Öfke Baldan Tatlı mı?

05 Mart 2012

Sevgili Peygamberimiz “Öfke şeytandandır, şeytan da ateşten yaratılmıştır. Ateşi su söndürür, dolayısıyla biriniz öfkelendiği zaman abdest alsın” (Ebû Dâvûd, Edeb, 3.) buyurarak da öfkenin şeytanla ilgili olduğuna dikkat çekmiştir. Öfke, insanın iradesini zayıflatarak onu her türlü olumsuz yönlendirmeye açık hale getirmektedir. Atalarımızın “Öfke gelince akıl gider” diyerek tarif ettiği bu hâl elbette şeytanın işine gelecektir!

Aslında öfke gayet doğal bir duygudur. İnsanın kendisini tehlikelere karşı korumasında, kişiliğine ve değerlerine yönelik bir saldırı karşısında savunmaya geçmesinde tetikleyici güç olarak görev yapan içgüdüsel bir duygudur. Bedenine, malına, inancına, ırzına ve sevdiklerine karşı bir tehdit algıladığında öfkelenen insan bedensel, duygusal ve zihinsel güçlerini aynı anda harekete geçirerek söz konusu tehdidi uzaklaştırmaya çalışır. Ancak öfkenin yaratılış kodlarımızda var olması onun bütünüyle masum olduğu anlamına gelmemektedir. Çünkü hepimiz biliriz ki öfke, kontrol edilmesi gereken ve haddini aştığında hem öfkelenen kişi hem de karşısındakiler için son derece tahripkâr olan bir duygudur. Kısacası Allah Rasulü’nün de söylediği üzere ateş gibidir öfke; ona muhtaçtır insan ama gereğinden fazla olup kontrol edilemez hâle geldiğinde insanı yakar, yıkar, perişan eder…

“Öfke baldan tatlıdır” derler. Öfkeye kapılıp ne dediğini ve ne yaptığını bilmez bir halde savrulmak insanın kolayına gelir. Oysa aklıselim sahibi yetişkin bir kimsenin, zarara dönüşecek bir öfke duyduğunda bunu en kısa sürede dindirerek sabırlı ve sağduyulu olması lazımdır.

İmtihan dünyası, her adımında farklı sorunlarla insanın karşısına çıkar. Bir problemle yüz yüze geldiğinde, kendisini bir anlaşmazlığın ortasında bulduğunda, gayretlerine rağmen duygu ve düşüncelerini ifade etmekte zorlandığında, istekleri gerçekleşmediğinde minicik bir bebek bile olsa öfkelenir insan.  Hâlbuki akıl sahibi olan ve Rabbinin sınırsız lütfu ile bu kâinatın en değerli varlığı olma şerefine eren insandan istenen, öfkesinin aklını perdelemesine izin vermemesidir. Doğru zamanda ve doğru bir şekilde dışa yansıttığı öfke ile kimi zaman başarılı olabilecekse de öfkenin yanlış yer ve zamanda patlamaya hazır bir dinamit gibi avucunda gezdiğini unutmamasıdır.

“Öfke baldan tatlıdır” derler. Öfkeye kapılıp ne dediğini ve ne yaptığını bilmez bir halde savrulmak insanın kolayına gelir. Oysa aklıselim sahibi yetişkin bir kimsenin, zarara dönüşecek bir öfke duyduğunda bunu en kısa sürede dindirerek sabırlı ve sağduyulu olması lazımdır. Hiçbirimizin öfke girdabına kendini bırakıp bütün olumsuz enerjisini karşısındakilere boşalttıktan sonra “Ne yapayım, öfkeme yenildim” deme gibi bir lüksü yoktur. Öfkesini denetlemek ve kendine hâkim olmak; yaşı, cinsiyeti ve konumu ne olursa olsun herkesin vazifesidir. “Öfke ile kalkan zararla oturur” ise anne, baba, öğretmen, idareci, esnaf ya da usta; herkes kendisini ve çevresini zarardan korumakla sorumludur.

Peygamber Efendimiz, kendisinden nasihat isteyen bir kişiye “Öfkelenme!” buyurmuş ve bunu üç defa tekrar etmiştir.

Peygamber Efendimiz, kendisinden nasihat isteyen bir kişiye “Öfkelenme!” buyurmuş ve bunu üç defa tekrar etmiştir. (Buhârî, Edeb, 76.) Elbette bir alev topunu andıran öfkeyi yutmak kolay bir iş değildir. Ama Allah Rasulü’nün ifadesiyle, “Asıl pehlivan güreşte karşıdakini yenen değil öfke anında kendini kontrol edebilendir!” (Müslim, Birr ve sıla, 106.) Velhasıl, marifet, güreşmeyi ve ezmeyi değil, öfke ile mücadele edebilmeyi öğrenmektir. Bu konuda Peygamber Efendimiz’in hayatında eşsiz örnekler vardır. Haksızlık karşısında öfkesini göstermekten çekinmeyen Allah Rasulü, bunun dışında gayet sakin, soğukkanlı ve ağırbaşlı davranmış, öfkenin insanları esir aldığı bir cahiliye toplumuna hilm, şefkat ve merhamet aşılamıştır. Sözgelimi, Huneyn Savaşı’nda elde edilen ganimetleri paylaştıran Hz. Peygamber (sas), gönüllerini İslam’a ısındırmak için çabaladığı bazı kimselere fazla mal vermiş, bunu gören ensardan bir kişi de öfkesine hâkim olamayarak, “Vallahi bu, adaletin gözetildiği ve Allah rızasının hedeflendiği bir paylaştırma değildir!” demişti. Bunu duyan Peygamber Efendimiz, mübarek yüzünün rengi değişecek kadar öfkelendiği halde sabretmiş ve şöyle demişti: “Allah ve Rasulü de adaletli davranmayacaksa kim adil olacak! Allah, Musa’ya rahmet etsin. Bundan daha fazla eziyete uğramıştı da o bunlara sabretmişti.” (Buhârî, Farzu’l-humus, 19.)

Öfke kontrolü konusunda ümmetinin yardımına koşan Rasul-i Ekrem, “Biriniz ayakta iken öfkelenecek olursa hemen otursun, eğer (oturunca öfkesi) dinecek olursa ne âlâ! Ama eğer dinmezse o zaman da uzansın” (Ebû Dâvûd, Edeb, 3.) buyurmuş ve öfkelenen insanın kırıcı olmaması için susmasını tavsiye etmiştir. (İbn Hanbel, I, 239.) Öfkenin kabullenilmesine ve kişiliğe yer etmesine razı olmayarak ismi Bağîz (öfkeli/nefretli) olan bir adamın ismini Habib (sevecen/sevgili) olarak değiştirmiştir. (İbn Hacer, İsâbe, I, 320.) Kendisi de öfkenin etkisiyle hata yapmaktan endişe etmiş ve bu konuda Rabbinden şöyle yardım dilemiştir: “Allah’ım! Muhammed ancak bir beşerdir. Her insanın öfkelendiği gibi o da öfkelenir. Eğer bir Müslümana haksız yere lanet okur, ağır konuşur, beddua edersem, bunu onun için (günahlarından) temizlenme ve rahmet vesilesi kıl.” (Müslim, Birr ve Sıla, 89.)

Hz. Ömer’in oğlu Abdullah der ki “Allah katında, Allah’ın rızasını dileyerek öfkelendiğinde yutkunan bir kulun bu yudumundan daha hayırlı bir yudum yoktur.” (Buhârî, el-Edebü’l-Müfred, s. 446.) Rasulullah da öfkesini yenen ve gücü yettiği halde kendisini tutarak karşısındakini incitmeyen kulun ahiretteki mükâfatını anlatmıştır. (Tirmizî, Sıfatü’l-kıyâme, 48.) Nihayetinde mesele, inanan bir kul olarak Rabbin hoşnutluğu uğruna ateşin yalımına karşı durmak ve Kur’an’da kendilerinden övgüyle bahsedilenler arasına girmek değil midir? “Onlar bollukta ve darlıkta Allah yolunda harcayanlar, öfkelerini yenenler, insanları affedenlerdir… İşte onların mükâfatı Rab’leri tarafından bağışlanma ve içinden ırmaklar akan cennetlerdir ki orada ebedî kalacaklardır. (Allah yolunda) çalışanların mükâfatı ne güzeldir!” (Âl-i İmrân, 3/134, 136.)