Hz. Muhammed (sav)'in tebliğinin büyük başarısını sadece savaşlarının etkisine bağlayan açıklamalar, İslamiyet’i de “kılıç dini” olarak işaretlerler. Bakü’de yaşadığım yıllarda Sovyet döneminin öğretilerinin etkisiyle “İslam kılıç dini değil mi?” sorusu sıklıkla karşıma çıkardı. Bu yargıyı dillendirenler, aydın kesiminden insanlardı genellikle. Halk kesimleri içinde İslam ve Peygamber sevgisi belki bilgi ve amelce eksik olsa da sadakatle korunuyordu.
Bir derviş gibi yaşadığı da söylenilebilecek nazik ve iyi huylu şahsiyet, tebliğinin yeryüzünde yüzlerce yıl sürecek etkisini sadece kılıç gücüne borçlu olabilir mi...
Durumu, savunma psikolojisi içinde çarpıtan açıklamalardan sakınarak gerçeğe en yakın bir biçimde kavramaya çalışırken Seyyid Hüseyin Nasr’ın yaptığı şu tasvir anlamlı olabilir: “Buda Bo-Ağacı’nın altında düşünceye dalmış bir vaziyette oturmuş olarak düşünülürse Hz. Peygamber de elinde adalet ve yargı kılıcı, at üstünde dörtnala yol alan ve bununla birlikte Hakikat Dağı’nın önünde birdenbire durmaya hazır bir süvari gibi tahayyül edilebilir.” [1]
Tirmizi, İbn Mace, el-Hakim ve İmam Ahmed; Abdullah b. Selam’ın şöyle dediğini rivayet ediyorlar: “Rasûlullah (sav) Medine’ye ilk geldiğinde herkes O’na koştu. Onlardan biri de bendim. Yüzüne bakınca yüzünün yalancı birine ait olmadığını anladım. Kendisinden işittiğim ilk söz şu idi: ‘Ey insanlar! Selamı ifşa ediniz, (fakirlere) yemek yediriniz. İnsanlar uyurken geceleri namaz kılınız. (Bunları yaparsanız) cennete emin olarak girersiniz.’” [2]
Hz. Muhammed (sav)’in, etrafındaki insanlarda oluşturduğu izlenimde kişiliğinin yalandan uzak yönü sıklıkla vurgulanır. Böylelikle uyandırdığı güvenin yanında kendisine duyulan büyük sevgide, eminim, adil olma niteliği fazlasıyla etkili olmalı. Bu adil olma özelliği, girdiği savaşların da başlıca açıklaması olarak görünüyor kaynaklarda. Muhammed Gazali, “İslam’ın Peygamber devrinde yaptığı harplerin hakkı himaye, haksızlığı önlemek ve diktatörlüğün gücünü kırmak için birer insanlık vazifesi olduğunu” yazıyor. Gazali’ye göre Müslümanların Asr-ı Saadet’te girdiği büyük savaşların hepsi yok edilme tehdidinin eseridir. [3]
Peygamberimiz’in savaşları konusunda özlü açıklama ise Aliya’nın şu cümlesinde dile geliyor: “İslam sadece din (Religion) değildir.” İslam felsefesinin aslı dış ve iç, ahlaki ve toplumsal, maddi ve manevi hayatın aynı anda yaşanmasına dönük talep. Aliya, Kur’ân-ı Kerîm’deki 16/25, 26/34-35 ayetlerini hatırlatarak ahlaki açıdan güçlü olanların kaba kuvvete ihtiyaç duymayacaklarını belirtiyor. [4] Savaş, gün gelir “pasif direniş”e izin vermeyen bir acımasızlıkla sökün ederek kendini dayatır; Bosna’da da bu böyle oldu. İslam, hayat ve hakikatin gerçeklik unsurlarına yönelik tabii yaklaşımı ve yakınlığıyla da sonuncu din. Özellikle savunmaya dayalı ve kendini tahkim etmenin bir gereği olarak önüne çıkan savaş ancak ahlaki disipline ve siyasal özgürlüğe sahip bir toplum oluşturmanın önündeki engeli kaldırmanın zarureti olarak görünüyor. Hz. Muhammed’in seriyye ve savaşları bir anlaşma yolu henüz ortadayken gerçekleşmiş değil. [5]
İslam’ın fetih dini olduğuna dair yargılar bu açıdan tartışmaya değer. Hedefin vasıtayı mübah kılmadığına inanan bir din, toprakların sahipliğiyle gelişmeyi tasarlıyor olamaz.
“Eğer bazı durumlarda vasıtaların gayeyi alçalttığı doğruysa daha başka durumlarda da gayenin vasıtaları kutlu kıldığı hiç kuşkusuz bir o kadar doğrudur. Çünkü her şey burada bir durumlar ve nispetler sorunudur” diyor Schuon, “Hz. Peygamber’i doğrudan veya dolaylı bazı eylemlerinin sertliğinden, acımasızlığından dolayı eleştirdiklerini sanan” Batılıların yargılarını tahlil ederken. [6]
Peygamberimiz’in erdemlerini bir üçgen halinde tasvir eden Schuon, sükûnet/doğruluk erdemlerini üçgenin tepesine yerleştirirken diğer iki çift erdemin, kerem/soyluluk ve kuvvet/kanaat’in da tabanı oluşturduğunu yazıyor.
Geleneksel kaynaklara göre Peygamberimiz’in hayatı incelendiğinde ise O’nun hayatında üç öge öne çıkıyor: Dindarlık, savaşımcılık, bağışlayıcılık. “O’na Batılılarca atfedilen ‘acımasızlık’ ise düşmanlarıyla ilgili değil, kökeni ne olursa olsun sadece hainlerle ilgilidir” diye vurguluyor Schuon. [7]
Bir önceki yazım Batılıların İslam Peygamberi’ne yönelttiği savaş eleştirilerinin kendi içinde taşıdığı çelişkileri konu alıyordu. Savaşın bir gerçeklik olduğu bir dünyada, içinde bulunduğu Cahiliye toplumu örneğinde bir diriliş hareketi başlatan Peygamberimiz, ıslaha dönük tebliğini sürdürmede önüne çıkan zorbalığa karşı zaman zaman savaş açmaya zorunlu kalmıştı. Dönem, Schimmel’in ifadesiyle “iyi ruhani” ile “kötü dünyevi” arasında bir düalizmin bulunmadığı bir dönemdi. Cihad ise bütün âlemi kapsaması gereken barışı sağlamak üzere kâfirlere karşı yapılan savaş olarak yorumlanıyordu. [8]
Nitekim Müslümanlar Medine’de istikrarlı bir hayata kavuştuklarında etraftaki çölleri, Mekke ve Şam arasında kafilelerin geçtiği yolları kontrol altında tutmak ve vurucu güce sahip kabilelerden de emin olmak için silahlı müfrezeler göndermeye başladılar.
Seriyye olarak da adlandırılan bu müfrezelerin eylemleri incelendiğinde, Hicrî 1. yılda, Ramazan ayında Ebû Cehîl kumandasındaki Kureyş birlikleri ile yaşanan karşılaşmada olduğu gibi, savaşın önlenmesinin ilk adım olduğu ve çoğunun barış anlaşmasıyla sonuçlandığı görülüyor. Müşrikler ve çölde yerleşmiş yağmacıların bu müfrezeler işbaşında olmadığı takdirde Medine’ye saldırıp Müslümanların varlıklarını yağmalayacağına kesin gözüyle bakılıyordu. Bir asayiş birimi gibi hareket eden müfreze ve seriyyeler Müslümanların kendi yaşama alanlarının güvenliğini sağlama amacının yanında, hicrete rağmen hâlâ Müslümanlarla uğraşmaya devam eden, böylelikle onların eskisi gibi zayıf olduklarını ilan etmeye çalışan, zorbalıkla İslam’ın yayılmasına engel olan Kureyş’e karşı da bir güç ve varlık bildirimi olarak önemseniyordu. “Çünkü Kureyşliler zafiyet sebebiyle Müslümanların inançlarını ve hürriyetlerini kuşatmış, evlerini ve mallarını gasp etmişti” diye yazıyor Gazali. [9]
Müslümanlar; aynı tavrın İslam’ın Medine’de yerleşmesinden rahatsız olan müşriklerle Yahudiler tarafından da sergileneceği endişesi taşıyor, bu sebeple de kendilerini savunacak güçte olduklarını göstermeleri gereken durumlarda zaaf göstermekten kaçınıyorlardı.
İslam Peygamberi eğer savaşı çok seven, savaşla dinini kabullendireceğine inanan biri olsaydı, güçlendiği dönemlerde kendisine yıllarca azap çektiren kesimlerle savaşmak için Mekke’ye defalarca saldırmış olurdu, Hz. Muhammed’in hayatını kaynaklara dayanarak aktarmayı deneyen İranlı yazar Hasan Beygi’ye göre. “Muhammed; düşman, elini kılıca atmadıkça kendisi elini kılıcına götürmez, kendisine saldırılmadıkça başkasına saldırmaz.” Bu, Hicret’ten sonra aynı şehrin çatısı altında yaşayan Medine Yahudilerinin de onunla ilgili kanaatiydi. [10]
________
Dipnotlar:
1-İslam, İdealler ve Gerçekler, s. 84, Akabe;1985.
2-Muhammed Gazali, Fıkhu’s Sîre, s.218, Risale.
3-Gazali, a.g.e., sf. 226.
4-Aliya İzzetbegoviç, İslam Deklarasyonu, s. 177, 190, Fide; 2007.
5-Aliya İzzetbegoviç, Özgürlüğe Kaçışım, s. 324, 323, Klasik; 2005.
6- Frithjof Schuon, İslam ve Ezeli Hikmet, s. 43, İz Yayıncılık; 1998.
7-Ftrihjof Schuon, İslam’ı Anlamak, s. 122, 116, 117, İz; 2008.
8- Annemarie Schimmel, Hazreti Muhammed, s. 57, Profil, 2007.
9-Gazali, a.g.e., s. 229.
10-İbrahim Hasan Beygi, Muhammed/ Hz. Peygamber’in Yaşamı Etrafında Bir Roman, s. 176, Mana Yayınları, 2010)