Şems: Güneşe Gölge Etme Beni

Aman Allah’ım, niye orada öyle duruyor o kuyu? Ve niye hâlâ ağzı açık? Uzağından mı geçsem? Beni de mi yutacak?

“Oysa o kendi akıbetinden zerrece endişe etmezdi.”

Merhamet Allah’ım, merhamet!  Ne etsem, nereye kaçsam, neye yaslansam ayağımı çekemiyorum kuyunun kenarından. Bu söz, ah bu söz! Senin saptaman. Senin gözlemin. Senin teşhisin. Senin ihbarın. Akıbetimden endişe etmemeye yönelik tüm çabalarımı soğurdu, emdi. Endişe etmez oldukça, endişe eder oldum. Çelişkinin ağzına düştü ümitlerim.

“Bak ki, sen kendi akıbetinden zerrece endişe etmiyorsun.”

Bu haber çok yeni,  çok ciddi. Ömürlük uykumu deldi. Huzur köşelerimi yerinden etti. Yanağımı yatırdığım rahatlıkları yakıp yıktı. Sığındığım sükûnet limanlarımı söktü. Fırtına. Avuntularımı dağıttı. Kalbimi yatıştırdığım kuytuları düzledi. Gölge kalmadı bana.

Müslümanlığıma yaslandım. Secdelerimi avantaj bildim. Sevap biriktirdiğimi sandım. Şu yazdığım satırları bile akıbetimden endişesizliğe bahane saymak niyetindeyim. Sana mukabele yazıyorum diye; Söz’ünü anlatıyorum diye kendime güzel son yazmaya kalktım.

Seslendirilmiş ve sessiz kalmış cümle “ah!”ları yutuyor bu cümle. İddiamdan vuruyor beni.  

“Oysa [sen] kendi akıbetinden zerrece endişe etmezdi[n].”

Yoksa Semud’la yoldaş mıyım? Semud ki kendini kendine yeter görmenin evrensel sembolü. Kendisini Sana tok sananların adı. Senin rahmetine ihtiyacını inkâr edenler topluluğu. Tarih değil ki Semud; her anın gerçeği. Her kavmin durağı.

Ben olmalıyım varlığını çelik sütunlar gibi sivrilttikçe sivrilten? Servetini kendine kalkan edinen. “Böyle gelmiş böyle gider” demelere kanan. Dünyanın pürüzsüz akışına aldanan. Ayağı altındaki zeminin kırılganlığını inkâr eden. 

Oysa ömrümün yamaçlarını eritiyor sessiz bir heyelan. Sonuma dair haberler yenileniyor her an. Ayağımı çektikçe uçurumlardan, ayakucumda birikiyor uçurumlar. Karanlığa savruluyor yakamdaki güller. Boynuma sarılıyor güz hüzünleri. Devriliyor güvendiğim dağlar. Bileğime ölüm sızıyor an be an.

“Buyur, sen konuş derim güneşe… Sen söyle derim yeni doğan güne…”

Bağrımda taşıdığım karanlığın ufkuna dokunuyor güneş. Işıktan parmaklarıyla göz kapaklarımı kaldırıyor. Gündüzle yüzleşmeye hazır değilim. Bir daha kaçıyorum gecenin kuytusuna. Ay eğiliyor bu defa; süt ırmağı olup akıyor alnıma.

“Bir de sen konuş derim aya… Yüzündeki güneş iziyle konuş! Gecenin perdesini gündüz ümidiyle yırtışını da anlat.”

Ardından, gün sökün ediyor. Tan ağarıyor. Yer, yüzünü gösteriyor. Eşiğinde bekliyorum âlemin.  Şeffaf bir zarın ardında tutuluyor gibiyim. Köpük beyazı bir geçicilik var havada. Dokunsan dağılacak gibi nesneler. Maviye erişemiyorum. Serinliğe dokunamıyorum. Eşyanın yüzünden usulca kovuluyorum.

“Buyur, sen de konuş ey gündüz… Ay aydınlık söz ol, anlat."

Çeperlerinden taşamamış bir kan gibiyim. Kendi sıcağıma kanıyorum. Akışıma aldanıyorum. Yırtılmalı bir yerinden şu damar. Bileğinden sızmalıyım dünyanın.  

“Buyur, sen de bir şeyler söyle ey gece… Siyahını şal diye yüzüne sar da konuş…

Leyl’e düşüyor gönlüm. Kuşatılıyorum. Nefesim kesiliyor. Sığlaşıyor kelimelerim. İddialarımı çekiyorum. Salıyorum sesimi. Gözyaşımı bırakıyorum.  Vazgeçmenin yamaçlarına yaslanıyorum.

“Durma, sen de konuş ey gökyüzü…”

Ve gök yükseliyor üzerimde. Bir ümit sağanağına tutuluyorum. Gök çekimine kaptırıyorum ruhumu. Sonsuz genişliğin dibinde unutulmuş bir inci gibi. Değerimi bileni arıyorum. Kıymetimi gören var mı, merak ediyorum. Gecenin uyuduğu beşiği sallıyor hayalim. Gündüzlerin oynadığı ışıklı bahçeye yürüyorum.

“Sıra sende, söz ol, ey yeryüzü…"

“Olur böyle şeyler!” dediğini duyar gibiyim. Sonsuz anlayışını bekler, sürpriz merhametini umarım. Taşıyamayacağım çok şey yükledim zayıf omuzlarıma. Hesaptan çıkardım biriktirdiklerimi. Avantajım kalmadı. Akıbetimi, Sana, yalnız Sana bağladım.

Kelimelerin arzına indiriyorum yorgun nefeslerimi. Lafzın toprağına emanet ediyorum yuvasını arayan anlam kuşlarını. Yüzü toza bulanmış sessizliğimi yeryüzüne salıyorum. Avazımı yeni yetme sıfatların koynunda yatıştırıyorum.

“Konuş dedim, nefse… Hep sarsılışını, her an titreyişini söz eyle...”

Değişim-dönüşümler, iniş çıkışlar, ölüm kalımlar sonunda beni buluyor. Benim yüzümü sarıyor gecelerin en koyusu. Bana değiyor güneşin ilk ateşi. Beni yokluyor ay ışığının yumuşacık elleri. Benim tenime uğruyor mevsimler. Gökler benim gözlerimden yükseliyor. Yıldızlar benim gözlerime dökülüyor. Benim ayakucuma yayılıyor yeryüzü. Fırtınalar benim göğsümde kopuyor. Sarsıntılar benim kalbime vuruyor.

“Hem isyana tutkun olmak hem itaate yatkın olmak nasıl bir halmiş, söyle şimdi…”

Dağ gibi med-cezirlere kıyıyım ben. Rahatım yok. Bir dolup bir boşalmaktayım. Var-yok arası bir sarkacım. Dur durağım yok. Telaştayım. Altı üstüne getirilen yumuşacık bir toprağım. Nadasa bırakılmadım hiç. Sürekli yara almaktayım. Zelzeleye tutulmuş her hücrem. Hep akıştayım. Kalamam bir yerde. Hep yokuştayım. Seyirci kalamam olan bitene. Hep azalıştayım.

“Kurtulur kendini [temize çıkarmayarak] temizleyen."

Bıçak sırtındayım. Tereddütle titriyor dudaklarım. Kan ter içinde koşturmadayım. Günah da takva da bende yuva kurar. İsyan da itaat de beni bulur. Bir ümitlenip bir korkmaktayım. Kül de olur sonum gül de… Akıbetimin kaygısında olmalıydım.

"Kaybeder kendi cevherini karanlığa gömen.”

Sabit değil hiçbir şey. Garanti ağacına asılamam. Güvencem yok Senden başka. Tutunduğum bir tek Senin sözün. Tek tesellim halimden anlayışın. Tek ümidim şu gidip-gelmelerimi Senin de bilişin. Şu titreyip durmalarımı, şu düşüp kalkmalarımı Sen görüyorsun ya. Terk etmezsin elbet beni bu kaygıların kışına.

“Güneşi ve getirdiği aydınlığı gör şimdi!"

“Olur böyle şeyler!” dediğini duyar gibiyim. Sonsuz anlayışını bekler, sürpriz merhametini umarım. Taşıyamayacağım çok şey yükledim zayıf omuzlarıma. Hesaptan çıkardım biriktirdiklerimi. Avantajım kalmadı. Akıbetimi, Sana, yalnız Sana bağladım.