“Şiirin Ufku - Hz. Peygamber’i Şiirler Sevmek” kitabı geçtiğimiz haftalarda okurla buluşan Prof. Dr. M. Fatih Andı ile kitabından hareketle Hz. Peygamber’in modern şiirde nasıl yer bulduğunu ve modern naatin imkânlarını ve problemlerini konuştuk.
Şiirin Ufku ile başlayalım. Kitaptan biraz bahseder misiniz?
Şiirin Ufku – Hz. Peygamber’i Şiirle Sevmek, tematik bir kitap olmakla birlikte bir monografik çalışma değil. Zaten tek bir konuyu bütün yönleriyle, bütün boyutlarıyla kapsayan, kuşatan bir yapı oluşturma niyetiyle de yola çıkmadım. Kitabı oluşturan bölümlere baktığınızda da tek tek modern şiir metinleri üzerinden gittiğini görürsünüz. Kitaptaki yazılar, edebi değerlerinin yanı sıra Peygamber’e farklı şekildeki yönelişlerinin mahiyeti ile öne çıkan Peygamber şiirlerinin tahlil ve yorumundan oluşuyor. Sezai Karakoç “İnsanın ufku Peygamber, şiirin ufku na’ttir.” diyor. Kitabın adı da bu güzel bilgelik cümlesinden geliyor.
Pek çok şiir arasından kitaptaki 19 na’ti neye göre seçtiniz? Bunlar na’tler içerisinde temsil değeri olan şiirler mi? Bir de kitap tamamlandı mı?
Benim içimde tamamlandı. Elbette edebiyatımızda Peygamber için yazılmış pek çok şiir var. Bugünün edebiyatında bunları belli özellikler etrafında toplamamız mümkün. Mesela, yazılma niyetlerinin halisâneliğini hiçbir şekilde sorgulamamakla birlikte, bunların bir kısmı halk şiiri geleneğinin bugünde taklidi kabilinden ve şiir değeri düşük metinlerdir, şiir bile değil, belki manzumelerdir. Bunlar benim estetik ve edebî ilgi dünyamın dışında. Bir de sayıları az olmakla birlikte zorlayarak, aruzla yazılmaya çalışılmış örnekler var. Geleneğin na’tlerini biçim ve ses olarak taklit etmeye çalışan metinler bunlar. Sayıları az ama o azın içinde şiir diyebileceğimiz örnekler daha da az. Ben onları da görmezlikten geldim. Bakış ufkum modern Türk şiiri idi çünkü. Bu yüzden önümde gerçek anlamda modern tarzda yazılmış şiirler kaldı, ben de bunlar arasında bir eleme yaptım. Dediğim gibi, çalışmada temel vurgum zaten buydu, yani modern şiirde Peygamber nasıl yer buluyor? Modern şiirin aldatıcı bir tarafı var, kolaycı şiirle iyi şiir yan yana durabilir. Onları da ayıklamak gerekir. Bu ayıklamayı da ben, müktesebatıma, kişisel zevkime ve tercihlerime, iyi şiir kötü şiir ayrımıma göre yaptım. Bir diğer tutamak noktam da şuydu: Bir şairden aldığım şiirde söyleyebileceklerimi, modern şiire Peygamber temasını katmaktaki katkısını, bir başka şiir de tekrarlıyorsa, aynı şeyleri o şiirde de söylememeye çalıştım. Bu açılardan da kitap, kendi içinde tamamlanmıştır. Ancak burada yanlış anlaşılmamak için şunu da belirteyim: Bu sözlerimin ve bu kitabın, modern Türk şiirinde Peygamber için yazılmış iyi örnekler yalnızca bunlardır gibi bir iddiası kesinlikle yoktur. Bunlar benim seçtiklerim ve üzerinde düşüncelerimi aktardıklarımdır yalnızca.
Kitabın samimi bir dili, okuma kolaylığı da sunan anlaşılır bir üslubu var.
Başlangıçtan itibaren, belirleyici olan bazı hassasiyet noktalarım vardı. Teorik tartışmalara bulanmış, içinde yabancı isimlerin cirit attığı bir “ukalalık” kitabı olmamasına hassaten dikkat ettim mesela. Sonra Müslüman duyarlılığının izini bir Müslüman atmosferi içerisinde kollayıp gözetmesi de benim için önemliydi. Nötr olmaya çalışan bir zorlamayla, adeta duygusuz ve duyarsız yazmak, akademik yazmanın olmazsa olmaz tarzıdır diye bir kabul vardır. Ancak kendimizi her şeyden evvel bir mümin olarak niteliyorsak, bu niteliğimiz bütün diğer alt sıfatlarımızın üstündeyse, Hazret-i Peygamber karşısında tarafsız olamayız. Onun için soğuk ve yalın bir “Peygamber” ifadesinden de kaçındım, nötr bir edâdan da. Ben mü’minim. Bu vasfım, bütün vasıflarımın üstünde ve önündedir. Ve O, benim için “Peygamber Efendimiz”dir. Sonra mümkün olduğunca dipnota bulanmış akademik bir metin olmaması için uğraştım. Zorunlu olmadıkça dipnot koymamayı tercih ettim. Karşıma bir metin aldım ve o metin üzerinde yorumumu yaptım. Bunu yaparken de sıcak bir üslup gözetmeye çalıştım. Bu sıcaklık, niyetin ve samimiyetin sıcaklığı olarak okuyucuya geçiyorsa, ne mutlu.
Modern na’ti konuşmaya, klasik na’tin en belirgin özelliklerini hatırlayarak başlayalım mı?
Klasik Edebiyatta na’t dediğimizde karşımıza bir şiir türü çıkar ve bu türün daha şeklî özelliklerinden başlayarak olmazsa olmazları vardır. Klasik dönem şairi Hazret-i Peygamber’i över, O’ndan şefaat diler, O’nun üstün özelliklerini zikreder ve şiirinde Hazret-i Peygamber’i yüceltir. Na’tler büyük çoğunlukla gazel formuyla yazılmıştır. Bazen “kıta” veya “nazm” nazım şekilleriyle, bazen de kaside tarzında yazılmıştır. Ve na’tlerin içerikleri, mazmunları oturmuştur. Hangi mazmunlarla, hangi telmih ögeleriyle, hangi göndermelerle şekilleneceği ve hitap ögeleri, tarzları üç aşağı beş yukarı bellidir. Klasik na’tlerin birçoğu ey Nebi, ey Rasûl, yâ Şefîa’l-müznibîn gibi hitabet üslubuyla yazılmıştır ve klasik şiirin bütün na’tleri bireyseldir. Şair ve Peygamber ilişkisini işler. Şair orada fert olarak vardır ve sonunda da Peygamber’inden şefaat dileyecektir. Birinci amaç Hazret-i Peygamber’i övmek ve yüceltmek, ikinci amaç da şahsî talep olarak şefaat dilemektir. Na’tler bu çerçevede oluşur ve her divanda mutlaka bir na’t olmak zorundadır.
Modern döneme geldiğimizde, na’tteki ilk ve en önemli değişiklikler neler?
Modern döneme geldiğimizde yazılan her Peygamber şiirinin Hazret-i Peygamber’i övmek için yazılmadığını görürüz. Akif, bu açıdan bir dönüm noktasıdır. Akif’ten itibaren bireysel yönelişten toplumsal yönelişe de geçildiğini görebiliriz. Bütün modern dönem şiirleri toplumsaldır, diyemeyiz ama toplumsal yöneliş bugünün modern şiirlerinde çok baskındır. Hitap şekilleri değişmiştir. Peygamber’i idrak tarzları değişmiştir. O mazmunlar, benzetme kodları, metaforlar, Peygamber’in hayatından alınan anekdotlar, o anekdotların kullanma amacı değişmiştir ve biçim değişmiştir. Bütün bu değişiklikler klasik şiirdeki na’t ile modern şiirdeki metinleri birbirinden ayırmamızı zorunlu kılar.
Peygambere yazılmış bütün şiirlere na’t diyemiyoruz o halde.
Ben “Peygamber şiirleri” demenin daha doğru olduğuna inanıyorum. Şair şiirine na’t dese bile her modern şiir na’t değildir. Mesela, Sezai Karakoç’un Küçük Na’t’i Klasik na’tin modern şiirdeki dönüşmüş bir uyarlaması diye görülebilir. Sen seslenişiyle ilerler, övme amacı vardır, Peygamber sevgisini ifade etme çabası vardır. Bu açıdan uyar ama şeklî olarak na’ta uymaz. Metaforlar dünyası olarak uymaz, imgeleri itibarıyla uymaz, temaya bakış açısının temel zemini itibarıyla uymaz. Çünkü çok özgün imge ve metaforlarla yürür, övgü ve sevgi vardır ama toplumsal bir göz de mevcuttur. Söylem ferdî değildir. Hazret-i Peygamber’e, “Sen Eskimoların ısınması, sevgililer mahşeri” diye seslenir şair mesela. Bu klasik bir şairde hiçbir zaman duyamayacağımız bir seslenme ve nitelemedir.
O geçişteki dinî hayattan ve gelenekten uzaklaşma, na’te yani aslında Peygamber idrakine doğrudan yansıyor mu?
Modernleşmenin bizim edebiyatımıza da el atmaya başladığı dönemlerden itibaren ufak ufak değişimler kendisini gösteriyor. Mesela edebiyatımızda modernleşmenin en bilinçli, gelenek karşısındaki en bozguncu ismi olarak öne çıkan İbrahim Şinasi ile başlarsak, ilk defa o, şiir kitabına na’t koymamıştır ki bu bir geleneğin yıkılması demektir. Sonrasındaki (kimi iyi niyetle yazılmış bile olsa) na’tlerde 19. yüzyılın pozitivist düşüncesinin, rasyonalizminin veya genel modernleşmeci algının yansıması olan akıl, kanun, burhan, delil, ispat gibi kavramları görürsünüz. Şinasi Allah için bile ‘Vahdet-i zâtına aklımca şehadet lâzım’ diyordu. Bu, pozitivizmin münacata yansımasıydı işte. Giderek na’tlere de bu tür kavramların, belki de şairinin farkında bile olmadığı biçimde, sızdığını görürsünüz. 19. yüzyılın o Batı karşısında pasifize olmuş ya da Batı’dan etkilenmeye başlamış, akılcılığa doğru meyleden modernleşmeci aydınının diline dolanan kavramlar bunlar. Ve bu kavramlar na’tin o naif lirizm dünyasını, klasik şiirin o Müslüman hassasiyetiyle dokunmuş, samimi, teslimiyetçi ve mutmain iman esası üzerine kurulmuş olan dünyasını zedelemeye başlıyor.
Modern şiirin Peygamber’e yaklaşımında Mehmet Akif’i bir dönüm noktası kabul ediyorsunuz. Akif Müslüman şaire nasıl bir kapı açıyor?
Modern na’t ya da Peygamber şiirleri edebiyatında Mehmet Akif’in bir dönüm noktası olduğunu kabul ettiğim için Şiirin Ufku’na da oradan başladım. Akif, “Pek Hazin Bir Mevlid Gecesi” diye bir şiir yazar. Onun "Necid Çöllerinden Medineye” diye de Hazret-i Peygamber’i anlattığı bir şiiri vardır. Mevlid geceleri için yazdığı dörtlükleri de vardır ama bu şiir bir dönüm noktasıdır. Akif bu şiirini Balkan Savaşları yıllarında yazmıştır ki bu savaş Osmanlı tarihinde önemli bir kırılma noktasıdır, toplum hayatında çok büyük sarsıntılara yol açmıştır. Bu savaş yıllarında Balkan toprakları elimizden çıkar ve Balkanlar’dan İstanbul’a ve Anadolu topraklarına göçen mülteci sayısı çok fazladır, demografik yapı ve ekonomi altüst olmuştur, duygu dünyamız bozulmuştur. Diğer İslam ülkelerinin yani ümmetin vaziyeti çok daha kötüdür. Akif bütün bunlar karşısında müthiş bir acı ve hüsran yaşar ve Şubat 1913’te bu şiiri yazar. Ama bu şiirde artık eski şairlerin na’tlerinde olduğu gibi Hazret-i Peygamber’i övme, şahsı için şefaat dileme ya da imanî bir coşku patlaması yoktur. Tamamen ümmeti gözeten, sosyal bir bakış açısı hâkimdir. Şiirin son üç mısraı şöyledir:
“Allah için, ey Nebiyy-i mâsûm,
İslâm'ı bırakma böyle bîkes,
İslâm'ı bırakma böyle mazlûm.”
Akif, Peygamber Aleyhisselam’ı ruhaniyet olarak bile olsa bu şartlara müdahale etmeye davet eder. Şiir bu açıdan bir dönüm noktasıdır. Hazret-i Peygamber’in aktüel şartlardaki olumsuzlukları düzeltmeye, çağı tamir etmeye davet edilişi Akif’ten sonra modern edebiyatımızdaki Peygamber şiirlerinde sık sık hatırlanan ve kullanılan bir tema olmuştur. Bu yöneliş Arif Nihat Asya’da da vardır. Naat’inde şöyle diyor:
“Gel ey Muhammed, bahardır...
Dudaklar ardında saklı
Aminlerimiz vardır!
Hacdan döner gibi gel,
Mi'racdan iner gibi gel,
Bekliyoruz yıllardır.”
Dikkat edin, Arif Nihat Asya, bu mısralarında, bırakın ruhaniyeti, Hazret-i Peygamber’i bedenen çağırır adeta bu çağa. Sezai Karakoç’un Gül Muştusu şiirinin bir bölümünde de vardır böylesi bir davet ve sığınma çığlığı:
“Yetiş ayağının tozu olduğumuz Peygamber
Yetiş her zaman diri olan varlığınla
Yetiş yak lambamızı
Yetiş aydınlat karanlığımızı
Yetiş yeşillendir çöllerimizi
Yetiş dirilt insanımızı”
Akif’ten sonra artık pek çok şiirde Hazret-i Peygamber’i, mevcut şartları düzeltmeye davet etme mısralarını okuruz.
Akif için, kırılma noktasıdır derken, birkaç farklı açıdan değerlendiriyoruz. Birincisi hassasiyetteki dönüşüm yani bireysel duyarlılıktan toplumsal duyarlılığa geçiş. İkincisi Hazret-i Peygamber’e yönelişteki değişim. Şefaat talebinden toplumsal kurtuluş talebine geçiş. Üçüncüsü de modern şiirde sûretten sîrete geçiş… Diyebiliriz ki, klasik şiirin na’tleri Peygamber Efendimiz’in varlığını suret bağlamında tasvir ve tavsif eden şiirlerdi. Fakat Akif’le, hele ki Necip Fazıl’la birlikte O, suretinden daha çok sîreti ile yani hayatı ile Müslümanlar’a öncülük, önderlik ve kurtarıcılık etme misyonu çerçevesinde şiire konu olur. Artık sadece varlığı, görünümü değil, emirleri, uygulamaları, hayata dair yorumları da yansımaktadır şiire ve bunlarla O, bugüne ışık tutan bir rehberdir aynı zamanda. Bu yaklaşımın, bu dönüşümün izini sürdüğümüzde ilk karşımıza çıkan isim Mehmed Akif’tir.
Hz. Peygamber’i şiir ile en güzel anlatan şairlerden biri de Necip Fazıl ki siz onu Akif’ten hemen sonra zikrediyorsunuz. Necip Fazıl’ın modern na’te katkısı ya da Müslüman şaire etkisi hususunda neler söylenebilir?
Evet, modern edebiyattaki Peygamber şiirlerinde ikinci büyük hamleyi yapan isim Necip Fazıl’dır. Necip Fazıl’da artık Rasûl-i Ekrem, hayatın düzenleyicisi bir önder, bir lider, bir komutan, yol gösterici olarak algılanır ve anılır, anlatılır. Bu hayatı yaşamanın bütün algı mekanizmaları Peygamber’e endekslenmiştir. “Müjdecim, Kurtarıcım, Efendim, Peygamberim/Sana uymayan ölçü hayat olsa teperim” der mesela. Ya da “Sana çöl gibi gelen, O göl diyorsa göldür.” Bu aslında tam da Necip Fazıl’a yakışan çok radikal, çok köktenci ve aksiyoner bir algıdır. Hazret-i Peygamber’e yönelişte bu çok büyük ve keskin bir değişimdir. Artık İslâmî duyarlılık sahibi şairin dilinde Hazret-i Peygamber, bir “hayat ölçüsü”, bireysel ve toplumsal yönelişlerin odağı ve anlamı olmuştur. “Sende insan ve toplum, Sende temel ve bina/Ne getirdin, götürdün, bildirdinse, âmennâ” mısraları da Necip Fazıl’ındır ve tam da bu iki boyutu ifade eder. Birey ve toplum… Her ikisinin de anlamını Peygamber’de bulacağı… Necip Fazıl’ın bir katkısı daha olmuştur modern Peygamber şiirlerine. Necip Fazıl’la birlikte modern şiirde Hazret-i Peygamber’i tasavvufî bir entelektualite düzeyinden algılama da başlamıştır. Akif’in Peygamber Efendimiz’e yönelişinde tasavvufî bir söylemi veya açılımı yoktur. Necip Fazıl’da ise tasavvuf, Peygamber şiirlerinde zembereği kuran bir unsur olarak yer yer karşımıza çıkar.
Necip Fazıl hem Çöle İnen Nur’da hem Esselâm’da hem de Çile’de biçimsel açıdan, şiir yazma tarzı üzerinden olmasa bile düşünceleri ve şiirdeki hassasiyet damarı itibariyle sonrakilere çok etki etmiş bir isim. İşte bu etki itibariyle de Necip Fazıl bir dönüm noktasıdır.
Necip Fazıl’da bir özellik daha var ki onu da söylemeden geçmeyelim. Hani demiştik ya klasik şiir Hazret-i Peygamber’e hitap eden bir şiirdir, Peygamber’e belirli kalıplarla ve hitabet üslubuyla yönelir. Bu hitabet de bir çerçevenin içinde gerçekleşir. Necip Fazıl’a geldiğimizde onda birden bire değişen, topluma yön verici ve yol gösterici, uyarıcı, toplumun Peygamber’e nasıl bakması gerektiğine de işaret eden yeni hitap şekilleri, yeni bir tavsif ve üslup olarak karşımıza çıkar. “Gaye İnsan” ya da “Ufuk Peygamber” hemen burada aklıma gelen iki tanesi meselâ.
Necip Fazıl’ın açtığı damar olan tasavvufî sesleniş veya tasavvufun kavramları yahut tutumunu aksettiriş, Cahit Zarifoğlu’nun Peygamber için yazdığı şiirlerinde çok belirgindir. Menzil, sohbet, Efendi, fakr, aşk, cân gibi tasavvufî kodlar, Necip Fazıl’dan sonra Cahit Zarifoğlu’nun “Menziller” şiirinde, “Kayıt” şiirinde belirgin olarak karşımıza çıkar. Ali Ural’ın Naatın Kıyısında, İbrahim Tenekeci’nin Sözü Yormadan, Fatma Şengil’in Fakîr şiirleri de hemen burada hatırlayabildiklerim. Bu sonuncusu meselâ, tasavvufun “fakr” kavramı etrafında kurulmuş bir şiirdir.
Modern Peygamber şiirlerinin siyeri ve tarihî unsurları ele alış biçimine değinirsek, na’tlerin bu siyer damarı klasik şiirden mi tevarüs ediliyor?
Evet, Hazret-i Peygamber’in hayatını, siyerin merhalelerini şiire konu etme, aslında klasik edebiyatın çok başvurduğu bir tarzdır. Klasik edebiyatımızdaki Peygamber şiirleri sadece na’tlerden ibaret değildir. Mevlidler, mirâciyeler, hicretnâmeler, şemâil-i şerîfeler, gazavâtu’n-Nebî, hilye-i şerîf gibi türlere de baktığımızda Peygamber’in hayatından anekdotların alınıp şiire taşındığını görürüz. Bu türlerin birçoğunda da tahkiye (anlatı) esastır. Şair, Hazret-i Peygamber’in hayatının bir evresini veya bir görünümünü alıp, bunu lirik veya gazavâtlarda olduğu gibi epik bir naratif metin olarak anlatır. İçli ve coşkulu bir edâ, yüceltme ve övgü amaçlı bir söyleyiş bunların hepsinde ortaktır.
Modern şiire geldiğimizde bu şekilde tahkiyeye dayanan şiir söyleme, çok fazla kendisini göstermez ama hiç yok da diyemeyiz. Mesela Necip Fazıl’ın Esselâm’ı 63 parça şiirden oluşan ve Hazret-i Peygamber’in hayatını devre devre anlatan bir eserdir. Yine Erdem Bayazıt’ın “Savaş Risalesi”, Uhud Savaşı’nı konu edinir. Mustafa Miyasoğlu’nun “Hicret Destanı” isimli bir çalışması vardır. Akif İnan’ın “Olağanüstüler” başlıklı şiiri, Peygamber’in mucizelerini tema olarak ele alan bir şiirdir. Yine Cahit Zarifoğlu’nun yarım kaldığını düşündüğüm “Büyük Hayat” başlıklı bir şiiri vardır. Hazret-i İbrahim’den Peygamberimiz’in dedesi Abdulmuttalib’e kadar gelen süreyi işler. Ancak bu şiirler fazla yekûn tutmaz. Belki de modern şiirin doğası böyle uzun metinlere müsait görülmediğindendir. Modern şiirde böylesine uzun metinler yazabilmek ustalık ister. Ortalama bir şair için bu, gerilimi düşürücü, şiirselliği elinden kaçırıcı, gevşemeye müsait bir yol olur ki bunu her şair göze alamaz.
Bunun yerine modern şair, Peygamberin hayatından küçük küçük kesitleri alıp şiirin dokusu içerisine, söylem ve hassasiyet çizgisi içerisine yerleştirir. Söz gelimi Osman Sarı’nın “Taş Gazeli”nde, İsmet Özel’in “Naat”inde ya da Ali Ural’ın “Naatın Kıyısında” şiirinin ikinci kısmında Asr-ı Saadet’e, Peygamber Efendimiz’e ve ashabına dair küçük temaslar ve telmihler, nokta atışlarla hatırlatılır.
Modern şiirin muhatabı açık etmeyen, manayı saklayan, dolayısıyla anlam katmanlarını çoğaltan bir tarafı var ama na’t söz konusu olunca, bu belirsizlik Peygamber’e yönelişin samimiyetini de örtmek gibi bir risk taşımaz mı?
Modern şiirin çoğu kez böyle örtük olan bir yapısı vardır. Şiirin gizli kodlarının farkına varmazsak veya metinlerarası göndermelerini çözemezsek, oradaki metaforlar dünyasının bize göz kırptığı bir kıvılcımı, bir tutamak noktası olarak ele almazsak, o şiiri rahatlıkla anlamış olamayız. Bu tutum Hz. Peygamber için yazılmış metinlerde de karşımıza çıkar. Bu tutamak noktalarını yakalayamazsak, şiir kendini ele vermez, o zaman da o şiiri meselâ sevgiliye yazılmış bir şiir olarak okuyabiliriz. Modern şair, modern şiirin belki de doğası gereği söylemin ve kimi zaman da anlamın üstünü örtmeyi sever. İki ayrı boyutuyla okunmasını isteyebilir. Bir sevgiliye söylenmiş gibi de okuyabilirsiniz, bir ideale, bir davaya, İslam’ın bizzat kendisine duyulan özlemin şiiri gibi de okunabilir, Hazret-i Peygamber için yazılmış bir şiir gibi de okunabilir. Böylesi örnekler vardır. Bu gibi şiirlerin birer Peygamber şiiri olup olmadığını nasıl anlayacağız veya fark edeceğiz? Her şiirin bir yazılma amacı ve bu amaca göre ilerlediği bir söylem zemini vardır değil mi? Bu tür şiirlerde de Hazret-i Peygamber’in hayatına, şahsiyetine, varlığına, sözlerine yapılan küçük atıflar, telmihler, siyere yapılan küçük göndermeler, kimi zaman metinlerarası kurulan köprüler belirleyici oluyor. Yani metnin gizli veya aşikâr kodları… Mesela Osman Sarı’nın “Taş Gazeli” şiirini sevgiliye yazılmış bir şiir gibi okurken, metnin bir yerinde “Sevgili kutlu dişin nasıl kırdı taş senin” mısraını görünce, bu telmih üzerinden Uhud Savaşı’nda Hazret-i Peygamber’in dişinin kırılması vakasını hatırlıyor ve artık şiirdeki sevgilinin Hz. Peygamber olduğunu anlıyoruz. Kimi zaman, belki Hz. Peygamber’in hayatını anlatan onca kitabın içerisinde okuyup geçtiğimiz küçücük bir anekdotu, şiirde bir mısraın üzerinde durarak okuduğumuzda birdenbire hayatımızın anlamını teşkil edecek kadar derinleştirebiliyoruz. Ali Ural, “Naatın Kıyısında” şiirinde, “Kralım tebam yok, tebayım sultanımı kaybettim, bir sultan medet” derken mesela, bir Müslümanın kibirden niçin uzaklaşması gerektiğini, Peygamber’in hayatından küçücük bir alıntıyla çok etkili bir şekilde söylüyor: “Medet ki ille de bir şey söyleyeceksem doğruyu söyleyeyim/ Karşımda titreyenleri teskin edeyim ben kral değilim titreme”
Dinî olanı ifade etme noktasında ortak problemlerden biri de dil. Modern - Müslüman şiir kendi dilini üretebildi mi?
Bence ne yazık ki Müslüman şairlerin modern tarzda yazılmış şiirleri okunduğunda özgün bir metafizik dil sizi karşılamıyor. Bunu yalnızca Peygamber şiirleri bağlamında değil, genel anlamda söylüyorum. Müslüman şairin modern şiir içinde kendi metafizik dilini kurup kuramadığı ciddi olarak tartışılmalıdır. Gelenekle araya giren kopukluk ve dağılmanın bir sonucu bu. Sezai Karakoç’un hamlelerinin arkasının getirilemediğini düşünüyorum. Ya modern öncesi zamanların ıstılahlarının ödünç alınarak modern şiire taşınma çabasını görüyoruz (ki bu durum, acemi elinde fazlaca özentili ve bir yama gibi duruyor), ya bu kodların “öztürkçeleştirilme” çabasına şahit oluyoruz ya da tamamen modern dilin ve algının imkânlarına teslim oluş tercihini gözlüyoruz. Yani biz ya o metafizik yükü yüklenecek, o frekansı yakalayacak ve o gerilimi ifade edebilecek kavramlar dünyasını bugünün diliyle yeniden oluşturacağız veyahut da geleneğin dilinin kavramlarını, ıstılahlarını, ifade imkânlarını ödünçleyerek konuşacağız. Ama dil, kendisini yapan nüanslar, anlam katmanları, iştikakları, ima, ihsâs, telmihler, tedailer dünyası vb. ile yaşanan hayatın içinde bir bütündür. Bugün biz pek çok düşünce metninde gelenekten aldığımız kavramları ve terimleri yeri geldiğinde açıklayarak, kendisini yapan anlam ve tedai halkalarını izah ederek kullanmak zorunda kalıyoruz. O zaman da bunlar birer kod olmaktan çıkmaya başlıyor. Kaldı ki şiir bir açıklama metni de değildir.
Bence modernleşme sürecinde bizim bünyemizin derinlerinde işleyen asıl sinsi sızı budur. Zarifoğlu’nun mısraındaki gibi düşünce ve estetik dünyamızda “ne yana dönsen batan” bir kemik sancısı…
Popülerleşme belası ise bu işin bir başka vechesi. Dinin ve geleneğin kavramlar dünyası, bu demektir ki dili ve anlam evreni, popüler kaypaklık zemininde elimizden kayıp gidiyor. Harcanıyor, tüketiliyor ve hatta sömürülüyor. Peygamber’ine Aşkın Peygamberi yahut Ümmetin Canısı diyen duyarsızlık ve pişkinliğin elinde artık ne “aşk” o haysiyetli kadîm aşktır, ne de ümmet bizim bildiğimiz ümmet… Bunlar artık istismar ve tüketim metaıdır. Sorunuzda vurguladığınız dili “yapma”nın zorluklarından birisi de, o dili bu istismarın elinden kurtarmaktır.
Modern Peygamber şiirlerinde, bir Peygamber’in beşer yönünün vurgulanması ile gelen sıradanlaştırma, bir de Peygamber’i olağanüstüleştirerek O’nunla aramızı açan sorunlu iki yaklaşım var. Hitap sorununu da eklersek bu çıkmazlar karşısında ne yapılmalı sizce?
Modern şiirde na’t diyebileceğimiz ya da Peygamber için yazılmıştır diyebileceğimiz şiirler toplamına karşı bir Müslüman duyarlılığıyla hep hassas olmamız gerekiyor. Bu hassasiyetimizin de ölçüsü İslam akaidinin ve fıkhının, siyer bilgisinin, hadis metodolojisinin, hatta tasavvufî kaynakların yani bütün dinî alanların bize öğretip bir ölçü olarak koyduğu “âdâb” diye adlandırılan o duyarlılık. Konuşmanın başlarında dedik ki, Hazret-i Peygamber Aleyhisselam’ı tanımak, hayatını bilmek ve onu kendi hayatına uygulamak her müminin boynunun borcu. Bir ibadet. Her ibadet gibi, her dînî vecîbe gibi bunun da bir ahkâm boyutu var, bir de âdâb… Siyere muhatap olmanın da, hadis-i şerif okumanın da, Hz. Peygamber’i anmanın ve anlatmanın da, ona hitap etmenin de bir âdâb içerisinde olması gerekiyor. Bir mümin nazarında, O’nun için şiir yazmanın da bir âdâbı var o zaman. Bu âdâb vurgusunu elimizden kaçırmamak gerekir. Bu pencereden baktığımızda bugün Peygamber için yazılmış olan şiirler karşısında bu açıdan da hassas ve sağlam durmamız gerekiyor.
Nitekim bazı şiirleri okuyorsunuz ki, Hz. Peygamber’i ilâhlaştırıyor, “Evvel sensin, âhir sensin” diye sesleniyor meselâ. Bu söylem, itikadî açıdan sıkıntıya düşürür, halisâne bir niyetle söylenmiş olsa bile. Ya da bir başkası “Bas kademin bağrım üzre, şâd et Allah aşkına” diyebiliyor yazdığı bir manzumesinde. Ümmeti mazoşist, (hâşâ) Peygamber’i sadist gösterircesine… Ne çirkin bir imge bu, düşünsenize bir. Bir bu tarafı var konunun. İlahlaştırılan bir Peygamber kabulü yani, bir de Peygamber’i sıradanlaştıran bir söylem var. “Peygamber süper bir insandı, ben öyle değilim” diye başlıyor mesela bir başka şiir. “Süper bir insan” olan Peygamber… Hangi bağlamda değerlendirirseniz değerlendirin bunlar edep dışı bir yaklaşımdır, söylemdir. Sözüm ona bir “siyer romanı”nın adının Ümmetin Canısı olması ne kadar edep dışıysa, bu örnekler de o kadar edep dışıdır. Yani Hazret-i Peygamber’e seslenişte bir dil oluşturmak zaruridir.