Ramazan ayı ve kitlesel bir ibadet olarak orucun hem küçük coğrafyalarda hem de ümmet planında toplumsal birlikteliğe sağladığı katkı konusunda neler söyleyebilirsiniz?
En belirgin özelliği oruç ibadeti olan Ramazan ayında Müslüman bir kültürde neler olup bittiğine bakarsak gözümüze çarpan ilk olgunun, arzuların gemlenmesi olduğunu fark ederiz. Arzuların gemlenmesi, yalnızca yeme-içme zamanın ayarlanması, cinsel isteklere sınır konulması olarak anlaşılmamalıdır. Ne demektir arzuların gemlenmesi? Dürtülerimize, ilişkilerimize bir çekidüzen vermek zorunda olduğumuzu, her şeyi isteyemeyeceğimizi, her istediğimizin istediğimiz zaman gerçekleşemeyeceğini görmek… Hayvanların içgüdüleriyle, inisiyaki olarak biçimlendirdikleri davranışlarını; insanların, özgür iradeleri ile özenle şekillendirmesi… Kısacası arzularımızı gemleyebilmemiz bizi diğer canlılardan ayıran, insan yapan şeydir ve bunu daha ziyade Müslüman bir toplumda Ramazan ayı boyunca berrak biçimde müşahede ederiz.
Arzularımızı gemleyebilmemiz sayesinde insan oluruz ya da arzularımızı gemleyebildiğimiz ölçüde insanlaşırız. İnsan olmamız bizden toplu olarak yaşamamızı, bir topluluk kurmamızı ısrarla talep eder; o kadar ısrarla talep eder ki biz zaten kendimizi toplum hayatının içinde buluruz. Dikkatli baktığımızda arzularımızı her zaman gemlediğimizi, sadece Müslüman toplumların değil tüm toplumların bunu belli ölçülerde başardığını görürüz. Zira sadece Müslümanların değil tüm insanların en büyük hasletlerinden birisi, bir grup-varlık olmalardır. Grup-varlık olmak sadece grup halinde yaşamak değildir; eğer öyle olsaydı sürüler halinde yaşayan hayvanlarla bir derece farkımız kalmazdı. Grup-varlık olmak; topluluk olarak yaşamaya mecbur olduğumuzun, her birimizin mutlaka bir toplumun, bir kültürün, bir dilin içine doğduğunun bilincinde olmanın yanısıra, insan kardeşlerimiz için bir şey yapmaya, onları kendimizden ayrı düşünmemeye özel bir gayret sarf etmek demektir. Her insan toplumu, şöyle ya da böyle insan olmanın bu niteliğini hayata geçirir; aksi takdirde toplum olmaz. Toplumlar birbirlerinden bu özellik bakımından değil bu özelliği hayatlarına ne derece aktarabildikleri noktasında farklılaşırlar. İslam dininde vaad ve vaaz edilen ideal Müslüman toplumu; diğer insan toplumlarından, insan olma hasletlerine en çok itina etme özelliğiyle ayrılır ve İslam’ın öngördüğü hayat tarzı, ibadetler, Müslüman toplumunu diğer topluluklara örnek kılmak ve onları da buraya davet etmek içindir.
Lütfen bugün dünyada yaşanan gerçeklerden, “Müslümanım” diyen insanların emaneti yüklenemeyerek bu dünyada yapıp etmelerinden örnekler vererek hevesimi kaçırmayın. Ben Son Peygamber’e vahy edilen dinin inananlarından beklentilerini incelediğimde gördüklerimi anlatmaya çalışıyorum.
Özelde Ramazan orucu olmak üzere ibadetlerin kişi huzuruna etkisi ve bunun toplum hayatı açısından önemi ne ölçüdedir?
“Huzur” kelimesiyle alıp veremediğim bir şey olduğunu hemen başta söylemeliyim. “Huzur” sözüyle bir iç-barış, bir zihin dinginliği halini kast ediyor olmalısınız. Böyle bir insan olma durumu, bilebildiğim kadarıyla Müslümanların inandıkları dinde değil de Doğu dinlerinde ya da Hıristiyanlığın ve Museviliğin oldukça Bâtıni yorumlarında bulunabilir. Biz Müslümanlar, insanın “korku ve umut arasında” olduğuna, dünya hayatının sürekli mücadele edilmesi gereken bir oyun ve eğlence cerbezesiyle üstümüze geldiğine inanırız. Hayat mücadeledir; böylesine mücadele gerektiren bir ortamda dinginlik propagandası yapmak bize mücadeleden el çektirmek gibi yanlış anlamalara sebep olabilir. Bana sorarsanız oruçlu insan da sürekli mücadele halindedir. Bir yandan arzularını gemlemeyi öğrenerek insanlaşmanın, diğer insan kardeşlerinin yardımına koşmanın, benlik takıntılarını yenmenin peşindedir; diğer yandan onu insanlıktan alaşağı etmeye çalışan dürtülerinin bacaklarına yapışmış olduğunu, sürekli bencilce zevk davetleriyle aşağıya doğru çekildiğini hisseder. O yüzden her bitmiş oruç günü, her iftar; büyük bir insanlık zaferi, nefsin insanlıktan çıkarıcı isteklerine boyun eğmeyecek bir irade gücüne sahip olduğumuz gerçeğinin alkışlanmasıdır diyebiliriz. Müslümanlardan tüm ibadetlerinde dünya hayatının nefsani taleplerine karşı tek başlarına olmadıkları ve insanlar olarak birbirlerinden asıl ayrım noktalarının “takva” olduğu, tek bir bedenin değişik azalarıymışçasına çabalamaları gerektiği bilinciyle hareket etmeleri beklenir. Sonu “Fıtır bayramı”yla biten Ramazan ayındaki oruç ve ibadetlerde bu bilinç her zaman olduğundan daha yüksek, daha ayan beyan ve daha toplumsaldır.
Ramazan’ın toplumsal birlikteliği tetikleyici bir yanı da var mı?
İslam inancına göre insan hem yaratılmışların en şereflisi hem yeryüzünün fitne çıkarıcısı, kan dökücüsüdür, hem çamurdan yaratılmıştır insan hem Yaratıcı ona kendi ruhundan üflemiştir. İnsan varoluşunun bu paradoksları onun yaşantısında da kendisini gösterir: İnsan hem bireysel hem toplumsaldır. Yani bizim deyimimizle grup-varlıktır. İnsanın ne bireyselliği ve toplumsallığı, hayvanlar dünyasındaki diğer canlılarla bir benzerlik içinde anlatılamaz; insanın bireyselliği de toplumsallığı da tamamen kendine özgüdür. Dünya hayatımızı bir toplumun içinde insan teki olarak sürdürürüz, bazen kalabalıklarda bile çok ama çok yalnız olabilmek bize mahsustur.
“Müslümanım” diyen kişinin, kendisine bahşedilen tüm özelliklerin diğer insan kardeşleri için de geçerli olduğunu bilmesi ve onların hayatlarının kendisinden daha aşağıda olmasından derin bir teessür duyması, insan kardeşlerinin acısını kendi acısı gibi hissetmesi umulur.
Böyle umulur fakat aslında gerçek hayatta hiç de böyle olmadığını hepimiz biliriz. Pek de muteber olmayan, insanlık aleyhtarı diğer özelliklerimiz çoğu zaman bu anlatmaya çalıştığım, insanda olması gereken hasletlerimizi unutturur. İbadetler unuttuklarımızı hatırlatmak, bizi bencillik ve zevk peşine düşme batağından çıkarabilmek için vardır. İbadetler sırasında insandan bir ürperme, bir uyanış bekleriz. Ramazan, sair zamanlardaki ibadetler boyunca bir türlü yetmeyen ürpermelerin, bir ay boyunca toplu olarak zerk edilmesi, Kur’ân’ın mesajının indiği ayda insanlara topluca bir kez daha duyurulmasıdır. Bu toplu ve uzun süreli çağrının hepimiz üzerinde derin bir etkisi vardır. Çok etkileyici bir filmden çıkmış insanlar bile birbirlerine daha yakın hissederken aynı ay içinde aynı ürpertici mesajlara muhatap olmuş insanların, insanlıklarına ve birbirlerine bigâne kalması olacak iş değildir.
İnanç ve ibadetlerin ruh dünyamıza nasıl etkileri olur?
Geçenlerde bir gazetede İbni Arabî üzerine çalışmalarıyla bilinen Ekrem Demirli, oruçtan yola çıkarak ibadetleri nasıl anlamamız gerektiği üzerine fevkalade mühim tespitlerde bulundu. Haklı olarak, oruç dediğimizde öncelikle sadece sağlığımız üzerindeki faydalarından; ikincisi, sosyal sınıfların birbirini 'anlama'sının zeminini oluşturarak toplumsal dayanışmanın pekişmesinden bahsetmekle yetindiğimizi eleştirdi. Ona göre; "ibadet insana Allah hakkında bilgi kazandırmadığı sürece hiçbir anlam ifade etmeyecektir. Her ibadetin maksadı insana Allah ve O'nun fiilleri hakkında kazandıracağı marifettir. Bu itibarla marifet ibadetin maksadını teşkil eder…Öte yandan ibadetler bize içinde kendimizin de bulunduğu âlemin yaratılışı hakkında bilgi kazandırır. Allah ile âlem-insan arasındaki en mühim irtibat, 'yaratılış' irtibatıdır; bu irtibatı hatırlamaksızın Hakk'a tam 'teveccüh' olamaz. Oruçtaki 'imsak', yani kendini tutmak ve çekmek ile orucu açmayı anlatan iftar (yaratılışla ilgili fıtrat ve el-Fatır ismiyle ilişkisini hatırda tutarsak) Allah'ın iki ayrı isim türüyle gerçekleşen yaratılış eylemine atıf yapar. Başka bir ifadeyle insan Ramazan'da 'tutmak' ve 'açmak' şeklindeki eylemiyle Hakk'ın, âlemi sürekli yok etmesini (imsak) ve var etmesini (iftar) 'zevk' yoluyla idrak eder. Bu sayede oruç bize Allah'ın, üzerimizdeki en büyük nimetlerinden 'sürekli yaratılış' nimetini hatırlatır."
Bu sözlere ve sahibine ancak şapka çıkarılır ancak şapkamızı çıkarırken bazı sözlerin de ağzımızdan dökülmesine engel olamayız: “İyi ama üstad, orucun ve ibadetlerin değerini anlamak için Sufi yoluna girmekten başka bir yol yok mudur? Sufi yoluna girmemiş olanların ibadet konusunda her bakışları tam bir yanılgı mı içerir? Ya da inanç ve ibadetlere insan varoluşu açısından bakmak mümkün değil midir?”
İnanç ve ibadetlere insan varoluşu ve psikolojisi açısından baktığımızda Sufi yolundakilerin gördükleri de dahil olmak üzere o kadar çok şeye şahit oluruz ki…
Her şeyden önce inançlar, bu karmakarışık dünyada bize ve hayatlarımıza rehberlik sağlarlar; inançlarımız ne kadar sağlam bir zemine dayalıysa yol haritamız da o kadar güvenilir olacaktır. “Ben kimim, bu dünyada ne işim var, ölüm sonrası beni bekleyen nedir?” sorularına cevap verebilmek, insanın başarabileceği en büyük işlerdendir. İnsan, hayatına bir anlama katamıyorsa diğer canlılardan farklı olarak yaşaması için bir gerekçe bulmakta, yalnızlık zindanından çıkmakta da zorlanacaktır. Çünkü insan şeylerin adını bilmekle hem bilince, üstelik de bilinçli olduğunun bilincine, özgürlüğe mahkûm olmuş hem de bu vasfıyla meleklerden üstün bir yaratılışa sıçramıştır. Daha doğrusu insan fıtraten böyle yaratılmıştır ama böyle bir sıçramayı yapabilmesi için dinin, üstelik hak dinin dosdoğru yoluna girmesinden başka şansı da bulunmamaktadır.
Tamam inancın önemini anladık ama ibadetler de ne ola ki, Yaratıcımızın bizim ibadetlerimize, namazımıza, orucumuza neden ihtiyacı olsun ki?..
Allah, ibadeti kendisi için değil bizim için ister, “hayat”ın yaşadığımız dünya hayatından ibaret olmadığını hatırlamamız, günlük maişet derdine ara vermemiz, varoluşumuz ve varlık üzerine düşünmemiz için… Bütün ibadetlerden murat budur aslında. Her ibadet bir ara verme, dünya hayatına bir moladır, oruçta bu mola çok daha belirginlik kazanır, heva ve heveslerimizden belli ölçülerde el çekmemiz, öteleri akletmemiz, Yaratıcımıza verdiğimiz sözü ne kadar yerine getirdiğimiz sorusuna cevap vermemiz istenir. Dünya hayatına ibadet sırasında bir nebze olsun ara veren, parantez açan insan, aynı zamanda içine battığı narsisizmden, benlik davasından kurtulma fırsatı bulur zira insanlığın erişebileceği en yüksek eşitlik hali, ibadet sırasında elde edilir. Dünya hayatında yaşayıp giderken, kendimizi bir “özel” sanırız, tarihin kıyamete doğru akışının müthiş deveranında toz zerresi bile olmadığımızı unuturuz. Elbette biz “özel”iz, biriciğiz ama bu özelliklerimizi yaratılmışların en şereflisi olma hasebiyle kazanırız. Fakat bu bilginin künhüne vakıf olmak için tarihin ırmağında ancak bir damla kadar yerimiz olduğunu kavramamız icap eder; küçüklüğümüzü kavradıkça büyürüz. Bizi gerçekten insanlaştıracak olan mutevazılık, diğer insan kardeşlerimizle aramızda bir nitelik farkı olmadığını bilerek yaşamaktır; insanlıktan çıkaracak olan da gurur, hasislik ve büyüklenmedir.
Ramazan; insan olmamızın ancak kendimizi diğer insanlardan üstün görmeyerek ve toplumun ihtiyaçlarının kendi bireysel çıkarlarımızdan daha önde gelmesiyle mümkün olabileceğini anlatmaya çalışan bir zaman dilimidir. Böyle bir zaman dilimindeki manevi iklimde insanı yücelten, insanlaştıran tüm özellikler görünür hale gelir.
Yardımlaşma aslında şu veya bu zamana hasredilecek bir insanlık hasleti değil, her zaman hepimizde olması gereken bir erdemdir. Demek bazı insani hasletlerimizi, erdemlerimizi Ramazan ayı dışında gösteremiyoruz ki Ramazan ayı var diye düşünürsek insanlar, Müslümanlar olarak daima mücadele etmek zorunda olduğumuzu kavrarız. Sözünü ettiğim mücadelenin de siyasi, hukuki, toplumsal birçok boyutu var; bu boyutları görmezden gelip sadece “manevi bir silkiniş” ile düzeleceğimizi ummak biraz hayalcilik, insani varoluşun ne denli çetrefil bir durum olduğunu anlayamamak anlamına gelir. Mesela kendi adıma ülkemizin Cumhuriyet tarihimiz boyunca yaşadığı siyasi çalkantılar üzerine düşündüğümde, böylesine “devletçi” bir zihniyet yapısıyla güçlü bir yardımlaşma duygusu barındıran bir toplum olamayacağımızı, ağırlığı sivil topluma vermemiz gerektiğini anladığımı söyleyebilirim.