Otuz Yıllık Hayalin Hasadı: ''Peygamber'in Aynaları''

26 Ocak 2016

Sahabe biyografisi yahut portresi yazma fikri nasıl ve ne zaman ortaya çıktı?

Şair ve yazar kimliğim ön planda evet, ancak eserlerimin ilmî bir arka planı da var. Ben Arabistan’da tamamladım yükseköğrenimimi. Usuliddîn Fakültesi Tefsir Bölümü mezunuyum. Yedi yıl ilim tahsil ettim Riyad’da. İslamî ilimlerin yanı sıra Arap edebiyatı üzerinde çalıştım. İmam Şafii Divanı’nı o yıllarda Türkçeye çevirmiştim. Sahabeleri yazma fikri de o günlere dayanıyor. Biyografiden ziyade portre demek gerekiyor sanırım ortaya çıkan çalışmaya. Eğer bir türe ait kılacaksak “deneme” de diyebiliriz bu portrelere. Zira bilgi aktarımıyla yetinilmeyen, kronolojiye bağlı kalınmayan, ilmî kökleri belirtilmekle beraber akademik dilin soğukluğundan uzak tutulmuş öznel metinler bunlar. Dokuz yıl önce kıymetli bir talebem, “Sonpeygamber.info’ya yazmak ister misiniz hocam?” diye sorduğunda otuz yıl önce kurduğum hayalimi gerçekleştirme zamanının geldiğini anladım ve “Sahabeleri yazabilirim isterseniz,” deyiverdim. Hatta kitabımın adını da koyarak yazılarımın “Peygamberin Aynaları” başlığı altında yayınlanmasını istedim. Bu başlık altında yayınlandı ilk yazılar. 
 

Portre yazmak belirli bir özdeşlik kurmayı gerektirdiği gibi bir mesafe koymayı da gerektirebilir. Bu noktadan hareketle sahabe portrelerini yazmak sizin açınızdan nasıl bir kalem tecrübesi oldu?

Sahabe portrelerinin yazılışında özdeşlik açısından iki merkez çıkıyor karşımıza; insanlık ve Müslümanlık. Portre yazımı, öznel bir bakışla “deneme” türü kapsamına girdiği için öncelikle “insanlık” bağlamında bir özdeşlik kurmak kaçınılmazdır. Nasıl Montaigne bir insan tekinde -bu insan teki bizzat kendisidir- bütün insanlığı anlatmışsa Peygamberin Aynaları’nın yazarı da sahabe portrelerini kaleme alırken bir insan teki olarak onlarla özdeşleşecek, dahası o tablolara “insan”ın renklerini/tonlarını taşımaya çalışacaktır. Ummu Seleme’nin Hz. Peygamber’in hutbedeki “Ey insanlar!” hitabını duyunca evinden “Biz insan değil miyiz!” diye fırlayarak mescide doğru koşmasını hatırlayalım. Biz insanız, evet. Her şey Sait Faik’in söylediği gibi bir insanı sevmekle değil, insan olduğumuzu fark etmekle başlıyor. İnsan olduğunu fark etmeyen, insanı sevemez.  İkinci özdeşlik merkezi “Müslümanlık.” Mademki mümin müminin aynasıdır, Müslüman bir yazardan okumalıdır insanlık sahabeleri. Çünkü bir gayri müslimin aynasına düşmeyecek akislerin onun aynasına düşmesi beklenir. Mutluluk Çağı’nda yaşama bahtına erememiş bir Müslüman yazar pekâlâ asırlar sonra o ışıkların kendi aynasıyla kucaklaşmasını isteyebilir. Hatta bir sorumluluk olarak görebilir bunu. Gelelim mesafeye. Ben yazarlık açısından “mesafe”yi, anlatımdaki soğukkanlılık olarak anlıyorum. Bu, duygulanmayı okura bırakmaktır, okur adına duygulanmak değil. Bu, yazarken yazarın duygulanmadığı anlamına gelmiyor. Yazar hıçkırıklarını okura duyurmayacak ki okur kendi hıçkırıklarını işitebilsin. Bir de saygı mesafesi var. Sahabeleri yazarken o mesafeyi korumaya çalıştım hep.  

"Ayna" sembolünü kullanırken ona alışıldık anlamlarının dışında bir temsiliyet yüklediniz mi? Ya da "ayna"dan ne anlamalıyız?

Ayna evrensel bir metafor. Bir yandan kibir ve şehvetin göstergesi, diğer yandan aklın ve hakikatin. Antik kültürlerde insan ruhunun resmiydi; orada ruh yakalanabilir ve tutulabilirdi. Eski Mısır’da “ayna” ve “hayat” kelimesi aynı anlama geliyordu, bu yüzden Kelt kadınları aynalarıyla gömülürlerdi. Yunan mitolojisinde Diyonizos’un ruhunu titanlar aynaya hapsetmişlerdi. Budizm’de insanın varlığı, aynadaki yansımayla eş değerde tutulurken Avrupa’nın efsane dünyasında ayna, doğa üstü güçlerle ve kehanetlerle birlikte anılırdı. “Mümin müminin aynasıdır” hadisi ise aynayı hakikatle buluşturdu. Kavramları ve nesneleri çarpıtan bütün aynaları tuzla buz etti. Hiçbir Müslüman şair ve yazar yoktur ki “ayna”yı bu bağlamda şiirine ve nesrine taşımasın. Neşatî’nin bir mısraı şöyle aksetmiştir Yahya Kemal’in şiirine:

“Merhûm Edirne Şeyhi Neşâtî diyor ki: Biz
Saf aynalarda sırroluruz öyle gaibiz.”

Tecelli ve vahdet-i vücuda işaret etmiyor mu burada ayna? İbn Arabî’nin Füsûs’taki, “Nefsini görmekte Hak senin aynandır. Sen de onun esmâsının zuhuruna ait hükümleri görmesinde onun aynasısın” sözü de Niyazi Mısrî’nin “Bil ki vech-i Hakka mir’atdür özün bir hoş gözet / ‘Men ‘aref’ sırrındaki ma’den senün kanundadır” mısraları da aynı hakikatin parıltıları değil midir?

İnsan Hakk’ın aynasıdır madem, Hakk’ın “Kâinatın Efendisi” olarak yarattığı “İnsan” nasıl bir ayna olmakla mükelleftir o Nur’a.  Kulluğuyla sırladığı, elçiliğiyle yansıtma kudreti verdiği Muhammed (sav) aynasından, başta etrafındaki sahabelere daha sonra bütün kâinata yansıyacak olan nedir? Bir başka açıdan bakacak olursak Allah Rasûlü (sav)’nün azameti  sahabelerin aynasına aksetmiş, Yüce Allah’ın gelecek bütün zamanlar için seçtiği mümin insan modelleri bu nurla yoğrulmuştur. Aynanın değerini içindeki suret belirliyorsa sahabelerin değeri Nebevî ahlakın ve ilkelerin, sünnet-i seniyye şeklinde kendilerine aksetmesi yüzündendir.

“Mümin müminin aynasıdır” hadisi ise aynayı hakikatle buluşturdu. Kavramları ve nesneleri çarpıtan bütün aynaları tuzla buz etti. Hiçbir Müslüman şair ve yazar yoktur ki “ayna”yı bu bağlamda şiirine ve nesrine taşımasın.

Her sahabe aynı ölçüde bir ayna mıdır? "Kaynak"tan gelen ışık bu aynalarda hep aynı açıyla mı veya aynı biçimde mi yansıma buluyor? Bir farklılaşma yok mu aralarında?

Her ne kadar İbn Hacer el-Askalânî, “Hz. Peygamber’e mümin olarak erişen ve Müslüman olarak ölen kimsedir” diyerek kapsamlı bir sahabe tarifi yapıyorsa da bu bütün sahabelerin ehliyet ve derecelerinin aynı olduğu anlamına gelmez. Hz. Peygamber’in ashabını eleştirmekten ümmetini sakındırması ve onları yol gösterici yıldızlar olarak tanımlaması bütün yıldızların eşit parlaklıkta olduğuna işaret ediyor değildir. Aynalar, büyüklükleri ve yansıtma kudretlerine göre yayarlar ışığı. Sahabeler seçkin müminler olmakla beraber günahsız değildirler. Ancak Kur’ân’ın ifadesiyle, “İnsanlık için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmet” (Âl-i İmran,110) olmalarını engellememiştir bazı sınavlarında hata yapmaları. Bu bakımdan her çağda her müminin kendisiyle özdeşleştireceği sahabeler bulunmakta ve Allah’ın rahmetinden ümit kesmemeye çağırmaktadırlar bizi. Şükrü eda edilemeyecek ilahî bir tesellidir bu.

Eğer her sahabe bir aynaysa sahabe portrelerini böyle bir bütünlük içinde yazmak aynı zamanda siyer yazmak anlamına da gelir mi?

Siyer yazımı hadis ilmi ve İslam tarihiyle beraber yürütülmesi gereken kapsamlı bir alandır. Hz. Peygamber’in hayatının kayıt altına alınması ilmî bir sorumluluk olup bu alanda çalışanların, muteber bilgileri bütün şümulüyle ve ilmî kriterlere riayet ederek derlemesi gerekmektedir. Doğrusu bu alanda birbirinden değerli pek çok kadim eser bulunmaktadır. Her ne kadar Peygamber’in Aynaları güvenilir klasik kaynaklara başvurularak yapılmış edebî bir çalışmaysa da öznel bir seçki olması münasebetiyle onun “Siyer” yerine “siyer ilmine hizmet eden bir deneme kitabı” olarak nitelenmesi daha doğru olur. Şayet kitabın ikinci ve üçüncü ciltlerini yazmak nasip olur da tespihin imamesine gelirse sıra, belki ümit edebiliriz siyer ilminde bir nasibimizin olmasını. 

Yazma sürecinizde hangi kaynaklardan beslendiniz, nasıl bir seçici tutum izlediniz? 

Gücümün ve ilmimin yettiği kadar bu alandaki muteber klasik kaynaklara müracaat ettim. Dipnotlarda ve kaynakçada belirttiğim için zikretmiyorum burada adlarını. Bir sahabe portresi yazmanın büyük bir sorumluluk olduğunun bilincinde oldum hep. Aralarında ahenk kurabileceğim bilgileri seçmeye çalıştım.  Meşhur bilgilerden çok, az bilinen haberleri aradım. Arı gibi dolaştım sayfalar arasında. Zor kısım, bilgileri bulmak olmadı benim için. Bilgi her yerde var. Mesele o bilgiyi başka bilgilerle irtibatlandırıp işlemekte. Mesele yalnız akla değil, kalbe de hitap etmekte. Kılı kırk yararak, sevgiyle çalışmak gerekiyordu.

Arı gibi dolaştım sayfalar arasında. Zor kısım, bilgileri bulmak olmadı benim için. Bilgi her yerde var. Mesele o bilgiyi başka bilgilerle irtibatlandırıp işlemekte. Mesele yalnız akla değil, kalbe de hitap etmekte.

Neden 33 sahabe portresi hazırlamak istediniz? Bu sahabeleri yazmanızın özel bir nedeni var mı?

Öncelikle hedefimin doksan dokuz olduğunu belirtmeliyim. Elinizdeki kitap ilk otuz üç. Bu yüzden kitap “Subhanallah” diye başlıyor. Ömrüm olursa, Allah nasip ederse, “Elhamdülillah” ve “Allahu Ekber” de demek istiyorum. Binlerce sahabe var. Bir seçme yapılması gerekiyordu. İlk kitapta dört halifenin, ehl-i beytin ve cennetle müjdelenen on kişinin bulunmasını istedim. Bunun dışında üç şair sahabeye de yer vererek şairliğimin hakkını ödemeye çalıştım. Elbette başka isimler de yer alıyor kitapta. Herkesin bildiği kahraman Halid b. Velid de var, çok az kimsenin tanıdığı şakacı Nuayman da. Hz. Peygamber’in eğitim sisteminde kişisel farklılıkların dikkate alındığını gösteren örnekler bunlar. Zira Efendimiz tek bir kalıba sokmaya çalışmıyor arkadaşlarını. Herkesi kendi mecrasında eğitiyor.
 

Sahabelerin belirli yönlerini öne çıkardığınız görülüyor, burada nasıl bir dikkat geliştirdiniz?

Öne çıkan ortak özelliklerini belirtmenin yanı sıra farklı özelliklerini de vurgulamaya çalıştım sahabelerin. Bu, onların ve bizim zenginliğimizdi. Özellikle öne çıkardığım niteliklerinden de söz edebiliriz elbette. Mesela fizikî özelliklerini mutlaka zikretmeye çalıştım. Boy, ten rengi, kilo, saç ve sakal rengi gibi. Bununla hedeflediğim iki şey vardı: Birincisi, hakikat algısını kuvvetlendirmek. Bir hayal dünyasının değil, bu dünyanın insanları olduklarını vurgulamak. İkincisi, modern zamanların dikte ettiği iki metre boyunda sınırsız güç sahibi ulaşılamaz sanal kahramanlar yerine, boyları, kiloları ve güçleri onlara benzemeyen ancak büyük işler yapan, ulaşılabilir, örnek alınabilir gerçek kahramanlar olduklarını hissettirmek. Amr b. Âs orta boylu ve şişman bir kahramandı mesela. Abdullah b. Mesud kısa boylu, cılız bir kahraman. Bir seferinde Hz. Peygamber için misvak kesiyordu ağaçtan ve rüzgârla ince bacakları görünmüştü. Sahabelerin gülüşmesi üzerine sordu Hz. Peygamber “Neden gülüyorsunuz” diye. “Ayaklarının inceliğine gülüyoruz” dediler de şu cümleyi işittiler Nebî’den: “Kıyamet günü onun ayakları Uhud Dağı’ndan ağır gelecek mizanda.”

Mesela fizikî özelliklerini mutlaka zikretmeye çalıştım. Boy, ten rengi, kilo, saç ve sakal rengi gibi. Bununla hedeflediğim iki şey vardı: Birincisi, hakikat algısını kuvvetlendirmek. Bir hayal dünyasının değil, bu dünyanın insanları olduklarını vurgulamak. İkincisi, modern zamanların dikte ettiği iki metre boyunda sınırsız güç sahibi ulaşılamaz sanal kahramanlar yerine, boyları, kiloları ve güçleri onlara benzemeyen ancak büyük işler yapan, ulaşılabilir, örnek alınabilir gerçek kahramanlar olduklarını hissettirmek.

Son günlerde siyerin fantastik roman tarzında yazılmış örneklerini görüyoruz. (Özellikle çocuk edebiyatında.) Sizce siyer roman olabilir mi? Siyerin diğer kurgu türleri arasında bu türden bir ilişkisi söz konusu olabilir mi?

Siyerden faydalanılarak yazılan romanları “siyer” kategorisinde değerlendirmek zorunda değiliz. İlmin sanat alanına taşınmasında titiz ölçülere ihtiyaç var. Ancak bu kriterlere riayet edildiğinde bir öyküye ya da romana taşınabilir saadet asrı.

Mehmet Akif Ersoy’un “Kovadis”i [Quo Vadis] örnek göstererek 'neden bizde böyle çalışmalar yapılmıyor' diye hayıflandığını biliyoruz. Ancak ben yine de temkinle yaklaşmak gerektiğini düşünüyorum bu kurgulara. Deneme üslubuyla yazmayı tercih etmemin arkasında bu endişeler var.