Son yıllarda çokça duyduğumuz İslam sanatının sergilenmesi, kutsalın müzede sergilenmesi gibi meseleleri müze tarihçisi ve araştırmacı Betül Çakırca’ya sorduk. Çakırca, dünya müzelerini ve müzecilik tarihini, müzenin seküler bir kurum olmasına karşın İslam sanatını müzede nereye koyacağımızı, Aşk-ı Nebi Sergilerini, kutsal emanetleri yani epey netameli, bize yabancı ve çok uzun bir mevzuyu ilginç örneklerle anlattı.
“Kutsalın sergilenmesi” kavram olarak bize çok tanıdık değil. Dünyada ve bizde bu kavram ne zaman ve nasıl ortaya çıktı?
“Kutsalın sergilenmesi” kavram olarak bizim için yeni ve çok da tartışılmayan bir mesele. Zaten modern manada müzecilik ve sergileme de 18. yüzyıl ikinci yarısından itibaren gelişiyor. Kendisi için bir anlam ifade eden nesneleri toplamak, biriktirmek, muhafaza etmek ise yeni bir şey değil. Ortaçağlara gelindiğinde yine modern manada olmasa da koleksiyoncu bir tavır var. Kutsal bağlamında ise bizde mesela “mukaddes emanetler” var. Camilerde belli zamanlarda halka gösterilen Hırka-i Şerif, Sakal-ı Şerifler var. Bunun yanı sıra ibadet mekânlarına hem güzellik katan hem de mesaj veren hat levhaları ve diğer bazı objeler var.
Avrupa’da ise Rönesans öncesi kilise ve manastırlarda kutsiyet atfedilen objelere rağbet olduğunu biliyoruz. Bu objeler o mekânların insanlar gözündeki yerini yüceltiyor. Mesela, Yunus Peygamber’i yutan balinanın dişi, Kuzey Denizi kıyılarına vuran balinalardan alınmış olabilir ama kutsal topraklardan getirildiğine inanılır. Yahut azizlerin kemikleri. Bunun gibi pek çok örnek verebiliriz. Bu objeler bulunduğu o katedrale, manastıra yani mekâna bir kutsiyet veriyor ve Hristiyanları daha çok çekebilmek için kullanılıyor. Rönesans’la birlikte ise Türkçeye “nadire kabineleri” olarak çevrilmiş olan yeni bir koleksiyonculuk tavrı ortaya çıkıyor. Kiliseler ve mekânlarda toplanan hayret verici nadide objeler ve çok daha fazlası bu kişisel koleksiyonlarda toplanmaya devam ediliyor. Bu müzelerdeki koleksiyonların pre-modern olanlarının pek çoğu zaten kutsal obje. Kabilelerden aldıkları objeler olsun, kiliselerden taşıdıkları resimler, heykeller olsun hepsi kutsal aslında ama bunun “kutsalın sergilenmesi” diye sorunsallaştırılması post kolonyal dönemde küreselci yaklaşımlarla birlikte mevzubahis edilmeye başlandı. Ondan evvel böyle bir tartışma yok, Türkiye’de zaten yok.
Müzecilik hareketinin başlarında Batı müzelerinde İslam sanatı şeklinde bir sınıflandırma var mı?
Esasen 19. yüzyılın ilk yarısında başlayan bu müzecilik hareketi İslam sanatını başlangıçta konu edinmez. Zira “İslam Sanatı” kavramı tam olarak oluşmamıştır. 19. yüzyıl ikinci yarısında müzelerde de daha görünür hale gelmeye başlayan İslam sanat eserleri “Mohammadan art”, “Saracenic art” gibi kavramlarla yahut milliyetleri işaret eden “İran sanatı”, “Arap sanatı” gibi terimlerle kataloglarda zikrediliyor. Bu eserler yavaş yavaş sanat pazarında yer edinmeye başlar. Daha evvel oryantalist tutkularla bir tüketim nesnesi olarak Batı’da rağbet gören “şark malları” artık müzayedelere girer, sergilere dâhil edilir, müzeler ve koleksiyonerler tarafından ilgi görmeye başlar. Sanat tarihi alanında da İslam sanatı tarihi kendisine bir yer bulur ve alanda günümüze kadar devam eden tartışmalara konu olur.
Öte yandan, günümüzde İslam koleksiyonlarını oluşturan pek çok eser/obje zamanında vakıf mekânlardan toplanarak bir araya getirilmiştir. Bu eserler birbirinden farklı yerlerdeki vakıf mekânlarda insanların kullanımında olan nesnelerdi. Bunların toplanarak önce Osmanlı Müzesi’nde sonra da Evkaf-ı İslamiye Müzesi’nde (Türk ve İslam Eserleri Müzesi) koruma altına alınması hem bir güvenlik meselesi hem de İslam medeniyetini temsil meselesidir ve tam da Avrupa müze ve sergilerinde İslam eserlerinin daha görünür hale geldiği yıllara rastlar. Eserlerin vakfedildikleri yerlerden müze depo ve sergi salonlarına götürülmesi karşısında toplumdan da muhalif bir ses yükselmez. Vakıf eserlerine yönelik artan hırsızlık vakaları ve Evkaf’ın eserleri hırsızlık ve diğer çevresel bozulmalardan koruyamaması ve dönemin savaş şartları dolayısı ile bu müzeleştirme hareketi kabul görmüş olmalı.
Kutsalın sergilenmesi meselesini şimdilik kenara ayırarak, son yıllarda İslam sanatının ön plana çıkması, müzelerde İslam galerilerinin açılması gibi olguların temelinde ne var sizce?
Size ilginç bir gelişmeden bahsedeyim. Müze aynı zamanda bir medyadır ve müzeyi bir medya olarak yani ilişki kurulabilen, mesaj alınan ve iletilebilen bir yer olarak değerlendirdiğimizde, 11 Eylül örneğini görüyoruz. 11 Eylül olayından sonra Batı medyası İslam’ı hedef göstermesine ve hep bir İslam terörü vurgusu yapmasına rağmen, Batı müzeleri aynı medyanın bir parçası olarak tam tersi bir davranış sergiledi.
Ne demek bu, biraz açar mısınız?
11 Eylül sonrası ironik ve beklenmedik bir şekilde insanların İslam galerilerine ilgileri artıyor. Aynı Kur’an-ı Kerim satışlarının artması gibi. Sürekli medyadan terör kelimesi ile birlikte duydukları İslam’ı öğrenmek istiyorlar, merak ediyorlar. İslam sanatı tartışmaları tıpkı 19. yüzyıldaki oryantalist obsesif davranışların olduğu dönemden sonra ilk kez yeniden bu kadar hararetleniyor. Müzelerde ziyaretçiler çoğalmaya ve sorular gelmeye başlayınca çeşitli büyük müzeler, Metropolitan’dan tutun da Louvre’a kadar pek çok müze, galerilerinin İslam koleksiyonlarını restore edip yeniliyorlar ya da geliştiriyorlar.
Osmanlı bu eserlere İslam sanatı demiyor ama değil mi? Kutsal emanetler Osmanlı arşivlerinde nasıl geçiyor?
Osmanlı'yı ayıran özelliklerden bir tanesi bana göre İslam sanatı kavramını “Sanayi-i Nefise-i İslamiye” şeklinde İslam sıfatıyla kullanma konusunda öncülük etmesi. Bizim kutsal emanetler dediğimiz Osmanlı arşiv belgelerinde “emânât-ı mübâreke” diye geçer, “emânât-ı mukaddese” diye geçer ve bu nesneler bizim bildiğimiz en yaygın hikâyeyle, Yavuz Sultan Selim’in hilafeti almasıyla birlikte İstanbul’a dönerken beraberinde getirdiği kutsiyet atfedilen objelerdir.
Neler var Yavuz’un getirdiği bu ilk emanetler arasında?
Aslında Yavuz’un getirdiği bu ilk koleksiyon neydi tam bilmiyoruz. Ama mesela Kahire’yi aldığında halifelikle birlikte kendisine geçen objelerin yanı sıra bir de Kâbe’nin anahtarını Hicaz’dan getirdiklerinde anahtarla birlikte gelen objeler olmalı. Osmanlı’nın son günlerine kadar çeşitli yerlerden alınan ve hediye gönderilen emanetlerle koleksiyon sürekli gelişiyor. Ayrıca Birinci Dünya Savaşı esnasında Vahhabilerin elinden kurtarılan kutsal emanetler de İstanbul'a gönderiliyor ve koleksiyon bugünkü halini alıyor. Bu emanetler içinde en özel, en kutsal kabul edilenler; Efendimiz’e (sav) ait olan hırka-i saadet, nakş-ı kadem-i şerif (ayak izi) ile sakal-ı şerif. Kutsal emanetler bize hilafetin alınmasıyla birlikte geldiği için bunun Müslümanlar açısından öneminin yanı sıra iktidarla ilgili bir yönü de var. Yani kutsal emanetlere sahip olmanız sizin aynı zamanda İslam dünyasının iktidarını da elinizde tuttuğunuz anlamına geliyor.
Ana koleksiyonu biraz anlatır mısınız, Topkapı Sarayı Kutsal Emanetler Dairesi’nin son hali nasıl?
Topkapı Sarayı Kutsal Emanetler Dairesi’nin 2005-2008 tarihleri arasında restore edilmesiyle, değişik bir yerleştirme ve yorumlama yapıldı. Burada vurgulanan şeylerden biri de ehl-i kitap. Yani bir galeri ehli kitabın inandığı peygamberlere ait objelere ayrılmış yahut bu tema ile yorumlanmış diyebiliriz. Gezerken galeri size bir güzergâh çiziyor, hem ziyaretçi sayısının fazla olmasından kaynaklı sıkışıklıkta size yol gösteriyor hem de belli bir sıralamayla görüp anlama ve yorumlama imkânı sunuyor. Oradan çıkınca Kâbe anahtarı, Kâbe oluğu gibi emanetlerin yanından geçiyorsunuz. Sonra tamamen Peygamber Efendimiz’e ve sahabeye adanmış galeriye geliyorsunuz. O galeriyi koruyan sahabe kılıçlarını, hırka-i saadetin olduğu bölümü, sakalı şerifleri görüyorsunuz ve 24 saat canlı Kur’ân-ı Kerim okunan bir koridordan, geçici sergilerin yapıldığı son galeriye geçiyorsunuz. Benim ziyaretlerimden birisinde o bölümde ehl-i beyte ait eşyalar vardı. Mesela, Hz. Musa’nın asası, Hz. Yusuf’un sarığı, Hz. Davut’un kılıcı, Hz. İbrahim’in tenceresi ve diğerleri. Hz. Yahya’ya ait olduğuna inanılan, bir diğer rivayete göre de Vaftizci Yahya’ya ait olduğu düşünülen kol ve kafatası kemikleri var. Müslüman bir padişah bir peygambere ait olduğunu düşündüğü kemikleri bu şekilde saklamaz, gömerdi muhtemelen. Bu kol İstanbul’un fethinden sonra ele geçirilen Hıristiyan kutsal emanetleri arasında olmalı. Hristiyanlara ait bir emanetin Topkapı Sarayı sınırları içerisinde muhtemelen Aya İrini’de tutuluyor olması, Hristiyan halk üzerinde orayı güçlü ve gizemli kılan bir etki bırakmıştır.
Son yıllarda İslam temalı sergilerin sayısının arttığını görüyoruz. Kutsalın sergilenmesi ya da İslami olanın sergilenmesi meselesini yeterince tartışıp bir yere bağlayabildik mi?
Müze konusu hakkında yapılan tartışmalar son yıllarda nispeten arttı. Ama konuyu yine çeviri metinlerin etkisiyle Avrupa müzeleri üzerinden düşünüyoruz gibi geliyor bana. Yani müzeyle ilişkili işler yapanların çoğu yabancı kaynaklardan mevzuyu öğreniyor çünkü yeterince gelişmiş bir literatür yok. Hemen hemen 200 yıldır müzemiz olmasına rağmen tam olarak tartışılıp kabul görmüş terminolojimiz yok. Kutsalın sergilenmesine gelirsek, öncelikle bizim “kutsal” kavramı ile de sorunumuz var. İslam’da kutsal var mıdır yok mudur tartışması halen devam ediyor. Öte yandan İslam Sanatı kavramı da henüz tanımlanamamış, sınırları belirlenememiş bir kavramdır ve bu kavram özellikle müze bağlamında tartışılmadığı için kutsalın sergilenmesi gibi çok daha çetrefilli konulara sıra hiç gelemiyor.
Eskiden insanlar sanat eserleri ile pek çok yerde karşılaşma imkânına sahipti. Güzel bir istifle yazılmış sokak tabelasından tutun, çeşmelerin üzerindeki tezyinat ve yazılara kadar yahut cami, tekke, türbe gibi mekânları süsleyen hat levhalarına, demir şebekelere kadar hemen her şey bütüncül bir estetik bir tavrın içindeydi. Bu eserlerin toplanmasına Osmanlı’nın son yıllarında başlandı. Bu dönemde özellikle tehlike altındaki eserler toplanmıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarında ise özellikle tekke ve zaviyelere yönelik kanunun ardından bu eserlerin toplanması akıl almaz bir hal aldı. Eserlerin bulunduğu mekânlar kapatıldı, on yıllar boyunca insanların bu eserlerle bir hukuku, bir temas imkânı kalmadı. Bu yılların ilk şiddeti geçtikten sonra yavaş yavaş yeniden İslam sanatı ve İslam eserleri alaka görmeye başlıyor. Mukaddes Emanetler de mesela uzun bir aradan sonra ziyarete açılıyor. Türbeler keza aynı şekilde sırayla ziyarete açılmaya başlıyorlar.
Peki, mesela bir tekkede ya da camide gördüğümüz, önünde toparlandığımız, hatta abdestsiz okumamaya özen gösterdiğimiz o hilye-i şerif ile müzede ya da sergi salonunda karşılaştığımızda ne oluyor?
Camide, dergâhta, tekkede bu eserlerle bir ünsiyet geliştirmiş olan biri, müzede, galeride ya da ünlü bir iş adamının koleksiyonunda o eserle karşılaştığı zaman düşünce dünyasında nasıl bir değişim yaşar? Yahut Müslüman bir müze ziyaretçisi bu eserler karşısında o anda nasıl bir tavır takınır? Sakal-ı şerifi Topkapı Sarayı’nda görmek ile camide bir mevlid-i şerifi dinledikten sonra ziyaret etmek aynı şey midir? Ortak bir tavır, ortak bir adap geliştirebilir mi? Mukaddes objeler, sergilendikleri seküler bir mekâna kutsiyet katar mı? Bunlar Türkiye’de ve kuvvetle muhtemel diğer İslam ülkelerinde hiç tartışılmamış, konuşulmamış konular, yani burada söyleyeceklerim kendi hissiyatımdan ya da gözlem ve yorumlarımdan öteye gitmez. Oysa yeni müzecilik anlayışında bu gibi sorunlar açık yüreklilikle tartışılır.
Elbette dinî bir mekânda yaşanan tecrübe ile müze yahut sergi salonu gibi modern ve seküler bir mekânda yaşanan tecrübe birbirinin aynısı değildir. Objeler her ne kadar aynı olsa da bağlamlarından koparılmış olan nesneler insan hayatından da pratik anlamda soyutlanmış olur ve burada yeni bir anlam kazanırlar. Ancak bağlama yönelik tüm eleştirilere rağmen sembolik anlamlarını ve önemlerini koruduklarını düşünüyorum. Ayrıca kendi gözlemlerime ve daha evvel yaptığım bir çalışmaya dayanarak rahatlıkla söyleyebilirim ki insanlar bu sergileri gezerken bir şekilde yine dinî bir tecrübe yaşıyorlar. British Museum’un İslam Galerisine Müslüman toplumun tepkisini anlamak için Bangladeşli yeni göçmen Müslüman kadınlarla çalışmıştım. İngiltere’de ilk defa bir müzeye geliyorlardı ve çoğu kendi ülkesinde dahi müzeye gitmemişti. İslam galerisinde çok duygulanıp heyecanlandılar.
Estetik duygusu ile dini duygular birbirine mi karışıyor bu ortamlarda?
Esasında güzele bakma noktasında estetik tecrübe ile dinî tecrübe bizim için aynı. Müslüman yaptığı işi güzel yapar, güzele bakar, güzeli sever. “Allah güzeldir güzeli sever.” Bizim estetik anlayışımızın şiarı bu hadistir. Müslümanlar Efendimiz’in (sav) adını duyduğunda ya da ona dair herhangi bir eşya ile karşılaştığında salavat getirirler. Müzede O’na ait bir şeyle karşılaşıldığında da aynı şeyin yapılmasını kim yadırgayabilir? Eseri dini bir obje yahut bir sanat eseri olarak görmek yahut her iki duyguyu birden yaşamak tamamen ziyaretçinin anlayışıyla ilgilidir. Burada küratörün yorumlama ve sunma yöntemini göz ardı etmek istemiyorum ancak ziyaretçinin algısı tüm yorumlamaların önüne geçer. Mesela geçtiğimiz yıllarda bir haber kanalı Aşk-ı Nebi sergisini şöyle duyurdu: “Diyanet İşleri Başkanlığı doğumunun 1444. yılında Hz. Muhammed konulu Aşk-ı Nebi sergisini sanatseverlerle buluşturdu.” Bir gazete ise bu manşeti “Müslümanlarla buluşturdu” şeklinde veriyor. Yani iki türlü okumak da mümkün.
Burada yine de benim problemli bulduğum ve üzerine daha uzun tartışılması gereken hususlar var. Bu eserlerin ait oldukları yerlerden, bağlamlarından koparılıp müzeye taşınmaları, toplumla aralarına bir sınır çizilmesi ve bunun düşünce dünyamızda yarattığı etkiler düşünülmeye değer. Bu eserlerin bir madde olarak, estetik bir tarihsel bilgi nesnesi olarak verilmesi elbette bazı anlam kaymalarına yol açıyor. Ayrıca bu eserlerin yerlerine koyulan taklit ve kötü eşyaların bizim estetik algımızın, zevkimizin bozulmasında etkili olduğunu düşünüyorum.
Aşk-ı Nebi sergilerinden bahsedelim. Biri Topkapı’da diğeri de Ayasofya’da açıldı. Serginin bu iki ayağını hem muhteva hem de ziyaretçi davranışı açısından nasıl gördünüz?
Aşk-ı Nebi sergileri hatırladığım kadarıyla 2012 senesinden bu yana Diyanet İşleri Başkanlığı’nın öncülüğünde ve Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın desteğiyle Ayasofya’da açılan bir dizi sergi. Bugün tartışma konusu olan, Kutlu Doğum Haftası etkinlikleri münasebetiyle düzenlenen ve önemsememiz gereken sergiler. Elbette bu sergilerin devlet kurumları himayesinde düzenleniyor olması ve sergi açılışlarında konuşma yapan yetkililerin verdikleri mesajlar bu sergileri aynı zamanda sanat-siyaset ilişkisinin de bir parçası yapıyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin 21. yüzyıl başlarında genel olarak sanat özel olarak da İslam sanatına nasıl baktığını anlamak bakımından mühim bu hususlar. 2014 ya da 2015 Aşk-ı Nebi sergisinin Washington, New York, Londra ve hatta Küba, Havana gibi yerlere de taşınması ve bunun çoğu zaman ülke yöneticilerinin siyasi ziyaretlerine denk getirilmesi, Türkiye’nin verdiği önemli mesajlardan birisi olarak okunabilir.
Ziyaretçi boyutuna dönecek olursak, mesela 2014 senesinde yapılan sergi, birisi Ayasofya’da diğeri de Topkapı Sarayı Hazine Koğuşu’nda olmak üzere iki ayaklı gerçekleştirildi. Topkapı Sarayı ayağında ağırlıklı olarak Topkapı Sarayı koleksiyonlarından sağlanmış eserler arasında hilye-i şerifler, kadem-i saadet motifli takkeler, kıymetli el yazmalarında Hz. Peygamber’in hayatında önemli anların tasvir edildiği sayfalar, Ravza-i Mutahhara örtüleri, sakal-ı şerif mahfazaları, hadis levhaları gibi birbirinden kıymetli ve nadide parçalar bulunuyordu. Bu sergi bilhassa Osmanlı’nın yüksek kültür hayatında Hz. Peygamber sevgisinin etkisini, Hz. Peygamber'e duyulan derin hürmetin sanatlı eserlerin üretimine olumlu katkısını gün yüzüne çıkartıyordu.
Ayasofya’da yıllar sonra Kur’an-ı Kerim okunması ile Aşk-ı Nebi sergisi birlikte anıldı.
Aslında bu sergilerin her sene özelikle Ayasofya’da düzenleniyor olması da pek çok açıdan değerlendirilebilir. Ayasofya Camii bugün bir müze olsa da mekân olarak bütün Müslümanların gönlünde fethi temsil eden camidir ve pek çok hüsn-i hat eseri ile iç mekânı tezyin edilmiştir. Burada bir hüsn-i hat sergisi bu noktada yabancı durmaz, hatta mekân sergiye güç katar. Her ne kadar müzeye dönüştürülerek sekülerleştirilse de Ayasofya’nın kilise olma yönü uzun yıllardır ön planda ve bu durumun Müslümanların kalbini kırdığı muhakkak. Tabi sergi açılışında 85 yıl sonra Ayasofya’da ilk defa Kur’an-ı Kerim okunması Müslüman ziyaretçinin de gönlünü almak bakımından önemliydi bana göre. Müslüman için zor bir devirde yaşıyoruz, araçlar ve yöntemler sürekli değişiyor ve biz bu yeniliklerin ileride bizi ne noktalara götüreceğini düşünecek, muhasebesini yapacak zamana bile sahip değiliz bazen. Müze ve sergileme teknolojileri de bu anlamda çok farklı noktalara doğru gidiyor.