Mürselat: Adresin Soruluyor Kapın Çalınıyor

Mürselat…

Varlığın varoluş öyküsünü anlık duyurduğu veya sen uzun uzun kalıyorsan yanında ve bakıyorsan ona, gözlemliyorsan, irdeliyorsan, inceliyorsan daha iyi anlamak isteyen bakışlarla, sana bıraktığı anlamdır, sana verdiği öz cümlelerdir.

Böyle bir arayışçı için sanki herşey bir anlam bırakmak için görevlendirilmiş gibidir. Merak sürükler. Soru hikmetin peşindedir. Mürselat bulunmak için sabırsızlanır. Aramak bulmak, sormak varmaktır mürselata...

Aşama aşama inen anlam. Ama yalnızca bir kitap sayfasında, bir metinde, bir paragrafta, cümlede değil. Ümmiyken bile okuyabildiğindir. Yalnızca bilgece söylenmiş bir sözde değil. Basitlikte ve yakınlıkta da sana gelendir. Yalnızca vaazların içinde hiç değil. Sıkmayan tekrarlarda, bir türlü sıradanlaşmayandadır. İşte şu tepende bazen senle yer değiştirme, köşe kapmaca oynamaya kalkışan bulutcuğun süzülmesinde, gölgesinde çayı yudumladığın çınarın o büyük dedenin eline benzer yaprağıyla başını okşayıvermesinde, derken hiç görmediğin bir böcekciğin seninle aynı çatı altında kendince bir hayat sürüyor olmasında, bir dostunla şöyle ağız doldura doldura gülüşmen veya tutup o gamzeye gözyaşını doldurmaya başladığında da iniveren bir şey.

Hem herkese evrensel; hem ona, bana, sana özel; hem kitaplar, kütüphaneler dolusu, hem hayatlar, insanlar, olaylar dolusu ardardına gönderilen bütün mesajlar...

Mürselattır.

Sen mürselatın sağanağında kendi gözyaşı veya sevinç yaşları belli olmayacak kadar sırılsıklamsın aslında. Fakat bunu, var olmanın o müthiş üşümesini hissediyor musun?

Bir mesaj sesi gibi işte şu ilk yaprağın düşüşü yaz bitiminde bir ağaçtan. Duyuyor musun? Son baharı, faniliği müjdeliyor sana. Birazdan hüngür hüngür ağlamaya gelecek o kocaman gök ve sana dert edinmen gerekenleri yeterince dert edinip edinmediğini, belki de bu duyarsızlığının içler acısı halini, hem de senin için ağlayarak sana duyuracak. Bir mürselattır/ gönderilendir o. Karşıla onu. Misafir et.  Aklının konuk evinde ve kalbine çıkar sonra... Uyusun. Dinlensin sende. Kanıksayıncaya kadar.

Okuma kitap! Evet sıkıyor seni kitaplar. Uzun uzun cümleler. Edebiyatlar. Aklı baştan alan duygusallıklar. Kalbi kaçıran makaleler. Soğuk akademik dil. Mesajları alan insanların kendilerince mesajları. Bir nevi ikinci el mürselat...

Fakat evrenin sayfalarıda mı sıkıcı? Şu çizgiler, bu renkler... Sen sıkılma diye sürekli bir değişim, dönüşüm, oluşma, olgunlaşmalar, olumla ölüm arasında elele adeta halay çeker gibi, bir folklor oyunu gibi yaşatılan bu hayat devinimleri... Bunların sıkıcı ve okumaya değer olmadığını söyleyemezsin. Evrende sana gönderilip duranları okuduğunda bazen kitap okuyanları bile solda sıfır bırakabilirsin. Daha gerçekçi bir okuma biçimidir hayatı okumak. Kitab’ı, Kitab’taki mürselatı, gönderilenleri okurken yaşamak için okursun. Hayatı yaşayarak okursun. Kitab’ı okuyan, ihtimal ki daha az yanılarak fakat hayatı henüz yaşayacaktır. Hayatı okuyan ise belki yanılmıştır fakat yaşamıştır da. Biri anlamı acilen, henüz kullanılmamış olarak bırakır. Diğeri sana birikim, tecrübe bırakır. Yüzünden değil özünden okursan eğer, ikisi de hepsi de sana bilgelik, hikmet, anlam bırakır.

Cümleler ve lafız anlamın giysisidir. Sırların giysisi. Bir lafız önce pek sır vermez. Zahirinde şımarır durur. Derine inmeye gönlün varsa de ona. O vakit açılır küpleri. Dökülür incileri anlamın.

Böylece doğru bir kitap tutuşturdulduğunda kalbine, içindeki lafızla hayatın bütününün anlamına, hem de her basamağıyla -istersen- tanık oluyorsun. Hayat bilgin “in çık”lı anlamlarla iki kapağın arasında sana sunuluyor.

Ha kitap, ha hayat. Ha Kur’ân ha evren... Kat kat inen, gönderilen bir şeyler var: Bazen bir paragrafın en tepesindeki üst bir cümlede... Bazen bir dağın sert esen rüzgarında... Bazen bir cümlenin hemen başında... Bazen bir yolun, kentin, kasabanın. Bir cümlenin içinde sana koşup gelen de anlamdır. Bir gün içinde yaşadığın olayda... Hangisini ne kadar okur ve anlarsan.

Mürselatın gönderilmesindeki uslup hem evrensel, herkese yönelik, hem de kişisel, sana özel olabilir. Herkes kendi gücünce alır. “Gökten bir su iner, derler gücünce çağlar.” (Rad 17) hesabı.

Anlamın senin anlayışının gelişimini beklemesine ve yeniden yeniden gelmesine... Tecridi geliştiriciliğini, basamak basamak hep daha yüksek bir anlama çıkarma nezaketini hissedersin.

Bazen kafan başka yerdedir.  Duyarsızsındır. Gerçek bir cümleyi okumaya değer bulmazsın. Bir insanın dilinden, bir radyodan, bir olayın içinden, yürüdüğün yoldan, bakındığın gökten, bir kanat çırpıntısından, akşamın inişinden, olmadı bir rüyada gelir seni bulur. Her şey anlamlıdır. Her şey amaçlıdır. Senin keşfetmeyişin hiçbir şeyi anlamsız veya amaçsız kılmaz. Anlamsız olan sensindir. Amaçsız kalan sen...

Sen bilirsin.

Mürselat hem bir Kitab’ın, kitapların satırlarında yaşanıyor. Hem hayatın günlerinde, anlarında... Yaşadığın, baktığın, gördüğün, dokunduğun her yerde...

Her an sana gönderilen bir şeyler var. Göz göze gelmek ister hakikat seninle. İçine bakmak, aklına yürümek, kalbinden vurmak ister. Senin izninledir bu cesaretlenmeleri. Seni silmek ve ezmek değil, seni yazmak ve çoğaltmak ister.

Mürselat var, eskiden postacıların “postaa!” sesi gibidir.

Anla işte hedef sensin. Seni aklından, seni kalbinden vurası gelir O’nun. Adresin soruluyor, kapın çalınıyor. Aranıyorsun. Muhatap alınıyorsun. İstenensin. Anlaman, bir ses vermen, senin de bir şeyler demen bekleniyor. Mürselat satırlarda, satırların arkasındaki anlam aşamalarında, senin anlayış seviyelerinden birinde ve hepsinde bir seyyah gibi dolaşıyor. Sana el ediyor. Sesleniyor. Bazen coşkuyla bağırıyor. Ünlüyor adını. Bir satır. Bir kelime. Bir cümle. Bir hikmet. Anlam.

Veya bir dal. Bir böcek. Bir kanat. Bir gölge. Bir yol. Sana bir şeyleri mesajlıyor.


Henüz değişebiliriz, değişebilirsin. Henüz bu her mesaja kapalılığımız, bu duyarsızlığımızın farkına varabiliriz, varabilirsin. Onları tek tek konuşabilir ve tespit edebilirsin.

Daha ilk yıllar. Göğün yere yeniden, henüz dokunmaya, başladığı yıllar. Vahyin henüz kendini insana alıştırdığı yıllar. Henüz okunduğu ayetlerin...

Mürselat ardı ardına, aşama aşama, bir yağmur ahenginde, sıra sıra, dizi dizi inmeye başlayan ayetler, mesajlar anlamına geliyor. Allah’ın şiirinde insan öyküsü. Mekana ilahi bir senaryo. İnsanın hayat denemelerine bir yanılmama önerisi. Henüz inerken...

“Düşün bu mesajları, dalga dalga gönderilen ve sonra fırtına şiddetiyle patlayan! Hakikati dört bir yana yayan böylece doğru ile eğriyi kesin şekilde ayıran... Ve sonra bir öğüt ve hatırlatmada bulunan suçlardan arınma[yı vaad eden veya bir uyarıda bulunan!” (1-6)

 “Bakın, bekleyip görün denilen her şey mutlaka gerçekleşecektir. Yıldızlar söndüğü zaman ve gök parçalandığı zaman ve dağlar toz gibi ufalandığı zaman ve bütün elçiler belirlenen bir vakitte toplanmaya çağırıldıkları zaman... Ne zaman gerçekleşecek bütün bunlar? Doğruyu yanlıştan Ayırt etme Günü! Bu Ayrım Günü'nün nasıl bir gün olacağını bilebilir misin?” (7-14)

Henüz değişebiliriz, değişebilirsin. Henüz bu her mesaja kapalılığımız, bu duyarsızlığımızın farkına varabiliriz, varabilirsin. Onları tek tek konuşabilir ve tespit edebilirsin. Sonra tutup hem kendi başına hem de el birliğiyle söz konusu konularda başlı başına bir silkinme, yenilenme, kötüden iyiye, iyiden de daha iyiye değişim rüzgarı esitrebilirsin.

“O Gün vay haline hakikati yalanlayanların! Peki, bundan sonra, başka hangi habere inanacaklar?” (49-50)