“Tozlu bir aynaya uğrarsa yüzün, utandırma aynayı, tozları da aşağılama” dedi iç sesim. “Al kalbini, taşlara tut. Tozları çağır yüzüne. Onlar da ayna arar kendine.”
Aynadır insan. Kendi gözlerinin aynasına döküyor kendimi. Kederli bir mahcubiyetin yükü var üzerinde. Ne hayatından kaçabiliyor ne ölümünden. Sonunda, en sonunda, utanarak da olsa düşeceği kendi aynasına yürüyor.
"Sen, ey seslenilen…"
Gökten haber aldığından beri böyle… O’nun insanı söz söylemeye değer gördüğünü bildiğinden beri böyle. Tozları kınamamayı öğrendi insan. Kir aramıyor çamurda. Taşı katı görmüyor. Yağmuru yabancısı saymıyor. Kalbine katıyor her şeyi. Kardeş diye ağırlıyor taşı toprağı, gülü çemeni, gündüzü geceyi.
O sesin yeryüzüne dokunduğu gündü. Kuş kalbi gibi titredi yüreği. “Örtün beni. Dünyaya örtün beni. Başkalarına örtün beni. İçime örtün beni. Düşsün üzerimden başkaca telaşlar.”
İçine doğru yolculuğu böyle başladı Elçi’nin. Omuzlarında ağır yükle. İnsanlığın boş yere taşıdığı yükleri omuzlarından atmak üzere. Kalbine yük ettiği korkuları, ruhunu ezdirdiği hüzünleri silip süpürmek üzere.
Günlerin en güzelleri böyle başladı. Sorumluluğun en ağırı düştü Elçi’nin omuzlarına. Aldığı yükün ağırlığını hatırlattı Allah, Elçi’ye:
"Yâ eyyuhel muzzemmil! Sen en ağır yükü yüklendin. Öyleyse kalk gecenin ilerleyen bir vaktinde…”
Söz’ün duyulmadığı dönem uzun bir gecedir. Söz’ün dokunmadığı kalp zifiri karanlık olmalı. Söz’ün muhatap almadığı gönül zemheri soğuğunda üşüyor olmalı. Sözün ağırlığı Elçi’nin omuzlarından âlemin kalbine dağılıyor usulca. Hep taze tutmak üzere hasretleri. Sabaha hazırlamak üzere bu kör geceyi. Eskimiyor Söz; gökyüzü gibi. Nereye varırsa insan, Söz’ün göğüne varıyor. Nereye dönse, Söz’ün kalbine değiyor. Taze yağmur Söz. Hep taze yağıyor. Hep yeni iniyor. Hep diri d/okunuyor.
İndi Söz. Öylece ümidi koydu aramıza. Hiç dinmeyen rüzgâr gibi. Kesilmeyen yağmur serinliği. Susturup sessizliği, “Yeniden başla” dedi. Başlamaların eşiğine koydu kalbi.
“İster gecenin tam ortasında, ister biraz önce, ister daha sonra."
Sen gece ayağa kalk ki, geceyi ayağa kaldırasın ey insan! İnsanlığı saran gaflet perdesini yırtasın! Dünya gecesinin ufkuna sonsuzluğun şavkını taşıyasın. Söz'e tutun, ümide sarıl, aşk ile sarmaşık ol ki, gecenin dirilişi başlasın. Söz kesil ki, karanlığın kenarına ışık sızsın.
"Elbet şu gece dirilişi var ya, o pek derin bir iz bırakır."
Dünyanın ölü toprağına indirildi Söz. Kuraklığın ardından yağan rahmet oldu Kur’ân. Ölü kalplerin dirilişini başlatan nefha. Gönül toprağına düşen diriliş cemresi. Hasret tohumlarını uyandırdı. Saklı sızıları, gizli sancıları, isimsiz hayalleri, dile gelmez utançları rahmetin göğüne dal budak uzattı. İnsanın kök acılarından çiçekler çıkarmak için geldi. İnsanın uyuyan cevherini uyandırmak için sızdı dünya ufkuna. İnsanı utanç sürgününden geri çevirmeye geldi. Eline gök mavisi uçurtmaların ipini vermeye…
"İmdi, Rabbinin adını an ve bütün varlığını O'na ada!"
Belli ki insanlığın cümlesinin kalp sancısını yaşıyor Elçi. Geceye rağmen gündüz haberi vermeye hazırlanıyor. Sabahları unutturan sağır karanlığın kulağına ışık haberleri fısıldamak için çırpınıyor. Yokluktan alındığını hatırlatıyor insana. Unutuluşlardan doğuşuna yeni baştan şaşırmasını umuyor. Kaygısızca akıp giden insan selinin önüne kalbini taş diye koyma kararı alıyor.
“Bütün varlığını O’na ada…”
O’nu yok sayanların y/anında yeni bir kararla var ol. O’nu görmeyenlerin gönüllerinde ışık yarası aç. O’nu unutanların cümlesine ünlemler düşür. O’nun y/adıyla var olmayı nefes nefes kazı yeryüzüne.
Var olmayı biricik emanet görmeye alıştırdı bizi Elçi. Yalnızlığın göğünde bir tatlı ışıltı olmak üzere şimdi. Seslenmek üzere insanlığa: “Var olmak, hiç hak edilmemiş bir armağan. Hiç hakkı verilemeyecek bir borç. Ödemek yok; ölesiye ödenmeyecek bu borç. Hep borçlu kalacaksınız. Asla ödeşemeyeceksiniz!”
Borçlu olmanın mahcubiyetini ilk omuzlayan oldu Allah’ın Elçisi. Sözün ağırlığı o yüzden. Örtünmek istemesi bu yüzden. Saklanmak istemesi kendinden, uzağa düşmek istemesi sorgulayan gözlerinden bu yüzden. “Örtün beni” deyişlerin en sancılısı O’ndan. O’ndan emanet bize “Yâ eyyuhel muzzemmil!” hitabı. Ezildiğimiz. Yoğrulduğumuz. Kendi ağırlığımızı kaldıramayışımızdan.
Dünya ağrısı bu. Dünyaya sığmayan ruhların acıyarak taşması. Bu yüzden midir acaba, ağlayınca insanın daha bir gerçek olması. Ağrıyınca sol yanı, kanatlarının kırık olduğunu fark ediyor insan. Gökyüzü arıyor kendine. Telaşlı yüzlerde ümit ışığı kovalıyor. Avunduğu köşelerden eli boş dönüyor. Kalbi kırılıyor sürekli. Sığmıyor buraya ve şimdiye. Yarına yetişemeyeceğini bile bile kanıyor bugüne.
“Sen, ey seslenilen” hitabını, “Sen, ey seslenmeye değer görülen” diye duyuyor Elçi’nin kalbi. Söz’ün insanlığın düşüşünü durdurmak üzere geldiğini anlıyor. Bundan böyle hep şöyle fısıldayacak: “Zamanın boz bulanık akışından almak istiyor kulunu Allah. Geçmişin hüzünleriyle boğulan kalbini cennetin kıyılarına çağırıyor. Geleceğin korkusuyla titreyen insanın yaralarını sonsuzluk müjdesiyle kucaklıyor. Zamanın seline kapılmış insanı, zamanlar üstü Söz'ün sıcacık yuvasında ağırlıyor.”
“Örtün beni” diye çırpındığı o günden beri, kuşların ne güzel uçtuğunu Allah'ın Elçisi'nin gözünden görüyor çocuklar. Kelebeklerin zayi olmadığını vahyin haberiyle fark ediyor genç kızlar. Kar tanelerinin boşa düşmediğini, Rasûl'ün tebessümünden anlıyor insan.
Allah'ın Elçisi ise müjdeler fısıldayan mihmandar… “Sen ey seslenilen…” hitabının yükünü ağırlıyor omuzlarında. Hâlâ orada. “Yâ eyyuhel müzzemmil” yükünü ilk O alıyor omuzlarına. Üşüyen yüreğimize yumuşacık bir şal diye örtmek üzere…
Tozlu aynalara bulaşmış bir sıcak buğudur artık Söz’e bulaşmış nefeslerimiz. Aynaya düşer artık her şeyimiz, her hecemiz, her acımız. Sonunda, en sonunda, kirli yüzümüzden ötürü mahcup edilmeyeceğimiz.