Ömer Faruk Harman: Peygamberimizin Miraç'ı Cenab-ı Hakk'a Mekân İzafe Etmek Olmaz

15 Mayıs 2015

Üç semavi din için kutsal addedilen Kudüs’ün Müslümanlar açısından önemi nedir?

Üç ilahi kökenli din açısından mukaddes olan ve adı da “mukaddes” anlamına gelen Kudüs’ün önemi İslam açısından nedir diye soruyorsunuz; Yahudilikten başlayarak kısaca günümüze gelelim. Yahudilikte Kudüs’ün önemi, Hz. Davud (as)’un bu şehri Yebusiler’in elinden almış ve orayı kurduğu devletin başkenti yapmış olmasının da ötesinde oğlu Hz. Süleyman (as) tarafından Kudüs’te Süleyman Mabedi diye bilinen, Araplarca Beytü’l Makdis diye adlandırılan, Yahudilerce Bet-Hamiktaş diye adlandırılan, bizim Mescid-i Aksa dediğimiz mabedin orada bulunmuş olmasıdır. Ayrıca Hz. Musa (as)’dan sonra diğer peygamberlerin, Hz. Davud (as)’un, Hz. Süleyman (as)’ın o çevrede yaşamış olmasından kaynaklıdır. Hristiyanlara göre, Hz. İsa (as) Kudüs’e yakın bir yerde doğdu. Bir başka rivayette Kudüs’ün hemen dışında çarmıha gerildi. Dolayısıyla Yahudilik için de Hristiyanlık için de son derecede önemli. Yahudiler Kudüs’ü ahiretin kapısının açıldığı yer olarak telakki ettiklerinden, ebedi başkent olarak benimsemişlerdir. Yahudiler nezdinde Kudüs’teki Süleyman Mabedi de bizde Kâbe ne ise aynı ona mümasil bir yapı. Süleyman Mabedi, Yahudilikteki ibadetin özünü teşkil eden, kurban ibadetinin ifa ve icra edildiği yegâne yerdir. Dolayısıyla bu eksik bırakılırsa ibadet eksik olmuş olur. İbadet eksik olunca din eksik yaşanmış olur, Kudüs bu açıdan önemli.

Bizim açımızdan önemi; hem Müslümanların ilk kıblesinin Kudüs oluşudur hem de Müslümanların da Müslüman olma şartlarından biri olan daha önceki peygamberlere iman çerçevesinde Hz. Davud (as)’un, Hz. Süleyman (as)’ın o şehri almış olmaları ve orada yaşamış olmaları ve bizim Süleyman Mabedi dediğimiz mabedi Hz. Süleyman’ın yapmış olması ve sonra da Peygamber Efendimiz’in İsra Suresi’nde buyrulan İsra ve Mirac olayını gerçekleştirdiği mekân olmasıdır.

Mirac Kandili size göre neden kısıtlı bir coğrafyada kutlanıyor?

Mirac’ın ilk ayağı olan İsra mucizesi Kur’ân-ı Kerîm’de yer aldığı için bütün Müslümanların İsra olayını –bir gece vakti Peygamber Efendimiz’in Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya götürülmesini- kabul etmiş olmaları gerekiyor. Mirac, işin ikinci safhasıdır.  Mescid-i Aksa’dan Cebrail (as)’in refakatinde semalara çıkma olayıdır. Mirac olayı yalnızca bizde değil, daha önceki peygamberlerin hayatlarında da söz konusudur. Ama Kudüs, Ortadoğu bölgesinde olduğu için ve Türkiye, Filistin gibi ülkelerde yaşayan Müslümanlar Kudüs’le komşu oldukları, hemhal oldukları için bu yörelerde kutlanması tabii.

Mirac Kandili kutlanmaya ne zaman başlandı, bunun cevabını aramak lazım öncelikle. Osmanlılarda mı? Emevilerde mi? Abbasilerde mi? İslam dünyasına baktığımızda kandiller konusunda Osmanlı Türklerinin çok daha fazla hassasiyeti olduğunu görüyoruz. Gerçi Araplarda da Peygamber aşkı kasideler ve naatlarla son derece zengin şekilde çizilmiş, ancak bayrağı Türklerin devralışından itibaren Ortadoğu’da bu dini gün ve bayramlara riayet, onların şu anda anladığımız manada kutlanması Müslüman Türklerin geleneği olsa gerek. Bu biraz da gelenek meselesi, sevgiyi izhar ve ifa işi.

Müslümanlar Kudüs’ü alıp öylece bırakmamışlardır;  bugünün Kudüs şehrinin surlarının inşası Kanuni’ye aittir. Hatta Yahudilerce kutsal kabul edilen Ağlama Duvarı’nın tamir işini bile Kanuni yaptırmıştır. Osmanlılar hakikaten mukaddes mekânlarla çok fazla alakadar olmuşlardır.

Bir de şu var; kimi Müslüman ülkelerde Maliki, Hanbeli gibi mezhepler var. Pek çok mezhepte de bu tür kutlamalar bir bakıma bid’at kabul edildiği için, o mezhebin mensupları halklar buna itibar etmiyor. Lakin bizde kandil gecelerine hürmet, o geceleri putlaştırmak anlamında değildir. Sadece kişinin sevgisini, aşkını izhar ve ifa edebilmesidir. Dolayısıyla bu tür şeyler, Kur’ân’da yoktu, hadiste yoktu diye bunları reddetmenin bunlara karşı çıkmanın da bir faydası yok. Hâlbuki ne oluyor; kandil gecesi Müslüman camiye gidiyor, Mevlid dinliyor, Kur’ân-ı Kerîm dinliyor. Dini duyguları galeyana geliyor, bunda ne gibi bir kötülük olabilir. Yani farz olmadığı için teravihe karşı çıkmanın anlamsızlığı gibidir bu. Adam gidiyor yani, Ramazan’da camiyi dolduruyor, namaz kılana niye mani oluyorsun. Dolayısıyla kimi mezheplerde böyledir, dört mezhebin bir kısmında bid’at kabul edilir, İbn-i Teymiye vs. de bid’atlara karşı çok mücadelecidir. Tabii dinin aslını, ruhunu, özünü değiştirecek dönüştürecek şeylere elbette karşıyız. Ama bu Mirac Kandili’nin, Peygamberimiz’in Mirac’a çıkışının tes’idi kutlanmasının, Süleyman Çelebi’nin Mevlid’de anlatmasının aykırı, ters gelen tarafı neresidir? O, ne güzel Peygamber sevgisini dile getirmiştir.

Sorumuza dönersek muhtemelen bu, hem bölgeye uzak oluş hem de o bölgelerdeki Müslümanların farklı mezhepten olmalarından kaynaklanan mevzulardır. Bizde de aykırı görüşler var: Kandillerin aslı nedir? Niye Regaip Kandili, Berat Kandili oluyor vs. Bunların tarihi gerçekliği var mı diye soranlar, tartışanlar oluyor. Her şeye akılcı yönden bakıp da akıl süzgecinden geçirip değerlendirmek; işin his tarafına, coşku tarafına veya gönül tarafına hiç bakmamak, o zaman dini çok aklileştirmek, kısırlaştırmak olur. Hâlbuki iman dediğimiz şeyde akıldan ziyade gönül var.

Kur’ân-ı Kerîm’de İsra ayetle sabittir. Mirac’la alakalı olarak da söz konusu surede bahsedilen olayı Mirac’a işarettir diyenler var, farklı fikirler var. Müslüman çevrelerde bile, hatta Türkiye’de bile Mirac olayının tarihi gerçekliğinin olup olmadığı tartışılıyor. Daha önceki dinlerde bile semaya urûc etme, yücelme ve yükselme motifi söz konusu.

Hz. Peygamber’i İsra ve Mirac mucizesine hazırlayan olaylar silsilesi nedir?

Peygamberlerin hayatları sıkıntılarla, imtihanlarla doludur. Kişi kendi istediği için peygamber olmaz elbette, Allah kulunu seçip onu göreve hazırlar. Peygamberler görevlendirildikleri ortamda ve cemiyette, tevhid inancına aykırı bütün inançlarla, bunu maddi halleri olan putlarla mücadele ettiler. Hz. İbrahim (as) bir olan Allah’a kulluğa davet etti, önce babasıyla araları açıldı, ardından kavmiyle; sonra ateşe atıldı, mucizeler gerçekleştirdi, putları kırmaya devam etti. Hz. Musa (as) da aynı şekilde altın buzağıyı parçaladı. Hz. İsa (as) zihinlerdeki putları kırdı, çünkü Yahudi din adamları öyle bir din takdim etmişlerdi ki o topluma, o din gerçek Musa (as)’nın tebliğ ettiği dini yansıtmıyordu, şekle boğulmuş ama ruh ve özü gitmişti. O da zihinlerdeki bu hakikati görmeye engel olan bu putları yıktı. Putperest Mekke müşrikleriyle mücadele etti. Ehl-i kitap Yahudi ve Hristiyanlarla mücadele etti. Ama bu mücadele sadece onları ortak kelimeye davet etmek içindi; yani bir olan Allah’a kulluğa, O’nun insanlığa hidayet için gönderdiği elçilerine uymaya davet şeklindeydi.

Peygamberler arasında öncekinin sonrakini müjdelememesi, sonrakinin öncekini tasdiki temel prensiptir. Bütün peygamberler bu iki noktada yani bir olan Allah’a kulluğa davet ve putlarla mücadelede ortaktılar. Bütün peygamberlerin bir kaderi var, bu uğurda çeşitli ibtila ve imtihanlara maruz kalıyorlar, sıkıntılara duçar oluyorlardı. Bunların karşılığındaki sabırları, o imtihanları başarıyla geçmeleri onları yüceltiyordu. Hz. İbrahim (as)’in inancı uğruna ateşe atılması, ilerlemiş yaşında sahip olduğu biricik evladını kurban etmesi, ardından kendi yurdundan hicreti…  Hicret de bütün peygamberlerin ortak bir niteliğidir. Hatta peygamberler yetişip büyüdükleri çevrede genelde takdir ve tasdik görmezler. Hz. İsa bir gün Nasıra’ya gelir, Nasıra O’nun memleketidir, Nasıralılar O’nu çok sıradan biri diye telakki ederler. Der ki “Hiçbir peygamber kendi memleketinde taziz olunmamıştır.” Peygamberimiz de hicret etti. Malumunuz İsra ve Mirac mucizesi, hicretten bir, bir buçuk yıl önce vuku bulmuştur 620 veya 621 yılında. Bundan öncesine bakarsak 610 yılında ilahi vahiy geldi. Sonra vahiy bir süre kesildi, buna biz fetret dönemi diyoruz. Daha sonra Peygamber Efendimiz tebliğ faaliyetine başladı. Peygamber Efendimiz’in tebliğ faaliyetleri sırasında kendisine en çok karşı çıkan yine en yakın akrabaları olmuştur. Amcaları Ebu Leheb, Ebu Cehil… Hatta onları ilk topladığında Ebu Leheb O’nu açıktan eleştirdi, insanlar dağıldı, Peygamberimiz vazgeçmedi yeniden topladı insanları ve şöyle dedi: “Şu dağın arkasında düşman var, size saldıracak dersem inanır mısınız?” “Evet, inanırız” dediler. Davetini yineledi, yine karşı çıkanlar oldu. Peygamberimiz bir açılım bulabilmek için Taif’e gitti. Peygamberler önce kendi toplumlarında ferd-i vahiddirler, kendi toplumunun ilk Müslümanı olarak. Taif’te çok daha kötü şartlarla karşılaştı.

Dünyaya gelmeden babasını, 6 yaşında annesini, ardından dedesi Abdülmuttalib’i kaybetti. Bütün bunların ardından amcası Ebû Talib’i kaybetti. Bundan sonra da sevgili eşi Hz. Hatice Validemiz vefat etti ki onu hiçbir zaman unutmadı. Kendisine başından beri destek olan, örnek bir hanımefendidir Hz. Hatice Validemiz, daha Hira’da ilk vahiy geldiğinde, Peygamberimiz’in o ilk tereddüdü, şaşkınlığı ve heyecanına karşılık Hz. Hatice (r.anha)’nin söyledikleri mükemmel bir teselli ve destekleme örneğidir.

Peygamberimiz’in başına sıkıntılar geliyor, bunlara tahammül ediyor ama insanın belirli bir dayanma gücü de var. Allah insanın yaratıcısı olarak onun psikolojisini en bilendir. Dolayısıyla bu sıkıntılara karşılık “ben seni daha ne yücelere kavuşturacağım, sana ne mükâfatlar vereceğim” sadedinde O’nu semalara çıkarmıştır.

Bütün bu sıkıntıların neticesinde kavminden hiçbir makam, mevki talep etmemiştir, ancak kavmi davasını bırakması için yapılan tekliflerde bulunmuştur, O bunlara tevessül etmemiştir. Peygamberimiz İsra ve Mirac mucizesinden önce de sonra da Kudüs’e hiç gitmemiştir. Ancak bu ayet bize gösteriyor ki Peygamber Efendimiz Mescidi Aksa’ya götürüldü.

Mirac Hadisesinin bedenen değil ruhen gerçekleştiğine dair bir tartışma var, daha doğrusu bedenen gerçekleştiğini ve ruhen gerçekleştiğini iddia eden iki farklı bakış açısı var. Siz bu konuya nasıl bakıyorsunuz?

Kur’ân-ı Kerîm’de İsra ayetle sabittir. Mirac’la alakalı olarak da söz konusu surede bahsedilen olayı Mirac’a işarettir diyenler var, farklı fikirler var. Müslüman çevrelerde bile, hatta Türkiye’de bile Mirac olayının tarihi gerçekliğinin olup olmadığı tartışılıyor. Daha önceki dinlerde bile semaya urûc etme, yücelme ve yükselme motifi söz konusu. Yine bizim telakkimize göre, Hz. İdris (as)’in göğe çıkışı, cenneti ve cehennemi görmek isteyişi söz konusu. Hatta rivayete göre, cennete girmiştir ve demiştir ki “İnsanoğlunun hedefi buraya girmek ve ben hazır girdim, artık ben burada kalayım ve çıkmayayım.” Rivayet bile olsa Hz. İdris (as)’in semaya urûcu söz konusudur. İlyas Peygamber’in semaya yükselmesi, ateşten atların çektiği bir arabayla semaya urcu anlatılıyor. Hz. İsa’nın semaya yükselmesi söz konusudur. Önceki peygamberlerde giden gelmedi, bunun istisnası Peygamberimiz’dir, O gitti ancak geri döndü. Yani Peygamberimiz’in Mirac’ı Cenab-ı Hakk’a mekân izafe etmek olmaz. Ama genelde azamet ve ulûhiyet simgesi olduğu için biz yukarıyı kastederiz. Mirac’a çıkması, yücelere çıkması… Yoksa Allah’ı bulmak için bir yerlere gitmek de şart değil, o bize şah damarımızdan daha yakın. Bu bedenen/cismen mi oldu, ruhen mi oldu? Her ikisi de olabilir. Her ikisinin de olması Cenab-ı Hakk’ın kudretinin dâhilinde. Bunun bir hâl olması da mümkün.

Hamidullah merhum, Batı toplumlarına anlatırken bunun bir hâl olduğunu söyledi diye Türkiye’de tekfir edilmeye kalkıldı. Ben ki Hamidullah merhumun, Paris’te 1985 yılında, bir yıl boyunca cumaları Paris Camii’nde gelişinde ve gidişinde izledim. Onun bir saf arkasında namaz kıldım. Hamidullah hocayı her Müslüman Türk’ün tanıması gerektiğine kaniyim. Hamidullah’ın yaşayışı, takvası, feragat ve fedakârlığı öyledir ki Hamidullah hocaya dil uzatanların önce ona yakın bir noktaya gelmeleri lazımdır ki ona dil uzatsınlar. Her şeyin maddeyle ölçüldüğü bir dünyada eğer bilgisinin karşılığını para olarak isteseydi çok zengin olur, rahat bir hayat yaşardı. Ama ne yaptı, beş katlı bir binanın çatı katında 2 odada tek başına –çünkü hayatı da gayet çilelerle geçti- geçti. Batı’da Mirac için, “bu bir hâldir” dedi diye tekfir edildi. Bu bir hâl de olabilir, bedenen de olabilir.

Şimdiye kadarki genel kanı, ruh ve cesedin semaya urûcudur. Peygamberimiz ümmetine sevgisi ve bağlılığı sebebiyle dönüp geldi, hatta ümmetinin bağışlanmasını talep etti, kendisi için bir şey talep etmedi. Bir peygamberin hem ruh mahal ceset hem de sadece hâl olarak semalara çıkarılması ilahi kudretin dâhilindedir. Benim şahsi kanaatim bu yöndedir, her ikisi de olabilir.

Peygamber Efendimiz’in İsra ve Mirac Mucizesi esnasında Mescid-i Aksa’nın bulunduğu yerde bugünkü anlamda bir mescid var mıydı?

Zeytin Dağı’ndan bakarsak Harem-i Şerif dediğimiz yerde bugün ortada Kubbetü’s Sahra var, onun sol tarafında da Kıble Mescidi var. Peygamberimiz milattan sonra, hicretten önce 620 veya 21’de Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya gittiğinde o tarihte orada bugün gördüğümüz Mescid-i Aksa ve Kubbetü’s Sahra var mıydı? Bizim orada gördüğümüz o muhteşem kubbeli Kubbetü’s Sahra ve sol taraftaki Kıble Mescidi Emeviler döneminde 690’lı yıllarda halife Abdülmelik b. Mervan tarafından ve 705’lerde oğlu I. Velid tarafından yaptırılmıştır. 620’lerde Kudüs kimin hâkimiyetindedir? 614’te Kudüs bölgesi İran hâkimiyetine geçti. Rum Suresinin ikinci ayetinden itibaren “Rumlar (İran’a karşı) mağlup oldu, çok yakın bir gelecekte galip geleceklerdir.” 614’ten 628 yılına kadar o bölge İran hâkimiyetinde kaldı. Orada bugünkü yapılar yoktu. Hz. Süleyman tarafından MÖ 950’lerde yapılmış olan Süleyman Mabedi, Babillilerce 587’de yıkıldı, 515’te yeniden yapıldı. Bu yapılan ikinci mabette MS 752’te tekrar yıkıldı. Sonra oraya pagan Roma ilah Jupiter adına bir tapınak yaptırdı. Roma 380 yılında Hristiyan olunca bu pagan tapınağı yıktırdı. Kudüs Müslümanların eline 637’de Hz. Ömer zamanında geçti. Hz. Ömer Kudüs’ü aldığından patrik şehrin anahtarını verdi ve namaz kılmak için Hz. Ömer’e kiliseyi gösterdi. Ancak Hz. Ömer, Müslümanların orayı cami yapmasından çekindiği için patrikten Mescid-i Aksa’nın yerini göstermesini istedi. Bu sırada mescid yok tabi, harabe var, o harabeleri temizletti, kendisi de temizleme işine katıldı. Hatta Hacerü’l Muallaka dediğimiz kaya kütlesinin yerinde namaza durdu, sonra oraya bir mescit yaptırdı, ona Mescid-i Ömer denildi, daha sonra Emeviler döneminde oraya Mescid-i Aksa ve Kubbetü’s Sahra yapıldı.

Mescid-i Aksa, yani en uzak mescid adlandırılması şehrin tümüne verilmiş bir isimmiş bir zamanlar. Onun en yeri, Harem-i Şerif dediğimiz yerin adıymış Kudüs. Yani Bekke ve Mekke gibi diyelim. Kâbe’nin yapıldığı ana merkezin, çevrenin adı Bekke, ama şehrin tümü Mekke’dir. Biz Mescid-i Aksa’yı Kudüs diye yorumluyoruz, Peygamber Efendimiz İsra ve Mirac gecesi oraya gitmiş, oradan semalara uruc etmiş. Cenab-ı Hakk’ın kudretinin yüceliğini, evrenin bize göre sonsuz genişliğini ve büyüklüğünü ve bu Âlemlerin Rabbi’nin bütün bu âlemlere rahmet olarak Peygamberimiz’i göndermiş olmasını, O’nun da Mirac’ta başka bir şey değil, ümmetini, ümmetinin bağışlanmasını ve hidayetini talep etmesini ve “müminin miracı” namaz hediyesi ile geri dönmüş olmasını idrak etmemiz bizim de miracımıza vesile olacaktır.