Doğrunun yanlışın ne olduğuna dair ilkelerimizin zihnimizde bir bilgi ve kalbimizde bir inanç olarak bulunması o kadar esaslı bir insanlık meselesi ki o olmadığında rotasız, pusulasız bir gemi gibi o dalganın, bu rüzgârın etkisiyle bir o yana bir bu yana savrulup duruyoruz. Ömür kısa, yol meşakkatli, hedef büyük. Yoldan çıktığımız zamanlarda vakit kaybetmeden bizi doğrultacak tek şey doğrunun ne olup ne olmadığına dair bilgi ve inançlarımız. (İnançların bilgi üzerine kurulması gerektiğine burada hiç giremeyeceğiz. —bütün önemine rağmen-)

Temel ilkelerin tespiti kesinlikle ilahi bilgiye dayanmalıdır. (Bir Müslüman için başka türlüsü asla düşünülemez.) Kişiye, yere ve şartlara göre değişen değer yargılarına zaten “ilke” denemez.

İslam dininin evrensel ilkeleri Efendimiz, Allah'ın son elçisi Hazreti Muhammed (sav) tarafından topluca Veda Hutbesi’nde ilan edilmiştir. Bunlara ilaveten elbette günlük hayatın detaylarına ait kişisel prensiplerimiz olabilir. Dikkatle bakıldığında bunların dahi, bir üst ilkeye bağlana bağlana, dinimizin değişmez esaslarından birine dayandığı görülür. (Yatma-kalkma saatleri gibi...)

İlkeler olmadığında adalet olmaz. Adalet olmadığında hayatın bütün sistemi alt üst olur. Değerliyle değersiz, önemliyle önemsiz, gerekliyle gereksiz tamamen birbirine karışır. Bu hengâme içinde ömür hızla akıp geçer. Bir de bakarız ki en değerli şeyleri en değersiz şeyler için heba edip tüketmişiz.

İki elimizin iki yanımıza sarkacağı, ayakların birbirine dolanıp dilin tutulacağı, gözlerin semaya dikilip kalacağı günde işimize yarayacak şeyleri önceden hazır edebilmek hep ilkelerin ve hedeflerin -bu aynı zamanda öncelikler demektir- iyi belirlenip kaynakların -ki bu da vaktimiz başta olmak üzere sahip olduğumuz her şey demektir- doğru kullanılmasıyla mümkün olacak.

O zaman ey yol arkadaşım gel en baştan düşünelim: Hedefimiz ne? Kaynaklarımızdan ne kaldı? Hangi ilkelerle yaşarsak bu kaynaklar bizi bu hedeflere götürür?