Peygamberimiz ve Hacı Anneler

Küçük bir tatil beldesinde denize en yakın evlerden birinde kalan yaşlı bir güngörmüş hanımefendiyi oralara gittikçe ziyaret ederiz. Tasavvuf terbiyesi ile yaşamış, dinin tergîb ve terhîb (rağbet ettirme ve korkutarak sakındırma) metodundan ikincisine sarılmış, helallerden zevk almayı bile tevbe istiğfar sebebi gören bir piri fani. Zamane insanlarının yaptığı hemen her şey onun için anlaşılmaz. Bugünkülerin ne eğlenme biçimlerini, ne oyunlarını, ne giyim kuşamlarını alıyor aklı. “Ah biz tam müslüman olsak dünya nasıl düzelirdi” diye vahlanan, birkaç büyüğü dışında ne kendini ne bizleri beğenmeyen, tamamen örtünmüş de olsanız üzerinize yakışan bir kıyafetle sokağa çıkmaktan tutun da bir kadın olarak erkeklerden ders aldığınız üniversitelere gitmiş olmayı dahi kabul edilemez günahlardan gören bir hoş hanım. Bildiğini dobra dobra söyleyen ama kibar ve güler yüzlü bir insan. Başka hiçbir vasfı olmasa kendi ifadesiyle abdestsiz bir yudum su içmemiş, namazsız kişinin bir lokma yemeğini yememiş olması benim için onun bütün sitemlerini sineye çekme ve her seferinde nice eleştiriler duyacağımı bile bile konuşma fırsatı kovalama sebebidir.

Geçen gün hep yaptığı gibi evinin bahçesinde elinde tesbih başında namaz örtüsü ile otururken denizden çıkan iki hanım yanına gelmiş. Ta uzaktan saygı ve hürmet telkin eden halinden etkilenip elini öpüp duasını almak istemişler. Önce isimlerini sormuş, müslüman ismi değilse elini vermeyecek çünkü. İsimleri müslümanmış, konuştukça namaz kıldıkları da çıkmış ortaya. (Herkesin hitap ettiği şekliyle) Hacı Anne bu hadiseyi bize sonradan naklederken “onlar hakkında evvela kötü düşündüğüm için kendimden utandım, meğer ne kadar imanlı, ne kadar hevesli imişler” deyince ben dayanamayıp “Hacı Anne, bizim her davranışımıza nice kusurlar buluyorsun, ne örtümüzü, ne yaşantımızı beğeniyor, her halimizi eleştiriyorsun ama denizden çıkmış mayolu hanımlara da övgü yağdırıyorsun” deyince bir an durakladı “haklısın” gibilerden bir şeyler döküldü ağzından sonra hemen o bildik memnuniyetsizlikle “ama bizim cümle âleme örnek olmamız lazım, bizim yaşantımız hata kaldırmaz” deyip tavizsizliğine geri döndü.

Bütün bunları neden anlattım? Çünkü bu sıradan görünen küçük hadise bana Efendimiz (as)’ın insanları neden ve nasıl ikaz ettiği ve bu ikazların nasıl sonuçlandığı konusunu yeniden düşündürdü. Öncelikle hep birlikte belleklerimizi yoklayalım; Efendimiz insanları hangi konularda ve nasıl ikaz etmiştir?

Biz onu nezaketi, merhameti, şefkati ve inceliğiyle tanıdığımız ve insanları her yanlışları hakkında devamlı ikaz etmeyi de bu vasıflarla bir arada düşünemediğimiz için bu soruya cevap verirken ikilemde kalıyoruz. İkazın sürekliliğini nezaketle; ikaz etmemeyi de Peygamberlik konumuyla bağdaştıramıyoruz.

Felsefi anlamda hakikatin çoğulluğu ve göreceliği, sosyal anlamda kişisel tercihlerin kutsanması, dini anlamda hoşgörü ve affın yüceltilmesi bizi birbirimizin hata ve eksikleri konusunda duyarsız hale getirdi. Allah’ın affediciliği başka şeydir, yanlışın hatırlatılması başka şey.

Efendimiz küçük büyük önemli önemsiz demeden herhangi bir konuda yanlışa şahit olduğunda uyarmadan geçmemiş ama bunu nazik, merhametli ve asil karakteriyle insanların kalbinde taht kurmuş bir önder olarak yaptığından çoğunluk bundan gocunmamıştır. Dişlerini temizlemeden insan içine çıkanlardan abdest esnasında ayaklarını özensiz (ve eksik) yıkayanlara, yemeğe sol eliyle gidenlerden kölesine şiddet uygulayanlara, putlara ihtiram gösterenlerden satışta hile yapanlara, şeffaf elbise giyen kadınlardan giydiği elbiseye kendini beğenmiş bir nazarla bakan birine varıncaya kadar hemen akla gelebilecek pek çok konuda uzak yakın demeden çevresinde yapılan ve şahit olduğu hiçbir hataya sessiz kalmamış, herkesin daha iyiyi başarması için bir doğruluk rehberi olarak görevini eksiksiz yapmıştır. Ama bu ikaz eden hali biç bir zaman haddi (Allah’ın koyduğu sınırları) aşmamış, helal dairesinde kalmak şartıyla (her zaman kendisi yapmasa da) nefsi dinlendirecek işlere karşı çıkmamış, Allah’ın izin verdiği alanı daraltmamıştır.

Felsefi anlamda hakikatin çoğulluğu ve göreceliği, sosyal anlamda kişisel tercihlerin kutsanması, dini anlamda hoşgörü ve affın yüceltilmesi bizi birbirimizin hata ve eksikleri konusunda duyarsız hale getirdi. Allah’ın affediciliği başka şeydir, yanlışın hatırlatılması başka şey. Allah isterse en büyük günahları da affeder ve biz hem kendimiz hem de diğer herkes için O’nun affına iltica ederiz. Ama tekâmül etme imkânının henüz elimizden çıkmadığı şu dünya hayatında yakınlarımızdan başlayarak birbirimizi daima doğruya teşvik etmek, yanlışlarımızı düzeltmeye yardım etmek ve bu konuda kimsenin kimseden gocunmaması erdemleri nefsimizin izzetinden daha önemli bulmakla mümkün olur. Tekrar başa dönecek olursak, Hacı Anne bizleri hoşumuza gitsin gitmesin her konuda ikaz ederken, gerçeğe saygımızın ortaya çıktığı bu anlarda bakmamız gereken şey onun bizimle ilişkisinden çok bizim gerçekle ilişkimizdir.

“Sözün odun gibi olsun hakikat olsun tek” artık çoktan kaybettiğimiz bir ölçüdür. Şimdilerde revaçta olan “sözün ne olursa olsun nefsimi okşasın tek” yaklaşımıdır.