İnsana Doğru Yaratılışın Seyri: Özel Bir Yaratılış Tarzı Olarak Mevlid
Hz. Peygamber üzerine pek çok kitap yazılmıştır. Bunların arasında Süleyman Çelebi’nin Mevlid’i, Muhammed Bîcan Efendi’nin Muhammediyye’sini zikredebiliriz. Bu eserleri incelerken en dikkati çekecek hadiselerden birisi şudur: Hz. Peygamber’in mevlidini ele alan bahislerin ardından veya öncesinde genellikle miraç bahsi ele alınır. Bu itibarla mevlit ile miraç arasında bir irtibat kurulur. Acaba mevlit niçin miraç ile ikmal olunur? Soruyu doğru cevapladığımızda Hz. Peygamber’e dair meseleleri daha iyi anlamış olmakla kalmayacağız, yukarıda da işaret ettiğimiz üzere, kendi mebde ve mead hikâyemiz hakkında kapsamlı bir cevap bulmuş olacağız. Müslümanların Peygamber tasavvurundaki merkezi sorulardan birisi budur: mevlit ile miracın ilişkisi. Mevlid Hz. Peygamber’in doğumunu anlatırken öteki kısmı niçin miracından söz ediyor? Öyle görünüyor ki burada İslam marifetinin derin bir varlık tasavvuru ortaya çıkmaktadır. Bu ardışıklık bir varlık yorumuna dayanır ve mebde ve mead ekseninde kurulu varlık yorumu bir insan üzerinden ortaya konulmaktadır. Önce mevlitten söz edelim. Bu bahiste soracağımız ilk soru şudur: Evrenin yaratılışı içerisinde bir insan ferdinin doğumu ne anlam ifade eder? Veya soruyu şöyle de sorabiliriz: Evrenin yaratılmış olmasının herhangi bir insan ferdindeki karşılığı nedir? Bütün Müslümanlar Allah’ın âlemi yarattığını kabul eder ve yaratılışı açıklamak üzere arada bir takım görüş ayrılıkları olsa bile âlemin Allah gibi kadim olduğunu kabul eden herhangi bir Müslüman ekol yoktur. Mesela İslam filozofları âlemin kadimliğinden söz etmiş olsalar bile, yine de Allah ile âlemin kıdem tarzını ayırt ederler. Her halükarda âlem Allah tarafından yaratılmıştır ve Allah hakkındaki en önemli delilimiz ve bilgimiz Yaratıcı olmasıdır. Allah’ın varlığı üzerindeki tartışmalarda delillendirme yaratılış (hudus) delili üzerinden yapılır, bazen ilk hareket ettirici, bazen âlemin ilkesi şeklinde bir tavsif ile Allah fikrini temellendirmek isteriz. İslam kelamcıları Allah’ın âlemi salt yokluktan yarattığını savunurken Allah’ın temel vasfı olarak yaratıcılık sıfatı üzerinde odaklanmışlardır. Onlar kudret ile yaratma arasında ilişki kurarken de yaratıcılık vasfının ilahi-mutlak kudreti açıklayan en önemli fiil ve nitelik olduğunu söylemişlerdir Kadir olmak evvelemirde yaratmak ve var etmek demektir. Her halükarda yaratılmış olmak âlemi varlıkta ikincilliğe –ilk ve kadim ve ezeli Allah- indirirken Allah’ın Evvel ve Müteal olması O’nun yaratıcı olmasının gereğidir.
Öyleyse ‘Allah âlemi yarattı’ ve kadim olmayan bir âlemdeyiz ve onun bir parçasıyız. Bu bütün Müslümanların kabul ettiği bir ilkedir. Kur’ân-ı Kerîm’den nazil olan ilk ayet ‘Yaratan Rabbinin adıyla’ diye başlar. Hz. İbrahim’in Allah’a yönelmesini anlatan ayette ‘gökleri ve yeri yaratan Allah’a yüzümü döndürdüm’ denilir. Hz. Peygamber’e gelen ilk ayetten veya Hz. İbrahim’in zikredilen ifadesinden şunu anladık. Yaratıcı olmak Allah’a yönelmemizin en önemli sebebidir. Bu noktada mesele şudur: Allah ‘yaratmak’ kelimesini kullanırken -ki en azından altı tane yaratma anlamıyla fiil zikredilir ve bunların farklı tarzları naslarda geçer- yeryüzünde biz türemeyi ve çoğalmayı anlatmak için başka kelimeler kullanırız. Mesela bir şey için ‘ortaya çıktı’ deriz, ‘sudur etti’ deriz, bir şey ‘doğdu’, ‘meyve verdi’, ‘neticelendi’ vs. Bütün bu durumlarda bir şeyin başka bir şeyi meydana getirmesinden veya bir şeyin kendiliğinden husule gelmesinden söz etmiş oluruz. Aslında yaratılışı perdelediğimiz veya ihmal ettiğimiz dil tam da bu dildir: âlemde bir nedensellik kabul ederek nesneleri fiil sahibi kabul etmekle âlemdeki her bir şeyi yaratılış eyleminin dışında tutmak. Hâlbuki yaratılış teorisi hiçbir şeyin fiil ve güç sahibi olmadığını ve -âlemin bütünü gibi- içindeki nesnelerin ve hadiselerin de ilahi kudret tarafından halk edildiğini kabul etmeyi ilzam eder. Bilhassa Ehl-i sünnet kelamcıları ve daha sonra sufilerin savundukları temel görüş buydu. Bu anlamıyla yaratıcı olmak ile kelime-i tevhidin anlamı arasında zorunlu bir irtibat vardı. Allah’tan başka hakiki fail yoktur ve hiçbir şey müstakil bir varlığa ve güce sahip değildir. Âlem bir bütün olarak veya âlemdeki hiçbir şey ‘fail’ vasfını haiz olacak şekilde ‘sebep’ olarak görülemez. Müslüman bilginlerin nedenselliğe yönelik eleştirileri bu yaratılış teorisini muhafaza etmek gayesinden kaynaklanmıştı. Öyleyse günlük hayatta yaratılış fiilinden bağımsız ve kendi içinde müstakil bir fiil olarak kullandığımız bütün üreme ve çoğalma fiillerinin ‘halk teorisi’ istikametinde yeniden yorumlanması ve gerçek yerlerine yerleştirilmesi dini düşüncenin icbar ettiği zorunlu bir durumdur. Hiç kuşkusuz dilin ortaya çıkardığı sorunlar düşüncenin hakikatle yüzleşmesi önündeki en büyük engeledir ve dil terbiye edilmeksizin düşünce sahih olamayacaktır (bu meyanda dini olamayacaktır). Artık bir şeyin husule gelmesinden değil, sebebini bildiğimiz veya bilemediğimiz şekilde onun yaratılışından söz etmiş olacağız. Bir şeyin ebeveyn sebebiyle doğumundan değil, vesilelerle yaratılışından söz edeceğiz. Her birimiz için halk eylemi doğumla gerçekleşen bir hadisedir ve biz doğarak yaratılmış oluruz. Bu itibarla mevlit veya doğum bizim için yaratılış demektir. Anne-baba ise bu doğuma vesile ve şahit olan kişidir. İslam’da anneliğin değeri yaratılış fiiline ‘vesile’ olmasından kaynaklanır. Anne ‘kün’ emriyle başlayan yaratılış sürecinin bizim açımızdan bize en yakın halkasından ibarettir. Müslümanlar için doğum hadisenin kutsiyeti buradan kaynaklanır: İnsan bir âlem demek ise bir insanın yaratılışı-doğumu bir âlemin -mesela bir galaksi- yaratılışı kadar hayret ve heyecan verici olmalıdır. Mevlit kutlamalarının ‘annelik-doğum-yaratılış’ vesilesi olarak da kutlanmaması büyük bir eksikliktir.
Bu itibarla halk kelimesinin kazandığı anlamlardan birisi ‘nüzul’ yani iniştir (Allah’tan geliş). Nüzul statü itibarıyla üstün olandan ayrılış demektir. İnsanın Hak tarafından yaratılışına ‘nüzul’ denilir ve bu nüzul bir kavis çizerek Allah’tan göreceli şekilde uzaklaşarak yeryüzünde ortaya çıkar. Bu itibarla âlem ile insan arasında sufi metafizikçilerin kurduğu irtibatı hatırlarsak aslında âlemin yaratılışı insanın nüzulü ile tamamlanır ve artık ‘âlem yaratıldı’ denilir. Öte yandan insanı ‘kelime’ sayan İbnü’l-Arabi ve takipçileri olan metafizikçilerde nüzul kelimesinin kullanımı sayesinde ayet-kelam ile insan arasında irtibat kurulur: Kur’ân nazil olurken insan da nazil olur. Sufilerin bu yaklaşımı çeşitli ayet ve hadislerin yorumundan hareketle insanı belirli bir gayeye istinaden eşref-i mahlûkat kabul etmelerinden kaynaklanır. İnsan eşref-i mahlûkattır, yaratılış ona doğru bir seyir takip eder ve nihayetinde bir insanın doğumuyla yaratılış insanda karar kılar. Demek ki doğum (mevlid) yaratılışın son ve mükemmel halkasıdır ve insanın doğumuyla yaratılış tamamlanır veya yeni bir seyre intikal eder. Hz. Peygamber’in mevlidi özel yaratılışın bir tezahüründen ibaretti ve Hz. Peygamber doğduğunda sayısı ‘nefisler’ sayısınca olan ‘nüzul’ kavislerden bir kavis daha çizilmiş oldu. Hikâyenin tabii olan kısmı burasıdır. Bu kısmın kutlanmasının veya bundan dolayı birinin övülmesinin anlamı yoktur; belki yaratan Allah’a hamt etmek ve insanda neticelenen bu mükemmel yaratılış eylemi sebebiyle O’nu övmek doğumda yapılabilecek en yerinde iştir.
Şimdi tekrar sormamız lazımdır: Hz. Peygamber miladi 571 tarihinde herhangi bir insan gibi doğdu, altmış küsur yıla varan bir hayat yaşadı ve hayatının bir bölümünde kendisine nübüvvet geldi. Nübüvvetin gayesini en iyi anlatan hadislerden birisi şu olsa gerekir: “Ben mekarim-i ahlakı ikmal üzere gönderildim.” Mekarim-i ahlak veya güzel ahlak değerleri ne demektir? Güzel ahlakın mahiyetini açıklarken şunu düşünmeliyiz: Hepimizin insanlık hakkında bir fikri vardır. Bundan daha önce söz etmiştik. Mesela bir insan yanlış bir iş yaptığında “yaptığı insanlıkla bağdaşmaz” deriz. Birisi zulmettiğinde “zülum insanlığa yakışmaz” deriz. Hepimizin kafasında insanlıkla ilgili bir fikir vardır ve buradan hareketle şu önermeleri kurarız: İnsan olan zulmetmez, insan olan merhametsizlik yapmaz vs. Buna mukabil insan olmakla merhametli olmak, âdil olmak, yardımsever olmak, diğerkâm olmak arasında irtibat vardır veya bunlar birbiriyle özdeştir. Demek ki her insanda insanlıkla ilgili bir fikir var ve bu konuda aşağı-yukarı bütün insanlar hemfikirdir. İslam ahlakçıları ve düşünürleri bunu beyan etmiştir ve onlara göre bütün insanlar “insan olmak nedir” konusunda bir fikre sahiptir; bu fikirde aramızda bir görüş ayrılığı yoktur. Mekarim-i ahlak dediğimiz şey budur: insanlığın müşterek ahlaki değerleri.Ahlak insanlığın ortak dilidir ve bu dil ile birbirimizle anlaşırız. Doğumunu hatırladığımız Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Ben güzel ahlakı tamamlamak için geldim.’ Her şeyden önce belirtmek gerekir ki, İslam metafizikçiler için bir şeyin tamamlanmasından söz etmek, o şeyin Allah’a bağlanmasından söz etmek demektir. Her insan şu veya bu şekilde bir merhamet duygusu, cömertlik, iyilik vardır, yardımseverlik vardır. Dünyanın çeşitli yerlerinde insanlar dindar olmadıkları halde ahlak sahibi olurlar, iyi ahlaktan konuşurlar ve ahlakı müşterek insanlık değeri sayarlar. Bu hususta da haklıdırlar: ahlak insanlığın ortak dilidir.
Ahlak insanlığın ortak dili ise şu soru anlamlıdır: Hz. Peygamber neyi getirdi ve neyi tamamladı? Hz. Peygamber güzel ahlakı getirmedi, çünkü insanlar zaten güzel ahlakın ne olduğunu biliyordu. Bu anlamıyla neyin iyi ve neyin kötü olduğu sorunu üzerinde derin bir tahlile gerek olmadan, ‘insanın aşina olduğu maruf’ şeklinde bir ahlak tanımı yapmak en azından metafizikçi sufiler açısından geçerli bir çerçeve çizmek demektir ahlak için. Hz. Peygamber ahlakı Allah’a bağlayarak onun istikametini değiştirdi. Ahlakı tamamlamak bu demektir: ahlak ile Allah arasındaki irtibatı ilahi isimler üzerinden kurarak insanı ahlak yoluyla Allah’a bağlamak. Hz. Peygamber insanlara cömertliği öğretmedi, çünkü insanlar cömertliği zaten biliyordu; Araplar cömertlikleriyle meşhur insanlardı. İnsanlara cesareti veya merhameti de öğretmedi, zaten herkes merhametin ne olduğunu biliyordu. Onlar güveni ve emniyeti de biliyorlardı ve bu nedenle Hz. Peygamber’e ‘emin’ diyenler müşriklerdi. Hz. Peygamber’e “sadık” diyenler yine müşriklerdi. Demek ki insanlar “emîn” ve “sadık” olmanın ne demek olduğunu biliyordu, kendileri bu vasfa sahip olmasalar bile. Hal böyleyken soruyu yeniden sorabiliriz: Hz. Peygamber ahlak bahsinde tam olarak ne yaptı?
Hz. Peygamber ‘ahlakı ikmal ederken’ iki şeyi yaptı: Birincisi içimizde dahili ve harici amillerin etkisiyle zayıflayabilecek bir ahlak çekirdeğinin açığa çıkması için şartların hazırlandığı bir ‘şehir’ oluşturdu. Merhametli olmak istiyoruz ama olamıyoruz, cömert olmak istiyoruz ama olamıyoruz, yardımsever olmak istiyoruz ama olamıyoruz. Hz. Peygamber mazeretleri ortadan kaldıracak şekilde şartları oluşturdu. Buna dinin toplumsal yanı ve ‘şeriat’ getirmek diyebiliriz. Bu sayede içimizdeki nüvenin sağlıklı bir şekilde ortaya çıkabileceği bir şehir teşekkül etti ve insanın mazereti -ortadan kalkmasa bile- en azından azaldı. İkincisi ve daha mühimi ise ahlakı Allah’a bağlayarak ahlak ile ilahi isimler arasındaki irtibatı gösterdi. Hz. Peygamber insana Allah’ın Kerim, Rahman, Rahim, Aziz vb. olduğunu öğretti ve insan için ahlaklı olmanın gereğini en üst hakikat olarak ortaya koydu. Bunun anlamı şudur: İnsan olmak ahlaklı olmaya, ahlaklı olmak ise Allah’a ulaşmaya bağlıdır. Allah’a bağlanmayan ahlak ‘iyi ve yeterli’ bir ahlak olmadığı gibi insan da ahlaksız sadece sureta insan olabilir. Bu sayede artık ahlak yeryüzünde huzurlu bir bireysel ve toplumsal hayatın aracı olmaktan çıkarak gerçek bir insan olmanın ve her şeyden önemlisi Allah’a vuslatın sebebi haline geldi. Allah’ı ancak O’nun vasıflarıyla bulabiliriz/bilebiliriz. Başka bir ifadeyle merhamet sadece bireysel ve toplumsal huzurun vasıtası değil, Allah’a ermenin sebebi haline geldi.
Burada yanlış bir algıyı tashih etmek gerekir: “Her doğan insan iyidir, temizdir.” İslam ahlakçıları insan algısını ters yüz edecek bir önerme kurarak insan doğmak ile insan olmayı birbirinden ayır ettiler. Bu bahsin mevlit ile doğrudan irtibatı olduğu gibi Hz. Peygamber’in mevlidi için yapılan kutlamaların sebebini anlamamıza katkı sağlar. İslam ahlakçılarına göre “her doğan -insan olarak değil- insan adayı olarak doğar.” Her doğan aslında bir çekirdek insandır. Çekirdeğin -kuvve- insan haline gelmesi önce hidayete, buna bağlı olarak emeğe, gayrete, kısaca ahlaklanmaya bağlıdır. İnsan biyolojik ve fizyolojik değil, bütünüyle ahlaki ve aklî bir kavramdır. Filozofların insanı ‘natık hayvan’ diye tanımlamaları ile sufi metafizikçilerin tanımları bu noktada örtüşür. Nazari ve ameli yetkinlik insanı insan kılar. Özel kabiliyet gerektiren bu ‘elit’ felsefi tanımlamayı Müslüman düşünürler ise her bir insanın ilkesel olarak dahil olabileceği Allah’a bağlanmak ve ahlak olarak tevcih etmişlerdir. Bu yaklaşım anlaşılmadığı sürece mevlid üzerinde konuşmanın bir anlamı olmaz.
Her birimiz doğumla yaratılırız ve her doğumla yeni bir kavis çizilir. Bu itibarla kün (ol) emrinden itibaren yeryüzünde ‘nefisler sayısınca’ mevlit olmuş veya kavis çizilmiştir. Bir şey bu kadar genel ve tabii ise onu kutlamanın ne anlamı olabilir? Doğum dediğimiz hadise bir ağaçtan yeni bir fidanın çıkması veya bir hayvandan yeni bir hayvanın üremesi kadar basit ve tabii bir hadise. Bu sayede yeryüzünde tenasül devam ediyor, çoğalma devam ediyor, burada bir övgü yok. ‘Nefisler’ sayısınca olan doğum miraç ile gayesine varmışsa doğumdan konuşmanın anlamı olabilir. Başka bir ifadeyle mevlit ile bir insan değil insan adayı doğdu veya yaratıldı; miraç ile ise insan haline geldi. Üzerinde durmamız gereken şey nüzul değil, uruc (miraç) olmalıdır. Doğum (nüzul) miracın sebebi iken miraç mevlidin maksadını teşkil eder. İnsan miraç etsin diye doğdu (nüzul uruc kavsi ile tamamlanarak daire haline gelince insan ‘insan’ olur). Bu sayede ikinci bir kavis çizmekle asla kavuşuruz. Bu durumda mevlit maksadına ulaşmış doğum haline gelecektir. Mevlana’nın benzetmesini hatırlarsak, ‘her tohum toprağa düşer.’ Bir tohumun değeri fidan olmasına bağlıdır. Tohum ürün vermeden çürürse o tohum üzerine konuşulmaz. İnsan için miraca ulaşmamış bir mevlit üzerine konuşulacak bir mevlit değildir. Hz. Peygamber’den bereketli bir ağaç çıktığı için O’nun mevlidi üzerine konuşuyoruz.
Mevlidin anlamı ve maksadı miraçtır dedik. Miraç, Hz. Peygamber’den bize miras kalmıştır ve nübüvvet olmasaydı biz miracı bilemeyecektik. Demek ki biz mevlit ile miraç edeni ve o bilgiyi getireni hatırlamış oluyoruz. O miras Müslümanların hayatında namaz adını almıştır. Güzel ahlak, öteki bütün ibadetler vs. hep miracın farklı tezahür ve tarzlarıdır. Miracı yaptığımızda mevlit maksadını bulur. Mevlit ve miraç ilişkisini dinin başka bir kavramıyla anlatabiliriz: Kadir Gecesi Ramazan içindeki bir gecenin adı iken aynı zamanda bir ahlak terimidir. Bir zaman olarak Kadir gecesi Hz. Peygamber’e Kur’ân-ı Kerîm’in nazil olduğu gecedir. Tasavvufta şöyle denilir: ‘Her insanın Kadir Gecesi Kuran’ın davetine cevap verdiği gecedir.” Mevlit ve miraç ilişkisi için aynı şeyi söyleyebiliriz. Hz. Peygamber’in mevlidi kutlanmaya ve hakkında konuşulmaya değer bir mevlit idi, çünkü onun mevlidi miraç ile maksadına erdi. Her insanın mevlidi konuşulmaya değer mi? Benim mevlidim hakkında konuşmaya değer mi? Her doğum yeryüzüne ‘nüzul’ etmeye ve bir kavis çizmeye değdi mi, yoksa yeryüzünün taşıdığı bir yük mü oldu? Bunun cevabı miraçtır: Miracı olanın mevlidi maksadına ermiş oldu. Miracın anlamı insanın Allah’a dönerek ve O’nu hatırlayarak hayatın istikametini değiştirmesidir. Miraç ile insan merkezde olanın Allah olduğunu öğrenir, daha doğrusu hatırlar. Allah’ın varlığın merkezinde olduğunu hatırlamak ahlakı ikmal etmek demek olduğu kadar dinin bütün temel kavramları bu istikamette yorumlanabilir. İslam kelimesi Allah’ın merkezdeki varlık olduğuna iman etmek iken iman, ihsan gibi dinin merkezindeki kavramlar da bu anlama işaret eder.
Netice-i kelam: Doğum günlerini kutlamak günümüzde yaygın bir toplumsal adet haline geldi. Doğrusu bu şekliyle doğum günü kutlamanın bir anlamı olamaz. Ancak miraç ile mevlitleri maksada ulaşanların doğum günü bir anlam ifade eder. Ötekilerin doğum günü yaşadıkları sürece miraç imkânı ortada durduğu için ‘kuvve halinde’ bir manayı içerir: bekleyeceğiz ve göreceğiz, o mevlit kutlamayı değer mi, değmez mi?
Yazının I. bölümü için tıklayınız.