Buraya kadar “-di”li geçmiş ifadelerde tasavvur ettik Hazreti Peygamber’i. Oysa O’nun bir vakitler çözmeye çalıştığı düğümler şimdiki zamana ait. Şimdi daha da kör o düğümler. Bugün de kabuk bağlıyor benlikler, birbirine sağırlaşıyor kalpler. Eşyanın yüzündeki anlam yok sayılıyor. Kâinat kitabı, okuma konusu olmaktan çıkarılıyor. Yine eşyanın aşağısında tutuluyor insan. Sahip olma telaşları hayli alevlenmiş durumda. İstiflemenin bin bir türlü yüzü var. Rafine biçimleri, estetik kılıfları var malı gelip geçicilik karşısında kalkan yapmaların.
O halde, Peygamber duruşu şimdinin gündemidir. Nebevi var oluşu, Muhammedî tavrı bugünün sorumluluğu olarak ayağa kaldırmamızı bekliyor bizden. Sahip olmak, çoğaltmak, biriktirmek, bin bir türlü manevrayla, biricik şeref sebebi sayılıyorsa, Peygamberce bir tavırla infak etmeyi, Allah için harcamayı izzet bilmemiz gerekiyor. Şimdi ve burada Nebevî çıkışı, Muhammedî şuuru canlandırmamız bekleniyor. Hatırasını “gölge” gibi çoğaltmak yerine, hatırına “gövde” olmak düşüyor bize. Sahip olma telaşından şahit olma huzuruna yürüme inceliği düşüyor omuzlarımıza.
Hatırlama konusu değil, bugünün en güncel tablosudur artık: Gücü ve kudreti yegâne haklılık ölçüsü belliyor insanlar. Peygamberce duruş, güçlünün haklı olduğu yerde haklıyı güçlü kılmak için çaba göstermeyi gerektiriyor. Peygamberce duruş, hatıraların loş gölgesine sığınıp avunmaya değil, nebevî hatırı keskin bir bıçak gibi vaktin göğsüne indirmeye azmettiriyor bizi.
Bu yüzden kendimize acilen bir ‘hılf’ul fudûl’/‘erdemliler meclisi’ sorumluluğu yükleyip canla başla yerimizi almamız gerekiyor. Hazreti Peygamber’in peygamberlikten önce katıldığı erdemliler meclisini, yıllar sonra da özlediğini söyleyerek, “şimdi olsa, hiç tereddütsüz katılırdım!” kararlılığı, demek ki her daim güncel.
Ahlakî değerler güç odaklarının menfaatlerine peşkeş çekiliyorsa, din adına üretilen hurafelerle dinin saflığı bulandırılıyorsa, dinin itibarını sarsan manevralara fetvalar bulunuyorsa, insanlığın son ümidini, biricik ışığını, tek gerçek müjdesini kendi ellerimizle yok ediyoruz demektir. Nerede kaldı bütün menfaat hesaplarını bir tarafa bırakıp doğruca, dürüstçe, içtenlikle, diriltici Ömer'ler olma şiarımız? Yok mu Mus'ab bin Umeyr gibi her türlü kaygıyı arkada bırakarak güzelliği kucaklayan samimi yanımız?
Nebevî mirasın taşıyıcısı olmak, şefkatli bir nazar kazandırıyor bize. İnsanlığın yaralarını herkesten önce görüyoruz. Daha çok acıyoruz. Başkasının ağrısını dayanılmaz bulmayı O’ndan öğreniyoruz. Evet, insanlığın yaraları var. Apaçık yaralar. Kanıyor; kanadıkça kana bulanıyor dünya. Kendisini incite incite tüketiyor insanlık. Emanet şuurundan uzakta, giderek hoyratlaşan yağmalamalara özne oluyor. Şefkat, kendine çoğunlukla lügatlerde yer buluyor. “Uzaktadır” diye bigâne kalıyoruz dayanılmaz acılara. İstatistiğin soğuk yüzüne baka baka, olağanlaştırıyoruz can kayıplarını, ümit yıkımlarını. Her sabah binlerce çocuğun yetim kaldığı yeryüzüne açıyoruz gözlerimizi. Yakıp yıkılan şehirlerin harabe görüntülerine, kül olup kavrulan insanların sayısına alışa alışa başımızı yastıklara koyuyoruz. Uyuyoruz bu talihsiz ritme. Uyuyoruz; uyanık olmanın ağrısını göze almaktan korkarak…
Bir yerlerde, bir yerlerde tüm insanlığı uyandıracak, “Aman Allah’ım!” dedirtecek bir cümle olmalı sanki. O cümleyi duyana kadar her şeyi normal sanmaya devam edeceğiz gibi. Bize giydirilen deli gömleğine razı gibiyiz. Yırtılmalı artık o gömlek. Kesip atmalıyız rüyanın akışını o cümlenin ciddiyetiyle.
Dünya, dünyalığını açıkça gösteriyor artık. Şeytanın düşmanlığı apaçık ortada. Elçi’nin tarafında olmak hem acil ve zaruri hem ağır bedel istiyor. Sancılı bir sözün yüreğine göç edelim, haydi. O devrimci cümleyi Hz. Peygamber’in yanında arama vaktidir şimdi.
İnsanın gizli acılarını seslendirecek söz dağarcığı, O’nun yanında, elçilik ettiği göklü Söz’ün kalbinde. İnsanın sancılarını şefkatle hissedecek kelimeler O’nun dudaklarında. “Acil!” koduyla dökülüyor heceler Nebi’nin nefesinden. O kritik cümle, Nebi'nin Hira'dan heyecanla getirdiği hitabın içinde kıvranıyor; ateşli, canlı, aceleci. Kalbimize borçlandığımız o şefkat, Nebi'nin bir ömür canı pahasına omuzladığı vahyin nefesine sarılı; yok başka yerde!
“Ne garip işler etmişiz!” diye diye uyanma vakti. “Nasıl da unutmuşuz!” nidâsına tutunma vakti. Nasıl oldu da hakikati "kendi taraftarımız" yapmaya kalktık. Gerçeği tekelimize alıp ötekinin vicdanındaki hakikat kırıntılarına nasıl da hoyratlık ettik. Kalpler saf doğruya susamışlar oysa. Vicdanlar menfaat gözetmeyen, iktidar hesabı gütmeyen, tarafgirlikle sunulmayan som hakikatin sofrasından doymak istiyor. Yok mu bizde "sağ elime güneşi, sol elime ayı verseniz, bu davamdan vazgeçmem" diyen o duruluk? Yoksa güç ve iktidara mı talip olurduk teklif bize yapılsaydı? "Mekke'nin reisliğini verelim sana, sus yeter ki" teklifini bıçak gibi kesip atan içtenliğe yer yok mu yüreklerimizde?
Vakit, Hira'dan inen Rasul'ü Hz. Hatice'nin samimiyeti ile karşılama vakti. Vakit, O'nu mahcup etmeme vakti, O'nu mahzun etmeme vakti. Vakit, O’na kardeş olduğumuzu birbirimize kardeş olduğumuzu göstererek ispatlama vakti. Vakit, O'nun samimiyetini şeffaf bir elbise gibi ruhumuza giydirme vakti. Vakit Rabbimizin bizden beklediği o saf insanlığı, o som samimiyeti canla başla gerçekleştirme vakti…
Hatırasına ağıt yakmak yerine, hatırını öğüt yapacağız Elçi’nin. Böylece insanlığa ümit olacağız. Utandırmayacak bizi ebedî aynalar!