Anlatılır ki geçmiş zamanda adamın biri sarayda görev almak, bu vesileyle padişaha yakın olmak, ona hizmet etmek, halk nezdinde itibar kazanmak ister. Sarayın yolunu tutar. Saraya geldiğinde hünerini sorarlar. Padişaha hizmet liyakati gerektirir. Bir sanatı, bir marifeti olmalıdır ki onu icra ederek padişaha hizmet etsin. Bunun üzerine ilim yoluna koyulur. Bir sanat edinip saraya dönmektir niyeti. İlmin kapısını çalmasının üzerinden yıllar geçer. Nihayet sarayda hizmet edebilecek ehliyete sahiptir. Ancak saraya gitmek istemez artık. Sorarlar sebebini; çünkü yıllarca padişaha hizmet edecek liyakate sahip olabilmek için çalışmıştır. Evet der, bunun için çok çalıştım. Ancak girdiğim bu ilim yolunda kâinat sarayının Sultanı'nı buldum. O'nun hizmetkârıyım.
Yiyip içmek, giyinip kuşanmak gibi hayatımızı sürdürmek için yararlandığımız her şeydir rızık. Ve tamamı bir bağıştır bize Yüce Allah'tan. O öyle İlah'tır ki yarattığı her bir canlının rızkını, "Yeryüzünde yürüyen her canlının rızkı yalnızca Allah'ın üzerinedir." (Hud Suresi, 11/6) hükmünce bizzat üstlenmiş; ancak onları birbirine vesile kılmak suretiyle de gizlenmiştir.
O öyle Rahman'dır ki insanı yaratmazdan önce kâinatı yaratmış, yeryüzünün o müstesna varlığı için türlü nimetlerle donatmıştır. İnsan en zayıf haliyle gözünü dünyaya açtığında her şeyi hazır buldu misafirhanesinde. Bu olayı unuttu ancak her doğan bebek tekrar hatırlattı. Fakat hem kendisine hem sorumluluklarını üzerine aldıklarına yaşam imkânları temin etme çabası, sahiplenme duygusunu da güçlendirdi. Hatta birbirini rızık verici görmeye bile başladı. Mülkiyet duygusu pekiştikçe hükmetme arzusu da güçlendi. Çalışmış, emeğiyle kazanmıştı, onundu; buna iman etti. İnsan ne zaman ki insanı rızık verici görmeye başladı, kula kulluk ortaya çıktı. Çünkü hayatını sürdürme en temel arzusudur insanın ve aynı zamanda en büyük zaafı.
Hadis-i şerifimiz ve baştaki hikâyemiz arasındaki bağlantıya dönelim. Kâinat Sultanı'nın sarayında 'salih amel' kabul ettiği çalışmalar bizim 'iş' ve 'değer üretme' anlayışımızla örtüşmediğinde 'işsizler'(!) (tembeller değil) sınıfının yükü ağır geliyor. Sanıyoruz ki o işte çalıştığımız için kazanıyoruz. Kazandıkça işimize, işverenimize ve kazancımıza bağlanıyoruz. Bu bağ o kadar güçleniyor ki asıl rızık vereni göremeyecek hale geliyoruz. Belki de kâinat sarayının Sultan'ı tarafından bize verilmiş amel/iş köleleri hürriyetine kavuşturmak, yetimimizi himaye etmek, zayıflara kol kanat germek, aç açıkta olanları barındırmak, doyurmak, akrabalarımızı gözetmek ve benzeridir; belki de sarp yokuşun dibinde tükenmiş olanlara hakkı ve sabrı tavsiye edecek âlimin yetişmesine destek vermektir. Belki de bu sorumlulukları yerine getirebilmemiz için verilmiştir sahip olduğumuz iş, makam, mevki, kazanç.
Hayatın sahibi Yüce Allah, insanı kula kulluktan korumak için onun rızkını da üstlenmiştir. Bunun şuurunda olmak insanın özgürlüğünün, insanca yaşamının da teminatıdır. Temelinde böyle bir şuurun bulunduğu iktisadi ve sosyal düzenlemelerle haksız kazançların, insan onurunu yerle bir eden zenginliklerin ve fakirliklerin üstesinden gelinebilir.
Sadi Şirazi'ye kulak vererek bitirelim. Gülistan'da anlatıyor: "Mürşitlerden birinin müridine şöyle dediğini işittim: - Evladım, insan rızkına olduğu kadar rızık veren Tanrı'ya da bağlansaydı meleklerin makamını da gerilerde bırakırdı."