru incelmek amansız bir savaşımı gerektiriyor ki, Peygamberimizin Mekke hayatı içe doğru büyüyen, adı konmamış çekişmeleri, mekanla anılmayan harpleri, tarafları çokça şöhret bulmamış vuruşmaları barındırıyor. Mekke’deki savaşları, Medine’dekiler gibi Bedir, Hendek, Uhud diye adlandıramıyoruz hemen. Bir mekâna endeksli değil Mekke’nin harpleri. Nizamî ordular üzerinden de sürmüyor. Tarafları bazen çok açık, bazen kapalı. Ne zaman başladığı, ne zaman bittiği belli değil. Hangi silahların kullanıldığını da kaydedemiyoruz.
Mekke’deki harbin ana cephesini Hira diye kodlayabiliriz belki. Nur Dağı’nda gece vakti, yalnızlıklar içinde geceleyen o Zât, nefsiyle hesaplaşmada, benliğini aşma derdinde, varlığını ve var oluşunu anlamlandırma telaşında. Elinde silahlar değil, kalbinde sorular var. Hangi zırh gelirse gelsin önüne, delip geçen, yakıp kavuran soru oklarını fırlatıyor “düşman”ına karşı. Cevabı “Oku!” diye verilecek sorular sorarak iniyor yakıcı siperine. O kadar derinden ve sessiz ki bu harb, hiçbir Mekke’li müşrik O’nun (asm) dağa gidişini tehdit olarak görmüyor, “başlarına iş açacağına” inanmıyor. Bir “mihrab”ı inşa ediyor o gizli saklı, o sözsüz silahsız harb.
Tarafları belli değil gibi Mekke harbinin meselâ. Canına kast edilen Muhammed-i Emîn’in (asm) yanında, kendi canına kast edecek denli hıyanet edenlerin emanetleri var. Eminliğine hep birlikte taraftar oldukları birinin yaşamasına hep birlikte de muhalefet edebiliyor müşrikler. Hainlik yaptıkları apaçık ortada olanların emanetlerinin yerine ulaşmasını apaçık önceliyor Muhammed-i Emîn (asm). Can düşmanlarının emanetlerini, kendi aleyhine kullanacaklarını bile bile onlara iade edecek denli kişiler-üstü o harb. Basitçe taraflara indirilemeyecek kadar içeride, ta içerilerde.
Kâbe’nin eteğinde, Mekke’nin göğsünde sürüp giden bu savaşı, iktidara ve mekana indirgemeye kalkan Mekke’liler de yanılıyorlar. “Sağ elde güneş, sol elde ay” olsa da vazgeçilmeyecek denli mekan-üstü dava. Mekke’nin reisliğini hiçe sayacak kadar iktidar-ötesidir o harb.
Zaman üstüdür o harp ki, şimdilerde her mihraba yönelişte, içimize kıpır kıpır sokuluveren darlanmalar, “ne zaman bitecek bu namaz ki!” diye içimizin içine doğru sinsice seslenen çekişmeler o harbin yeni cephesidir. Teravihleri kısa kesmelere, secdeyi üç “süp.. süp.. süp..”e indirmelere, kıraatleri hızlandırmalara, girerken neredeyse ite kaka girmelere, çıkarken ayakkabılarımızı hoyratça fırlatacak denli kaçarcasına uzaklaşmalara kadar varan namaz kavgalarımız, harbin bugüne uzanan taze çarpışmalarıdır. Ve hepsi mihrab önünde olup bitmektedir.
Mihrab: Şeytanın hileleriyle çarpışma yeri, heva ve hevesin öncelikleriyle savaşma yeri.
Mihrab: Dünya meşgalelerinden ve düşünce dağınıklığından yağma edilircesine sıyrıldığımız (mı?) siper.
Mihrab: Zamanca ve mekanca dağılmış bireylerin, “İyyâke n’abüdü..”nün “Nûn”una cemaat halinde toplanıp da birlikte teveccüh ettikleri, can havliyle sarıldıkları duvar dibi, yüzlerini yabancılık ve yabanlık kirlerinden, gözlerini uzaklık ve karanlık lekelerinden temizledikleri hesaplaşma yeri.
Mihrab: Nefsin “ben mi, yoksa Rabbim mi?” diye kıvrandığı, benliğin “Ben bana aitim (mi?)” diye kendisiyle hesaplaştığı, heva ve hevesin “Ben Allah’tan ve Elçisi’nden öncelikliyim (mi?), önemliyim (mi?)” diye kendini tarttığı kavga yeri.
Hicretle, Mekke’yi arkasında bırakan Resûlullah, bizce pekâlâ masum sayılabilecek bir iştiyaktan, bir toprağa bağlanma taraftarlığından bile vazgeçiyordu: “Vallahi, Sen, Rabbim katında en sevgili olanısın! Senden çıkarılmamış olsaydım, çıkmazdım. Bana, senden daha güzel, daha sevgili yurt yoktur.” Göklü olanın yer’li olan her şeyden istiğnasıdır hicret. Öyle ki, Resûlullah, tevhidin hatırını, tevhidin sembolu olarak yükselen Kâbe’ye bile feda etmeme istiğnasıyla yürüyordu Yesrib’e.
Sevr’de “Mahzun olma, Allah bizimle beraberdir” diyen Resûlullah, Hirâ’daki “ben” yalnızlığında inşa ettiği ilkeler üzerinde yükseltiyordu “biz” olmayı. İkinin ikincisine yeniler eklerken, her defasında yanına sadıklar olmasını temin edecek asıl özü yitirmeden enfüsî cihadını yeni ufuklarda sürdürmeye hazırlanıyordu.
Yesrib’e yönelen o/kul ve resûl, Kur’ân’ın üçte ikisini oluşturan Mekkî ayetlerin sonsuz anlamlarını yüklenmiş olarak yürüyordu. Medenî ayetlerin borç hukukundan boşanmaya, veraset kurallarından anababaya hürmete kadar uzanan kişilerarası detayları Mekke’de nazil olan tevhid kuralları üzerinde yükselecekti. Medine’de kurulduğu söylenen İslam devleti, Mekke’de tevhid inceliğinin, mümin zerafetinin gönüllere devlet kurmasıyla gerçekleşebilecekti. Yoksa Medine’yi de ancak nefsânî taraftarlıklar, etnik ayırımlar, aidiyet hissi üzerinde sivrileşen toptancılıklarla yürüyen “ulus-devlet”le karıştırabiliriz. Öyle ki, nefsin teslimiyetin dikişlerini en çok zorlayacağı noktalarda, mirasta, boşanmada, anababa hakkında, yetim ve öksüze muamelede, borçlanmada detaya inecekti Medenî ayetler.
Sesin yükseldiği, sözün insanlar arasına düştüğü o Medine minberi nefsin ve hevanın sessizce yoğrulduğu, sözün için de içine doğru nüfuz ettiği Mekke mihrabı üzerinde yükselir.
Bir kez bunu anlayabilseydik, tam 3 bin altı yüz günü aşan Medine hayatını, hepsi 51-53 gün kadar tutan savaş başlıklarıyla hatırlamazdık.
Bir kez olsun anlayabilseydik Mekke’yi mihrab eyleyen harbi, meselâ Mirac’ı Mekke-Kudüs-Kab-ı Kavseyn mekanları arasındaki yolculuğa indirgemez, o perdesiz diyaloğun anahtar kelimelerini (tahiyyat, mübarekât, tayyibât, salâvat) zirveye uçuran o/kulun tefekkürünün eteklerini keşfetmeye başlardık.
Bir kez olsun anlayabilseydik Mekke mihrabının önünde olup biten savaşları, bir kız çocuğu elini tuttuğunda kız çocuğu kendi elini bırakıncaya kadar bırakmayan Resulullah’ın (asm) bu Medine enstantanesini, hiç olmazsa kendi kızımız üzerinden, “şimdi” ve “burada” anlamaya çalışır, Uhud harbinde sevdiklerini yitirdiği kadar, şefkat uğrunda önceliklerini de şehit verdiğini bir kıyamet dehşetiyle hissetmeye başlardık.
Bir kez olsun düşünsek Mihrab’ın anlamı üzerinde, mihrablarımızın alnına, kategorik olarak içinde “mihrab” geçen ayeti kazıdığımız kadar, Mekke mihrabının en canlı savaşına işaret eden “Allah kuluna kâfi değil mi?” ayetini de yazardık. Ve belki, asıl Mekke harbinin Allah’ın bize yetip yetmediği ekseninde sürdüğünü ve hâlâ daha bu harbin süreği içinde olduğumuzu görürdük.
Mekke’den Medine’ye giden yolda değildir hicret. Mihrabın iç harbini minberin basamaklarından dışarı taşıyan bir manevî aş(a)madır. Yönü ne güneyden kuzeye, ne doğudan batıya doğrudur hicretin. Kalpten kalıba doğrudur. İçten dışarı doğru. Kendine devlet olmaktan, kendine devlet edinmeye doğrudur.