-"Seyyid" ve "Şerif"lerin İslam geleneğindeki yeri nedir?
Bugünlerde, bu iki kavramın birbirinden ayrıldığını ve Hasanîlerin ( bir başka ifade ile Hasan'ın soyundan gelenler) Şerif, ve Hüseynîlerin (Hüseyin'in soyundan gelenler) Seyyid olarak anıldıklarını görmekteyiz. Bu farklılığın muhtemelen daha önceki dönemlerde de aynı olduğunu düşünüyorum. Başlangıçta, Seyyidler Şerif ve Seyyid-i Şerif olarak anılmaktaydı. Hasanîlerin daha sonra zaman içinde Mekke'nin Şerifleri oldukları ve bu görev ve unvanın Abbasiler zamanında ihdas edildiği elbette yadsınmayacak bir gerçektir. Taberî'yi okurken Abbasi Halifesi Me'mun'un Hz. Ali'nin soyundan gelen birini Mekke Şerifi olarak tayin etmesinden bahsettiğini fark ettim. Me'mun'un bu tayini yapmasındaki asıl amaç Hz. Ali taraftarlarını diplomatik bir yöntemle etkisiz kılmaktı. Ali (r.a.)'nin taraftarları önce Emevilere ve daha sonra da Abbasilere karşı çıkarak muhalefet etmişlerdi. Böylece Me'mun Hz. Ali'nin taraftarları ile iyi geçinmeye ve dost olmaya ve bu şekilde bir tayin yaparak onlara olan teveccühünü göstermeye çalışıyordu. Bir coğrafya bilgini olan Dimaşkî 1200 yılında yazdığı eserinde ilk tebliğcilerin Asya'ya Hz. Osman'ın halifeliği döneminde gönderilmiş olduğunu yazmıştı. İslam'ı tebliğ için gidenlerin bu bölgede bulunmasının nedeninin ise Emeviler döneminde Haccac yönetiminin zulmünden kaçmak olduğunu belirtmişti. Bu kişiler önce bu zulümden kaçmışlar ve daha sonra da Hindi-Çin'in o dönemde Shampa olarak bilinen ve günümüzde Kamboçya olarak adlandırılan bölgesine gelmişlerdi. Daha sonra da Güneydoğu Asya'ya geldiler. Dimaşki bu kişilere "Ali (r.a.) taraftarları" (aleviyyun) olarak atıfta bulunmuştu. Bu durum Hz. Osman döneminde başlamış, Me'mun döneminde ve daha sonraki dönemlerde çok sayıda elçi Çin'e gönderilmişti. Yaklaşık olarak Hicri 500 senesine kadar Emeviler ve Abbasiler arasında geçen zaman içinde en az 32 elçinin gönderilmiş olduğundan söz edilmektedir.
Evet, Çin imparatorunun Peygamberin soyundan gelen kişilere daha fazla saygı gösterdiğini düşünüyorum. Tang hanedanlığının Emeviler döneminde Medine şehrine bir Çin sefiri göndermesinin nedeninin de bu saygıdan kaynaklandığını düşünüyorum. Sefiri Medine'ye göndermişlerdi. Zira o dönemde hala Medine merkez konumundaydı. Gerçi o dönemde Mekke şehrinde Şerif makamı bulunmakta idiyse de halife hala Medine şehrinde ikamet etmekteydi. Sefirin tayin edilmesinin amacı ise Çin imparatoruna dünyadaki bu yeni güç ile ilgili bilgilerin raporlanmasıydı. Bu yeni güç nasıl bir güçtü, bu gücü kim yönetiyordu?
Sefir bu kişilerin cennete inandıklarını ve tapındıklarını, putların olmadığını ve bu kişilerin domuz eti yemediklerini rapor etmişti. Bu Çin sefirinden bahseden kaynakların kayıtlarına göre anılan sefir Çin'e geri dönerken kendisine bir Arap komutanı eşlik etmiştir. Bu Arap komutanın kim olduğundan emin değiliz. Bazı kaynaklar bu Arap komutanının Sa'd B. Ebi Vakkas olduğunu söylerler. Çinliler bu kişinin ülkenin kuzeyinde mezarının bulunduğuna inanırlar. Bahsedilen dönem Sahabe dönemiydi.
Şeriflerin rollerinin daha ziyade idari görevler olduğunu düşünüyorum. Zaman içinde tedrici bir biçimde Mekke Şerifi oldular. Bu ifade onların kentin valileri gibi hareket ettikleri ve giderek de hükümran oldukları anlamına gelmektedir. Bununla birlikte Seyyidler mücadele etmeye devam ettiler. Emevilerin Hüseynîlere, Hasanîlere göre daha fazla cephe almaları ve aleyhlerinde davranmalarının nedeni de budur. Hüseynilerin çoğu güney Arabistan'a yerleşmişti. Günümüzde Umman olarak bilinen bu yer o dönemlerde Hadramut olarak anılmaktaydı. Hadramut bölgesinden Hz. Musa dönemi ile ilgili olarak İncil'de de bahsedilmektedir ve bu bölge çok önemli bir bölgedir.
Hüseynîlerin çoğunluğu bu bölgeye yerleşmişti. Deniz aşırı çok fazla seyahat eden ve denizcilikle uğraşan insanlardı. İbn Khurdabbe'nin yazılarında deniz seyahat ve güzergâhlarından söz etmesi bu nedenledir. Eserlerinde Seyiddlerin nasıl Çin'e ve Hindistan'a ve diğer ülkelere gittiklerinden bahseder. Onlar hadislerin izinden giderek İslamiyet'i yayan kişilerdi. Hollandalı ve Batılı bilginlerin satıcılardan ve tüccarlardan bahsettiklerini bilirsiniz. Tüccarlar ve satıcılar yönetim otoritesi ile yakın ilişkiler kuramıyorlardı. Yönetim erki yalnızca Hz. Peygamber'in soyundan gelen insanlara saygı gösteriyordu. Bu sebepten ötürü yerel insanlar tıpkı Sumatra'da olduğu gibi, büyük oranda Seyyidlerle evlilikler yaptılar.
Seyyidlerin özelliklerinden birinin, nereye giderlerse gitsinler çok fazla milliyetçi veya ırkçı olmayışları olduğunu düşünüyorum. İlk kez Arap olmayan birisiyle, Pers imparatoru Yezdecarb'ın kızıyla evlenenin Seyyid Ali olduğunu düşünüyorum. Bir başka deyişle Seyyidler Arap olmayanlarla evlendiler, ancak diğer Araplar bu şekilde hareket etmediler. Seyyidler Afrika'ya gittiklerinde bu tür faklı milletlerle yapılan evliliklerle Afrikalı haline geldiler, aynı şey Çin için de söylenebilir.
Ancak burada önemli olan husus, bu insanların rollerinin, misyonlarının önceden hazırlanmış olmasıdır. Kazara ortaya çıkmış bir durum değildir. Bir başka deyişle, İslamiyet'i bilen dindar insanlar olarak seçilmişlerdi ve bu tehlikeli rotada gidecek kadar cesurdular. Yalnızca tacir ve satıcı değildiler. Batılı insanlar tüccarların ve satıcıların dini yaygınlaştıramayacaklarını bilmekteydi. Batılılar İslamiyet'te herkesin misyoner olduğunu iddia ederler. Teorik olarak bu iddia tabii ki doğrudur, ancak gerçekte bir misyonerin pek çok şeye vakıf olması gerekir. Zira eninde sonunda kralla konuşmaları gerekiyordu. Krala yakın olmayı başarabilmeleri gerekiyordu. Bizim tebliğ dediğimiz bu işin önemli bir bölümü yüksek seviyede diplomasiyi içermektedir. Bence en önemli olan husus budur.
Bilgiyi Peygamber soyundan gelenler yaymışlardır. Batılı oryantalistler de bilgiyi yayanların Hz. Peygamber'in soyundan gelenler olduğunu söylerler. Fatımîleri ve El Ezher'i kastetmektedirler. Bu insanlar üniversiteler ve eğitim yerleri kurmuşlar ve çok daha fazlasını yapmışlardır.
Tabii ki bu husus her biri için geçerli değildir. Sade vatandaş olan bazıları hiç bir şey yapmamıştır. Sorun bilginin ve dinin yaygınlaştırılmasıydı.
Dince kabul gören inançlara ilaveler yapmamak konusunda dikkatliydiler. Daha gelenekçi bir tarzları vardı ve bu tutum Peygamberin yöntemlerine geri dönüşü gerektirdi. Bunun nedeni, özellikle Hadramut'un güney kesimlerinde izole edilmiş olmalarıdır. Hadisleri öğrendiler ve daha sonra buraya gelen ilk Seyyidler olan ulemaların kitaplarını okudular. Kullandıkları kitaplar, Kutb al kulub, al Maki, Kuşeyri Risalesi ve diğer pek çoğunun yanı sıra tabii ki Gazali'dir.
Hadramut'a Sufizmi (tasavvuf) ilk getiren Fakih al-Mukaddem'dir ve bu 15. yüzyılda meydana gelmiştir.
-Hz. Peygamberin de teşvikiyle çok erken tarihlerde sahabelerin seyahat ettiklerini görüyoruz. İslam'ı öğrenir öğrenmez ülkeden ayrılarak dünyanın farklı yerlerine seyahat ediyorlardı.
Evet, İslamiyet'in ortaya çıkışından önce bizler Avrupa'da, hatta o bölgede İsa'nın zamanında bile, Araplar olarak kabul ediliyorduk ve Araplar Romalılar zamanında ticaretle meşguldü.
Ancak Seyyidlerin rolünün İslamiyet'in yayılması olduğunu düşünüyorum. Bu en önemlisiydi. İkinci faktör de insanlara söz konusu kitaplardan İslamiyet'in uygun şekillerini öğretmeye çalışıyorlardı. Dine hiç bir bid'at katmadılar. Tabii ki hadis çalıştılar, böylelikle hadislerin sıhhati hakkında daha fazla bilgileri oldu. Aynı zamanda diğer çalışmaları da okudular. Ancak herkesçe bilinir ve tanınır olmanın peşine düşmediler. Aynı zamanda insanların kendilerini doğru kabul edip etmediklerini de önemsemediler. Yalnızca görevlerini yaptılar.
- Asya'ya ilk gelen Müslümanların Peygamber neslinden olması bu bölgenin İslamlaşmasında nasıl etkili olmuştur?
İlk olarak Seyyidlerin geldikleri doğrudur. Bu Seyyidler Sumatra'nın kuzeyinde idiler. İlk olarak Sumatra'ya oradan Malay yarımadasına ardından Joho'ya geldiler. Buradan Brunei'ye, oradan Sulu'ya ve nihayetinde Jaba'ya gittiler. Jaba'ya en son gitmelerinin sebebini o dönemde Jaba'nın çok güçlü olmasına ve krallığının çok geniş olmasına bağlıyorum. Orada eski çağlarda da Arap yazarlar vardı; mihracenin mihrace olarak değil, daha ziyade Japonca ismi olan batara olarak bilindiği söylenmektedir. Yüz bin kişilik bir ordusunun ve silahlı gemilerinin olduğu söylenmektedir. Bir başka deyişle Jaba, Hinduizm veya Hindu-Budist geleneğinde çok güçlü bir krallıktı.
Dolayısıyla plan, büyük olasılıkla ilk olarak Malay kesimini İslamlaştırmak ve bu gerçekleştirildikten sonra Jaba'ya gitmekti. İlk olarak Jaba'ya gitmek mümkün değildi zira çok güçlüydüler. Yavaş yavaş ilerlemek suretiyle, 1470'lerde oralara gidildi ve Japon krallığı Müslümanların eline geçti. Ancak bazı Arap gezginler 1430'larda Jaba'da Müslüman krallıkların halen bulunduğunu yazmışlardır. Fakat bu tarihin doğru olduğundan emin değilim.
Seyyidin daha yalın anlamı köylere giden insanlar demektir. İnsanlara İslamiyet'i ve adabı (tavır ve davranışlar) öğrettiler. Bu hala sürmektedir. Endonezya'ya gittiğinizde köylerde böyle pek çok insanla karşılaşırsınız. Bu insanlar örnek davranışlar sergilerler ve son derece dindardırlar.
Hasanîleri Singapur'da görebilirsiniz; bunlar Singapur'da gayri Müslimler arasında dahi çok popüler kimselerdir, sebebi daha sade ve aynı zamanda daha cömert olmalarıdır.