Sevindim, çok sevindim. “Şiir”e karşılık gelen İngilizce “poem” kelimesi, “taşların arasından akan su” anlamına geliyormuş. Suların taşlara dokunuşu, hiçbir kelimenin yetişemeyeceği bir akış. Şiiri aşan bir ahenk. Şairlerin hep duyduğu ama dile getiremediği bir “şey” var orada, bir şey. O “şey” her neyse, orada uyur, sadece uyur. Ele gelmez, dile vurmaz. Hep başlayan, hep yeniden başlayan, her daim taze, hep biricik; yeni ama yine değil, hiç bıkmayan, usanmayan, yorulmayan. Söz gibi. Sözün Elçisi gibi.
A. Ali Ural’ın Peygamber’in Aynaları’nı okurken hissettiğim de o “şey”. Taşların suskunluğunu dillendiren suyu duyar gibi oldum Ebu Bekir (ra)’in “O diyorsa doğrudur” suskunluğunu nefeslenirken. Suların kimselere söyleyemediği sızısına sırdaş oldum Ömer (ra)’in kılıcını elinden düşürdüğü, ateşli öfkesini Tâhâ’nın sessizce kestiği o ana dokunurken.
Evet, “şiirden müstağnidir O.” Çünkü şiirin kaynağı kendisi. Şiirin annesi. Kucağında büyüyor ahenklerin cümlesi. Avuçlarında nefesleniyor huzur sessizliği. Çünkü varoluşun sonuna, en sonuna; kâinatın ağacının ucuna, son/ucuna, hiç bitmez bir kafiye diye yazıldı O. Akıp giden su o. Berrak sözlü. Billûr yüzlü. Şeffaf gövdeli. Sızısını unutup sızıları dindiren. Dudağa dost. Damağa yâren. Utanca örtü.
“Uzaktan bir aynanın yansıması düşünce şehre yarış başladı. Biz çağrıldığımız tarafa değil, tam aksi istikamete doğru fırladık. Hayır, isyan etmemiştik, bizi çağırana doğru koşmak istiyorduk gerçekten. Fakat neredeydi O? Bir kez parlayıp kaybolmuş olsa da gökyüzünde, kalplerimiz emindi kimin beklediğinden.”
Kalbinin sessiz bekleyişlerini özledik en çok. O’nun kalbimizi bekleyişine köreldik. Sessizliğe adanmış tevekkülünü okuyamadık, sanki küçümsedik. Suskunun avuçlarını kanatan kalbine uzak kaldık. Kılıcını parlattık, zırhını kalınlaştırdık, oklarını sivrilttik. Toplamı iki ay bile sürmeyen savaşlara hapsettik hatırasını. Ya sonra ne yapardı? Sormadık. Soramadık. Vahyin her vuruşuyla salınan kalbini dert edinmedik. Söz’ün dokunuşuyla altı üst olan gönül toprağına uğramadık. Sahi, uğruna savaştığı neydi? Kılıç kuşanırken kesmek istediği neydi? “Bir peygamber zırhını giydikten sonra çıkarmaz” derken, hangi sırın ardına gönderiyordu bizi? Çölü adım adım yudumlarken, gün doğumlarına secde secde baş koyarken, “ve’l asr” haberiyle hüzünlenirken, Sevr’de “lâ tahzen”in göğünden sabır emerken, “Uhud bizi sever…” diye hasretlenirken, neydi pırıltılı simasının ardında sakladığı?
“Geçtiğimiz yollarda izini aradığımızı söylüyorduk birbirimize. Fakat izinin nasıl olduğuna dair bir fikrimiz yoktu. Doğuya koştuk, kalaylar, dökülmüş bakır yüzleriyle sırıtan eşkıyalar. Batıya doğru koştuk, paslı zırhlar içinde yalanlar parlatan şövalyeler. Kuzeyde güneş yoktu, güneyde gölge. Bizde takat yoktu, bizde sabır. Yarış başlayalı çok zaman oldu.”
Şaşkınız. Savaşlarda yarıştıra yarıştıra kaybettik Peygamber’i. Onlu yaşlardaki arkadaşı Zeyd bin Sabit’e kuşların ne güzel uçtuğunu anlatan kalbinin kanat seslerini kırdık bilmeden. Hüzün yılının eşiğinde, O’nu miraca taşıyan, Kab-ı Kavseyn’e taşan tefekkürünün zarif tenini, saydam gövdesini aksiyonun gürültüsünde ezdik, göremedik. Vaktin üstüne çıkan, dünyanın kıyısına çekilen o şiirli şuurun nabzını duyamadık, sağırlaştık.
Sevindiğim sadece “şiir”in tarifini bulmak değil; bir şairin elinde doğrulduğunu görmek Peygamber’in Aynaları’nın. Suyun başını taşlara vuruşunu duyan bir kalbin nefesiyle buğulanması aynanın simasının. Vaktin göğsüne bir kalp çarpıntısı olarak düşen Muhammedî şuurun vurduğu “taşlar” olarak okumak sahabe nefeslerini, ne tatlı müjde. O aynanın hatırını soracak ışık halesine dönüşme kariyerini başlatmak, işte bu. Doğru yerde yarışmak. Düşüncenin patikalarında elinden tutmak Peygamber’in. Şiirin yamaçlarında refakat etmek Peygamber’e. Sahabe hayatlarını bin bir emekle yazdığı hayat şiiri diye okumak. Ümidin sesi diye dinlemek susuşlarını. Taşlara vuran su sesi diye dokunmak bekleyişlerine…
O “taşlar”a vurdukça ses verdi şiirin annesi. O vakit, sahih bir hayatın mimarı olarak göründü gönül gözüne Peygamber. Göklü Söz’ün yeryüzüne sınanmış bir hayat olarak inişinin belgesi olarak adımlar oldu tüm zamanları. Ayna diye tutuldu vicdanlarımıza. Ümitlerimizi göz göze getiren bizi. Tebessümlerimizi sonsuzluğun kefesinde tartan. Hasretlerimizi avuçlarımıza dua dua düşüren. Arzularımızı sağanak yağmur diye çağıran. Gölgenin hatırını soran kelebek uçarılığında ömrümüzü ağırlayan.
“Ağaçlardan biri acıyıp gölgesini serdi altımıza. Bir gölgelenmeden ibaret olduğunu söylemişti hayatın, ne tuhaf. Her birimizi başka bir yola düştük onu bulmak için. Sırayla bindiğimiz bineklerimiz yoktu. Kimimiz şahlandırırken atlarını, yalın ayak yol alıyor kimimiz. Koştukça yaşlandık; yaşlandıkça daha az görür olduk aynanın parlamasını. Tam umduğumuzu yitirmek üzere olduğumuz vakit, görünüyor yeniden gökyüzünde.”
Sözlerin belgesi ile uğraşanlar anlamayacak O’nu. Sözüne tiryaki olanlar ancak kalbine taşıyabilir O’nu. Söylediğiyle değil sadece, söyleyişiyle de aşina olanlar bilecek O’nu. Dudağına müştak olanların adı yazılacak aşk kitabına. Aşırı bilgilerini polemik havuzuna boca edenlerin nasibi olmayacak O’nun sessizliğine sakladığı sırdan. Göğü nefeslenir gibi, elçilik ettiği Söz’ü nefeslenenler bilecek kalplere gökyüzü sunduğunu. Yeryüzünde insan diye var olmanın sancısını duyanlar ancak hissedecek O’nun şiirleri emziren yorgunluklarını. Sözün tadını bilmeden sözü nakletmekle yetinenler duyamaz ki suyun da sızladığını. Sancılarını O’nun sancılarına katmayanlar, şimdi ve buraya çağıramaz o şiir tavrını.
“Ben sözlerimle Muhammed’i güzelleştiremedim. Muhammed(den söz ettiğim için) sözlerimi güzelleştirdi” diyen şair, cümle şiirleri unutturan bir şiir olarak kaydeder O’nu. Şair değil O; şiirlerin annesi. Yağmur gibi inişi göğün yere. Şefkatli. İncelikli. Gün ışığı gibi sızması ötelerin kalbe. Biricik. Bitanecik. Yumuşacık. İçten.
Bu muhteşem şiire bir “şair aynası” gerekti. Yağmuru seyreden değil, yağmurda ıslanan biri anlatmalıydı taşların arasından akan suyu. Gözlerini ufuktan ayırmayan, “güneşi uyandıralım” diye titreyen bir yürek istiyor o güneşin şulesi…
“Yarış devam ediyor.”
Yüzünün hâlini görmeye cesareti olanlar kazanacak yarışı. Kaybetseler de kazanacaklar. Yüzsüzce ‘ayna’nın hatırını kıranlar değil, o ‘ayna’yı utandırmayacak yüzün saflığını arayanlar. Masum olamasa da mahcup olabilenler. Peygamber üzerinden vıdı vıdı magazin üretenler değil. Sahabesinin hatırasını kirli polemiklerin, kokuşmuş hurafelerin malzemesi yapanlar değil. Susanlar, susayanlar…
“Bitiş çizgisine ulaşanlar aynayı değil, yüzünün hâlini gösteren yansımayı kazanacak.”