Peygamberlerin Kavimleriyle İletişimleri

28 Eylül 2015

Kur’ân kıssaları birer hikâye, masal ya da salt tarih anlatımı değildir. Kıssalar Kur’ân’ın yol göstericilik hedefine katkı sunan temel unsurlardır. Yani kıssalar, Kur’ân’ın varlık amacı doğrultusunda, geçmişten geleceğe dönük mesaj yüklü kesitlerdir. Dolayısıyla bu kıssalar okunurken, geçmişte olmuş bitmiş birer tarihî sahne algısıyla değil, bugüne ve yarına sunduğu mesajlar çerçevesinde okunmalıdır. Bu bağlamda, Kur’ân’da sözü edilen peygamberler, hem kendilerine emanet edilen ilâhî mesajları insanlara ulaştırmada takip ettikleri yöntem hem de içinde yaşadıkları toplumun birer ferdi olarak onlarla kurdukları iletişimin keyfiyeti açısından dikkatlerimize sunulur. Bu açıdan onların örnek şahsiyetler olarak iyi anlaşılması, özellikle de kendilerine yüklenen ilâhî tebliğ görevini icra etmede takip ettikleri iletişim biçiminin iyi kavranması İslami temsil noktasında olanlar için önem arz etmektedir.

Kur’ân’da peygamber kıssalarının yer aldığı pasajlara baktığımızda, ana temanın ilâhî gerçeklerin insanlara ulaştırılması çabası olduğunu görürüz. Bu açıdan peygamberlerin içinde yaşadığı toplumla sürekli iletişim halinde olduğuna şahit oluruz. Bu iletişim sürecinde onlar, sürekli hakikati duyurma ve muhataplarını ahlâkî değerlerden haberdar etme çabasında olmuşlardır. Sonuç her zaman onların arzusu doğrultusunda ve kısa vadede ortaya çıkmamış olsa da, onlar hem temsil ettikleri değerler açısından hem de bu değerleri sunuş üslûpları itibariyle örnek şahsiyetler olarak karşımıza çıkar.

İletişimde esas olan amaçlılıktır. Mesajı gönderenin yani kaynağın, mesajın alıcısı olan muhatap üzerinde görmek istediği bir amacı olmalıdır.[1] Yani “söyleyecek bir şeyi” olan birinin, bu şeyi, karşıdaki kimsede belli bir etki oluşturma veya belli bir davranışa neden olma amacı ile söylemesi veya bildirmesi gerekir.[2] Bu açıdan meseleye baktığımızda iletişimde en önemli unsur olarak “dil” olgusu ve dilin belirlenen amaç doğrultusunda kullanımı gündeme gelir.

Bir iletişim aracı olarak dil, kavramları belirten göstergelerden oluşur ve varlığını toplumsal bir uzlaşmaya dayalı olarak sürdürür.[3] Dil toplumsal bir olgu olduğu için, dili bir iletişim aracı olarak kullanma ve mesajını bir başkasına dil vasıtasıyla aktarma, insana mahsus bir özelliktir.[4] Peygamberlerin toplumları ile kurdukları iletişimin en önemli unsuru da yine “dil” olmuştur. Ancak kullanılan dilin karşı tarafça anlaşılır olması gerekir. Bu genel prensibe Kur’ân’da şöyle işaret edilir:

“Biz, kendilerine hakikatleri açıkça anlatması için, her bir peygamberi kendi toplumunun diliyle gönderdik.”[5] Ayette de açıkça ifade edildiği gibi, iletişimde asıl olan iletilecek mesajın anlaşılır bir şekilde karşı tarafa aktarılmasıdır. Söylenen sözün muhatap tarafından anlaşılabilirliği esastır. Bunun için bir peygamberin kendi toplumuna başka bir dil ile konuşması, iletişim tekniği açısından düşünülemez.

İletiyi gönderen ile alan arasında kullanılan iletişim aracının, iki tarafın da kullandığı ortak dil sistemi olması gerekir. Aksi takdirde amaç gerçekleşmez. Bu gerçekten yola çıkarak günümüz açısından bir tespit yapmak gerekirse şunu diyebiliriz ki; Kur’ân’ın mesajlarını topluma ulaştıracak insanların kullanacağı dilin o toplumun diline yabancı olmaması gerekir. Diğer yandan, iletişimin amaca uygun biçimde gerçekleşebilmesi için sadece dil birliği yetmez, aynı zamanda söylenecek sözün niteliğinin muhatap ve ortam gözetilerek belirlenmesi ve sözün etkili olmasına dikkat edilmesi gerekmektedir. Yani dil, gönül birliğini de oluşturacak bir araca dönüştürülmelidir. Etkili olma kabiliyeti olmayan bir söz, tebliğ amacının gerçekleşmesine hizmet etmeyeceği gibi, muhatap üzerinde olumsuz etki de uyandırabilir. Bu nedenle Allah, Hz. Musa (as) ve kardeşi Hz. Harun (as)’u Firavun’a tebliğ için gönderirken şu uyarıda bulunur:

“Firavun’a gidin, zira o haddini son derece aştı. Ona yumuşak söz söyleyin. Umulur ki düşünüp öğüt alır veya saygı duyup korkar.” [6]

Muhatap üzerinde etkisi bakımından tatlı dil kadar, belagat açısından dilin ustaca kullanılması da önemlidir. Nitekim Kur’ân Hz. Peygamber’in münafıklara nasıl yaklaşması gerektiğini dil ve belagat açısından şöyle belirtir:

“Allah onların kalplerinde ne olduğunu bilmektedir. Onların bu durumlarını görmezlikten gelip kendilerine öğüt ver ve onları derinden etkileyecek sözler söyle.” [7]

Sözün niteliği yanında, sözü söyleyenin muhatapları karşısında kendisini oturtacağı konum da önemlidir. Bir topluma dışarıdan bir unsur gibi yönelmek ya da o toplumun bir ferdi olmakla birlikte kendini onların dışında görerek hitap etmek etkileyici olmaktan uzaktır. Dolayısıyla iletişimde ortak noktaların ön plana çıkarılması etkileyicilik açısından önemlidir. Bu nedenle peygamberler, hedef kitlesi olan toplum ahlakî çöküntü içinde olsa dahi, onlar ile kendileri arasında duygusal bir bağ kurmuş ve kendilerini içlerinden birisi olarak görmüşlerdir. Bu açıdan baktığımızda peygamberlerin söze başlarken “Ey kavmim!”[8] şeklinde giriş yaptıklarını görmekteyiz. Bu durum, iletişimde sözü söyleyen ile muhatap arasında var olan ortak mensubiyet noktasının dile getirilmesinin önemine işaret etmektedir. Benzer bir durumu Hz. İbrahim (as)’in babasına hitabında da görmekteyiz:

“Ey babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir faydası olmayan şeylere niçin kulluk ediyorsun!” [9]

Burada Hz. İbrahim (as), muhatabı batıl tanrılara inanan birisi olsa da kendisiyle onun arasındaki en önemli insanî bağ olan baba-evlat ilişkisinin duygusal boyutunu gündeme getirerek söze başlamaktadır.

Aynı topluma ya da aynı aileye mensubiyetin oluşturduğu ortak duygu boyutunun bir başka düzeyi ise kardeşlik ruhudur. “Kardeşlik” ise “bir başkası” olmanın aksine iki tarafın birbirine yakınlığını anlatan önemli bir kavramdır. Bu nedenle peygamberler kavimlerinin bir üyesi olmanın ötesinde onlara bir kardeş olarak yaklaşmıştır. Bu durum bazı peygamberler ile ilgili olarak şu biçimde ifade edilir:

“Nuh’un kavmi de peygamberleri yalanladı. Kardeşleri Nuh onlara şöyle seslenmişti: Allah’a karşı gelmekten sakınmaz mısınız?” [10]

“Âd kavmine de kardeşleri Hûd’u peygamber olarak gönderdik. Onlara ‘Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin için O’ndan başka bir ilah yoktur…’ dedi.” [11]

“Semud kavmine de kardeşleri Salih’i peygamber olarak gönderdik. Onlara ‘Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin için O’ndan başka bir ilah yoktur…’ dedi.” [12]

İletişimde yeri geldiğinde özeleştiri yapabilmek de karşıya güven verme açısından önemlidir. Hz. Musa (as) Firavun’un karşısına tebliğ için çıktığında, Firavun ona geçmişte işlediği ve birinin ölümüne sebep olan bir hatasını [15] hatırlatır. Ancak Hz. Musa (as), o hatadan dolayı kendini savunmak yerine özeleştiri yapar.

Peygamberlerin, kendileriyle kavimleri arasında var olan ortak noktaları iletişimde etkileyicilik adına ön plana çıkarmaları kadar, sundukları mesajlar ve dini değerler ile kavimleri arasında var olan fıtrî bağı hissettirici bir üslûp kullanmaları da dikkat çekicidir. Meselâ Allah, ister inansın ister inanmasın her insanın Rabbidir ve bu durum tüm insanlık için ortak fıtrî bir değerdir. Dolayısıyla Allah sadece “benim” ya da “bizim” değil “herkesin” Rabbidir. Bu nedenle peygamberler, muhataplarına hitap ederken Allah’ı “Sizin Rabbiniz” diye sunar. Bu tavır, onlara sunulan değerlerin aslında onlara ait değerler olduğu vurgusunu içermektedir. Böylece iletişimde dışlayıcı değil kucaklayıcı ve birleştirici bir üslûbun kullanımına dikkat çekilmiş olmaktadır. Kur’ân’da bu minvalde geçen ayetlerden bir tanesi şu şekildedir: “... İşte Rabbinizden size apaçık bir açıklama gelmiştir.” [13] Diğer yandan peygamberlerin karşıya güven telkin edici ve kişisel bir menfaatin peşinde olmadıklarını vurgulayıcı bir tavır sergilediklerini görmekteyiz. Mesajın karşı taraf üzerinde etkili olabilmesi için sözü söyleyenin yani kaynağın güvenilir olmasının ve şahsî menfaat elde etme kaygısıyla hareket etmediğinin bilinmesi önemlidir. İşte peygamberlerin emin/güvenilir bir elçi sıfatıyla muhataplarına yöneldikleri Hz. Nuh, Hz. Hûd, Hz. Salih, Hz. Lût ve Hz. Şuayb (as)’ın dilinden aynı cümlelerle şu şekilde ifade edilir:

“Kuşkusuz ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Allah’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin. Ben bundan dolayı sizden hiçbir karşılık istemiyorum. Benim karşılığımı ancak tüm insanlığın Rabbi verecektir.” [14]

İletişimde yeri geldiğinde özeleştiri yapabilmek de karşıya güven verme açısından önemlidir. Hz. Musa (as) Firavun’un karşısına tebliğ için çıktığında, Firavun ona geçmişte işlediği ve birinin ölümüne sebep olan bir hatasını [15] hatırlatır. Ancak Hz. Musa (as), o hatadan dolayı kendini savunmak yerine özeleştiri yapar:

Firavun, ‘Sonunda yapacağını da yapmıştın. Sen doğrusu nankörün tekisin’ dedi. Musa ise, ‘O fiili işledim ama o zaman işin doğrusu nedir bilen biri değildim’ dedi.” [16]

İletişimde insanların olağan dışı karizmatik görünümlerinin, muhataplar üzerinde derin etki bırakacak önemli bir unsur olduğu inkâr edilemez. Ancak peygamberlerin hiçbirisi öznesi kendileri olan olağan dışı bir eylemin faili olmak ya da diğer insanlardan farklı sıra dışı özelliğe sahip olmak gibi bir iddiada sahibi olmamışlardır. Muhataplarının bu tür beklentilerine rağmen, kendilerini “Allah’ın elçisi” olmanın dışında farklı bir konuma oturtmamışlardır. Mesela Kur’ân’da Hz. Peygamber’den şöyle söylemesi istenir:

“De ki: ‘Ben size, Allah’ın hazineleri benim yanımdadır, demiyorum. Gaybı bilirim ya da ben bir meleğim de demiyorum. Ben sadece bana ne vahyediliyorsa ona uyuyorum.” [17]

Peygamberler, kavimleriyle olan iletişimlerinde olağanüstü bir vasfa sahip olmak gibi bir iddianın sahibi olmadıkları gibi, muhataplarının da aklı bir tarafa bırakıp olağan dışı bir kabulün öznesi olmalarını istememişlerdir. Peygamberlerin iletişimdeki yöntemi her zaman tefekküre yönlendirerek, insanları aklını kullanan bireyler olarak inanmaya sevk etmek olmuştur. Bu durum Kur’ân’ın bütününde görülen bir yöntem olarak karşımıza çıktığı gibi, peygamberlerin kavimleriyle olan iletişimlerinde de açık bir şekilde kendini gösterir.

Sonuç olarak şunu diyebiliriz ki peygamberler, ilâhî mesajları insanlara ulaştırırken hem söylemleri itibariyle hem de tutum ve davranışlarıyla, iletişim yöntemi açısından da kendilerinden örnek davranış biçimleri çıkarabileceğimiz örnek insanlardır. Dolayısıyla Kur’ân’da yer alan kıssalar, muhataplarına bu yönüyle de mesaj sunan ilâhî bildiriler olarak okunmalıdır.

 


1. Özcan Başkan, Bildirişim -İnsan Dili ve Ötesi-, s. 267.

2. Başkan, a.g.e., s. 104.

3. Berke Vardar, Dilbilimin Temel Kavram ve İlkeleri, s. 33.

4. Doğan Aksan, Anlambilim, , Ankara 1997, s. 13.

5. İbrahim, 14/4.

6. Tâhâ, 20/43-44.

7. Nisâ, 4/63.

8. Örnek olarak bk. A’râf,7/59, 61, 65, 67, 73, 79, 85, 93; Hûd,11/28, 29, 30, 50, 51, 52, 61, 63, 84-85, 88.

9. Meryem, 19/42. Ayrıca bk. Meryem, 19/43-45.

10. eş-Şu’arâ, 26/105-106.

11. A’râf, 7/65; Hûd, 11/50. Ayrıca bk. A’râf, 7/85; Hûd, 11/84; Şu’arâ, 26/123-124, 160-161; Ahkâf, 46/21; Şuarâ, 26/141-142; Ankebût, 29/36; Kâf, 50/12-13.

12. A’râf, 7/73; Hûd, 11/61. Ayrıca bk. Neml, 27/45.

13. A’râf, 7/73.

14. Şu’arâ, 26/107-109, 125-127, 143-145, 162-164, 178-180.

15. Kasas, 28/15.

16. Şuarâ, 26/19-20.

17. En’âm, 6/50. Ayrıca bk. Kehf,18/110; Fussilet, 41/6.